Manisa'da kurulacak fabrika için iş ilanları yayımlandı
Manisa'da kurulacak fabrika için iş ilanları yayımlandı
İdil Bilgen, Bingöl'e atandı
İdil Bilgen, Bingöl'e atandı
Kenti karıştıran atama
Kenti karıştıran atama
Aşiret düğünlerinde paranın kaynağı nereden geliyor
Aşiret düğünlerinde paranın kaynağı nereden geliyor
123456789
Manisa'da kurulacak fabrika için iş ilanları yayımlandı
Manisa'da kurulacak fabrika için iş ilanları yayımlandı
İdil Bilgen, Bingöl'e atandı
İdil Bilgen, Bingöl'e atandı
Kenti karıştıran atama
Kenti karıştıran atama
Aşiret düğünlerinde paranın kaynağı nereden geliyor
Aşiret düğünlerinde paranın kaynağı nereden geliyor
123456789

KADIN CİNAYETLERİ SİYASİDİR!

Türkiye gündem canavarı olduğu için, Batılı ülkelerde en az üç dört ay gazete manşetlerinden inmeyecek, haber kanallarında birinci sıradan düşmeyecek konular, bizde en fazla 24 saat konuşuluyor.

Pınar Gültekin davası da öyle!

Herkesin nefesini tutarak takip ettiği davada, 23 ay sonra karar çıktı. Müebbetti istenen Cemal Metin Avcı'ya “haksız tahrik indirimiyle” 23 yıl hapis cezası verildi.

Ancak, karar bu haliyle kesinleşirse, katil şartlı salıverme ve denetimli serbestlik tedbiri uygulanmasıyla 14 yıl 4 ay sonra cezaevinden çıkabilecek.

Yani, Cemal Metin Avcı, 14 yıl 4 ay sonra aramızda olacak.

Türkiye ayağa kalktı!

Pınar Gültekin'i vahşice ve tasarlayarak öldürmüş olduğu her koşulda belli olan katilin, bu kadar az ceza almasını toplum vicdanı kabul etmiyordu!

Her kesimde tepkiler çığ gibi büyüdü. Hukukçu yorumları, siyasilerin, sivil toplum örgütlerinin açıklamaları arka arkaya geldi!

Ülkede deyim yerindeyse yer yerinden oynadı.

Sonra...?

Hepimizin vicdanını yaralayan bu kararı sadece bir gün konuştuk.

O kadar!

Ertesi gün ülke gündemi hızla değişiverdi.

Marmaris'teki orman yangınları, iktidarın basına ve sosyal medyaya getirmek istediği sansür yasası ve Suudi Arabistan Veliaht Prensi Bin Salman'ın Türkiye ziyareti hızla gündemin ön sıralarına taşınınca, Pınar Gültekin davası gündemin tozlu raflarındaki yerini aldı.

Mesele üzerine uzun uzun bir şeyler söylemek, tepki göstermek, isyan etmek mümkün ama lafı hiç uzatmadan açık biçimde vurgulamak, altını çizmek gerekir ki, kadın cinayetleri siyasidir!

Bunun en önemli göstergesi, Türkiye'nin hukuka aykırı biçimde, kadına şiddeti “insan hakları ihlali” olarak tanımlayan İstanbul Sözleşmesi'nden bir Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile çekilmiş olmasıdır.

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın, iktidara bağlılıklarını yavaş yavaş sorgulamaya başlayan tarikatlardan, cemaatlerden gelecek üç beş oy uğruna, İstanbul Sözleşmesi'nden vazgeçtiğini cümle alem biliyor.

Gazeteci olarak sözleşmenin 11 Mayıs 2011 tarihinde imzaya açıldığı Birleşmiş Milletler En Az Gelişmiş Ülkeler toplantısını izleme şansım olmuştu.

İktidarın konuyu medeni dünya önünde nasıl övünç meselesi yaptığına bizzat tanık olmuştum.

Hariciye bürokrasisi, bunu gazetecilere anlatmak için adeta seferberlik ilan etmişti.

Kadına şiddet meselesine İslamcı perspektiften baktığını, medeni hukukla sorunu olduğunu, Cumhuriyet devrimlerinin kadını özgürleştirmiş olmasından duyduğu rahatsızlığı hiç saklamamış olan iktidarın bu yaklaşımı kendi içinde çelişkili gibi görünüyor olsa da, dönemin Başbakanı Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, İstanbul Sözleşmesi sayesinde iyi prim yapmıştı.

Kutlama mesajları arka arkaya geliyordu.

Tabii bu noktada, tarihsel döneme dikkat çekmekte yarar var.

2011 yılının mayıs ayında Arap Baharı, yeni yeni kendisini gösteriyordu.

Tunus kaynamaya başlamış, Suriye hareketlenmişti. Mısır'da İhvancı Muhammed Mursi'nin iktidara gelmesine bir, iktidardan düşmesine iki yıl vardı.

