Şefika Kutluer Festivali 24 Kasım'da başlıyor
Şefika Kutluer Festivali 24 Kasım'da başlıyor
Dünyanın en pahalı muzu
Dünyanın en pahalı muzu
Mehmet Ali Erbil hakkındaki iddianame
Mehmet Ali Erbil hakkındaki iddianame
Uğur Dündar'a açılan babalık davası
Uğur Dündar'a açılan babalık davası
123456789
Şefika Kutluer Festivali 24 Kasım'da başlıyor
Şefika Kutluer Festivali 24 Kasım'da başlıyor
Dünyanın en pahalı muzu
Dünyanın en pahalı muzu
Mehmet Ali Erbil hakkındaki iddianame
Mehmet Ali Erbil hakkındaki iddianame
Uğur Dündar'a açılan babalık davası
Uğur Dündar'a açılan babalık davası
123456789

Otomatik Portakal

“Koltuk altında kitaplar taşıdığını görüyorum kardeşim. Bugünlerde hâlâ kitap okuyan birine rastlamak gerçekten nadide bir zevk kardeşim.”

Modaya uygun bir kıyafet ve bu kıyafetle uyumlu makyaj: Siyah tayt, koca vatkalı kısa ceket, kirli sarı kravat, gözlerin çevresinde gökkuşağı renginde çizilmiş halkalar… 

Korova Sütbarı’nda “kankalar” Alex, Pete, Georgie ve Dim, bir masanın etrafında toplanmışlar, “nadsat” denilen yarı Rusça argonun hâkim olduğu bir sohbete dalmışlar, aşırı şiddet içeren maceralarını gülerek birbirlerine anlatıyorlar.

Bilinçli bir kötülük, seçilmiş bir kötü olma arzusu bu gençleri ele geçirmiş.

Suç dosyaları kabarık: 

Hırsızlık yapıyorlar.

Bir dilenciye şiddet uyguluyorlar.

Bir yazarın kitaplarını parçalara ayırıyorlar, sonra onu tekmeleyip aşağılıyorlar, hatta karısına tecavüz ediyorlar.

Rakipleri Billyboy ve beş kankası ile karşılaşıyorlar, sadece yumrukların ve tekmelerin değil, zincirlerin ve usturaların dahil olduğu vahşi bir çete kavgasına tutuşuyorlar. 

Sonra, yaşlı bir kadını ve onun "kedilerini" öldüresiye dövüyorlar.

Nedensiz ve anlamsız şiddet genç insanları esir almış. Her yönüyle dehşet verici bir öfke ile hareket ediyor ve bundan zevk alıyorlar.

Alex’in tabiriyle:

“Eee, ne olacak şimdi ha?”

*

Bugünkü kitabımız, yazarı Anthony Burgess’e uluslararası çapta ün kazandıran ve aynı zamanda modern distopyalar arasında kendine has ayrı bir yer edinmiş olan bir roman: “Otomatik Portakal” 

Roman, şiddetin hem temsilcisi hem de kurbanı olan genç bir çete lideri, baş karakter Alex’in hikâyesi üstüne kurulu. 

Alex, morali bozuk ve asabi bir oğlan. Gündüzleri okuluna devam eden 15 yaşında sıra dışı bir ergen gibi görünüyor. Geceleri ise kitle kültürünün ahmaklaştırdığı bir düzende uyuşturucunun da etkisiyle çetesiyle birlikte çeşitli suçlar işleyerek mutlu oluyor.

Başta işlenen küçük çaplı suçlar devamında büyüyerek aşırı dozda fiziksel şiddete, hatta tecavüze doğru evriliyor.

Sonunda beklenildiği gibi Alex ve ekibi yakalanıp hapsediliyor. 

Hapis onlar için yaptıklarını düşünme ve kendileri ile baş başa kalıp değişmeleri için önemli bir ıslah yeri. 