Adalet ve Kalkınma Partisi'nin penceresinden bakıldığında Orta Doğu'da ve Kuzey Afrika'da İhvan'ın iktidara taşınacağı, siyasal İslamcı rejimlerin kurulacağı, Türkiye'nin bu süreci yöneteceği yeni bir döneme girmiştik.

İktidar, bütün dünyaya İslam ve demokrasinin birbiri ile çelişmediğini anlatmaya çalışıyor, böylece uluslararası meşruiyet devşirmeyi, Türkiye'nin Arap Baharı'nda üstleneceği rol için Batılı ülkelerden destek almayı amaçlıyordu.

İstanbul Sözleşmesi dünya kamuoyunu ikna etmek için önemli bir araç oldu!

İlerleyen dönemlerde bu sözleşmeyi hazırlayan ülke olmanın avantajından sonuna kadar yararlandılar, Batılı kamuoyunda üretilen rıza, iktidara siyasi destek olarak yansıdı.

Anadolu'daki tabiriyle, sözleşmenin ekmeğini güzelce bir yedi.

Ancak, Adalet ve Kalkınma Partisi'nin gerçek ajandasını bilenler, bunun farkında olanlar, haberlerini, yazılarını güçlü çekincelerle kaleme aldılar.

Sözleşmenin imzaya açılmasından birkaç gün sonra Avrupa Konseyi Genel Sekreter Yardımcısı Hollandalı Maud de Boer-Buquicchio ile İstanbul’da söyleşi yapma şansım olmuştu.


Röportaj için yanına gittiğimde ilk gözlemim, Boer-Buquicchio'nun çok sevinçli olduğu yönündeydi.

Türkiye'nin gerçekten çok önemli bir işe imza attığını düşünüyordu.

Böyle bir sözleşmenin hazırlanmış olmasının Avrupa Konseyi için önemli kazanım olduğu, kadına yönelik şiddetin engellenmesi için bu sözleşmenin büyük önem taşıdığı görüşündeydi.

Ancak çekinceleri yok değildi.

Adalet ve Kalkınma Partisi'ni Avrupa'daki Hristiyan Demokratlar gibi "Müslüman Demokrat" bir siyasi yapı olarak görse de daha ilk cümlesinde, bu sözleşmeyle Türkiye'nin uluslararası yükümlülük altına girmiş olduğunu söylemesi dikkat çekiciydi.

Boer-Buquicchio'ya göre iktidar, bu konuda adım atmaktan imtina etse bile uluslararası bir yükümlülük taşıdığından buna mecbur kalacaktı.

Bugünün penceresinden o döneme baktığımızda son derece naif bir yaklaşım olduğu saptamasını yapalım ve devam edelim.

Boer-Buquicchio, özenli cümlelerle "zihniyet meselesini" de gündeme taşımıştı. 

Sonuçta bütün bu yazılanlar kağıt üstündeydi. Her ne kadar ayrıntılı bir düzenleme olursa olsun, sonuçta bunun uygulanmasında insan faktörü öne çıkıyordu. Zihniyet meselesine vurgu yapmasının altında yatan ülkedeki maskülen yapıydı. Batı'dan bakınca Türkiye'deki kamusal alanın erkek egemenliği altında olduğu çok rahat görülebiliyordu.

Bu yapının ve bu yapıya bağlı zihniyetin değişmediği sürece sözleşmenin uygulanmasının zor olduğunu düşünüyordu.  

Özetle demişti ki, "isterseniz uygularsınız, istemezseniz uygulamazsınız"

Sonra da eklemişti:

"Eşitlik ve demokrasi, kadının ülkenin geleceğinde söz sahibi olmasına bağlı. Bunu dikkate almak zorundasınız"

Biz, Boer-Buquicchio'nun sözünü ettiği kamusal alandaki İslamcı maskülen yapının, zaman içinde bırakın çözülmesini ve zihniyet değişikliğine gitmesini, geçen 11 yıl içinde çok daha fazla saflarını sıklaştırıp tahkim olduğunu gördük.

İktidar bu yapıyı, her fırsatta ve her türlü vasıtayı kullanarak tahkim etmeyi sürdürdü.

Toplumu kutuplaştırdı. Kadınları ve kadın haklarını ön planda tutmaktan özenle kaçındı. Buna karşın "başörtüsü mağduriyetini" sürekli sıcak tuttu.

Ez cümle;

Kadına şiddet devam ettiği, kadına şiddet uygulayan artık kim varsa, hak ettiği cezayı almadığı ve toplumun bütün kesimlerinin, hem lafzıyla hem ruhuyla kadına şiddeti güçlü şekilde kınamadığı sürece medeniyetten nasibimizi almamış olacağımızı söyleyip yazımıza noktayı koyalım.