Fakat, koğuşta birinin öldürülmesi ve cinayetin Alex’in üstüne kalması neticesinde tüm planları alt üst oluyor.

Bu sahne romanın baş kahramanı ve romanın devamı için bir kırılma noktasıdır.

*

Alex, hapishanede özel bir tedaviden geçiriliyor. Bu tedavi, ağır fiziksel ve zihinsel işkenceleri içeren kişinin kötü yanını tamamen ortadan kaldırmaya yönelik, suçluların topluma kazandırılması için özel bir program.

Programın en can alıcı yöntemi saatlerce, günlerce, haftalarca süren ve dozu her defasında artan şiddet görüntülerinin gösterilmesi.

Kendisini saatli, otomatik bir portakala dönüştüren bu tedaviyle Alex’in bilinçaltına çeşitli mesajlar yükleniyor. Suç duygusu ve kötülük hislerinden arındırılıp, “temiz” hale getiriliyor. 

Tedavi sonunda da ironik bir biçimde bağımsızlığına tekrar kavuşuyor. 

Fakat, bu yeni “özgürlük” artık Alex için dış dünyaya uyum sağlayamaması, yakınları dahil toplum tarafından dışlanması anlamına da geliyor. 

Dış dünya aslında değişmemiş, o robotlaşmış birine dönüşüyor ve yaşattıklarını yaşamaya başladığında her şey ters yüz oluyor.

Alex, bir çeşit otomatik bir kuklaya dönüşüyor.

*

İnsan doğası açısından bakıldığında iyinin yanı sıra kötünün de önemli bir yeri olduğu, birinin diğerinden ayrı düşünülemeyeceği “Otomatik Portakal”ın temel temasıdır, diyebiliriz. 

Alex'in şiddetle yoğrulmuş bireysel isyanı, ne kadar şok edici ve şiddetli olursa olsun, tuhaf bir şekilde sempatik. 

Kitabı okuduğunuzda tam tabiriyle Alex’in aşağılık biri olduğu fikrine kapılıyorsunuz. Çünkü şiddet dürtülerini dizginlemeden özgür bıraktığını ve bunun insanlık dışı olduğunu görüyorsunuz. 

Diğer yandan, sayfalar ilerledikçe ve hikâyenin kırılma anı itibarıyla onu insan yapanın da bu özgürlük duygusu olduğunun farkına varıyorsunuz.

Bu kötü karakterli ergenin ekibi ile yaptıklarına karşın ceza olarak yaşadıklarını da görünce, yaptığı kötülüklerden ziyade başına gelenlere üzülüyorsunuz.

Bununla beraber, insanın seçme iradesine sahip olup olmaması meselesi, kitabı sarıp sarmalıyor.

Bireyin seçme özgürlüğü olmalı mı yoksa olmamalı mı?

Bireyin seçim yapma özgürlüğü söz konusu olduğunda karşımıza iki temel husus çıkıyor:

1. Bireysel seçimlerin, toplumun ve kişilerin özgürlük alanlarını, güvenliğini ve toplumun istikrarını ortadan kaldırmaya yönelmesi (yani bireyin kötüyü seçmesi ve suça yönelmesi sorunu), 

2. Devletin, bireyin kötüyü seçme olanağına müdahale ederek seçme özgürlüğünü elinden alıp yerine önceden belirlenmiş iyi davranışları koyarak toplumu korumaya çalışması (yani bireyin seçme özgürlüğünün ortadan kaldırılması).  

Alex'in dünyasında, hem bireyin kontrolsüz ve dizginlenemeyen gücü hem de devletin aşırı kontrolcü, baskıcı, egemen gücü tehlikeli bir durum olarak ortaya konuyor. 

“Otomatik Portakal” bize şunu gösteriyor:

Alex sadece kendini iyi hissettiği için çalar, tecavüz eder ve öldürür, ancak şiddet dürtüsünün kendisi devlet tarafından oluşturulan şiddet merkezli bir program yoluyla ortadan kaldırıldığında, sonuç aynı derecede tehlikelidir. Çünkü insanı insan yapan temel unsurlardan olan seçme özgürlüğü Alex’in elinden alınmıştır.

“Kişiye seçme hakkı tanınmazsa, kişi o kişi olmaktan çıkar, dolayısıyla kişiliğini yitirir” mi?

Son zamanlarda gündemde olan kader, insanın külli ya da cüzi, yani kısmi ya da tam irade meselesi ile genel olarak egemen güçlerin zorunlu gördükleri toplumsal birliği, dirliği ve düzeni sağlamak adına giriştikleri bir dizi “tedavi” programı üstüne düşünmek farklı bir bakış açısı kazandırabilir.

Üstüne düşünelim…

*

Gerçek ismi John Burgess Wilson olan Anthony Burgess (1917-1993) çok yönlü bir sanatçı; romancı, eleştirmen ve besteci. Aynı zamanda bir libretto yazarı, şair, oyun yazarı, senarist, deneme yazarı, gezi yazarı, yayıncı, çevirmen, dilbilimci ve eğitimci. 

İngiliz Dili ve Fonetik eğitimi almış. Elliden fazla kitabı olan bir entelektüel.

1959 yılında beyninde tedavi edilmesi mümkün olmayan bir tümör saptanması yaşamının kırılma anı oluyor. Tam bir yıl içinde 12 kitap yazıyor. Fakat, teşhisin yanlış olduğu çıkıyor. Bu bir senelik etkin yazma faaliyeti, onu dünyaca ünlü bir yazar olmaya giden çalışmayı teşvik ediyor. “Otomatik Portakal” (1962), büyük ihtimalle bu yazma serüveninin doruk noktası olarak ortaya çıkıyor.

İngiltere'nin yanı sıra Güneydoğu Asya, ABD ve Akdeniz Avrupa'da uzun süre yaşıyor ve Malezya ve Borneo’da geçirdiği zamanlara ilişkin bir üçleme kaleme alıyor. Joyce, Hemingway, Shakespeare ve Lawrence üstüne biyografi eserleri mevcut.

Türkçeye çevrilmiş eserleri arasında, “Otomatik Portakal”, “Doktor Hastalandı”, “Mozart ve Deyyuslar”, “Bir Elin Sesi Var” sayılabilir.

En önemli eseri “Otomatik Portakal” olmasına karşın “Bir Elin Sesi Var” (1961) isimli kitabını da okumanızı tavsiye ederim.

“Otomatik Portakal” sinema tarihi açısından önemli filmlere imza atmış ünlü Amerikalı yönetmen Stanley Kubrick tarafından yine aynı isimle 1971’de sinemaya uyarlandı. 

Bilindiği gibi Kubrick, aynı zamanda Spartacus (Spartaküs), 2001: A Space Odyssey (2001: Bir Uzay Macerası), Shining, Full Metal Jacket, Eyes Wide Shut (Gözleri Tamamen Kapalı) gibi ses getiren filmlerin yönetmeni.

“Otomatik Portakal”, Kubrick sineması açısından önemli bir örnek. Kitabın distopik, karanlık ve aynı zamanda kara hicve dayalı atmosferi perdeye çok iyi yansıtılmış. Bu da Kubrick’in ne kadar iyi bir yönetmen olduğunu gösteriyor.

Bu başarı, filmin sinemanın çeşitli dallarında 24 adaylık ve 12 ödül almasını sağlamış. Ayrıca film, 1972 Oscar Ödülleri’nde En İyi Film, En İyi Yönetmen, En İyi Uyarlama Senaryo ve En İyi Film Kurgusu dallarında da ödüle aday gösterilmiş.

Filmin başrollerinde Malcolm Mcdowell, Patrick Macgee ve Michael Bates oynuyor. 

Romanın bu klasik uyarlamasını tekrar izlemek zihin açıcı olabilir.

İyi seyirler…