Şefika Kutluer Festivali 24 Kasım'da başlıyor
Şefika Kutluer Festivali 24 Kasım'da başlıyor
Dünyanın en pahalı muzu
Dünyanın en pahalı muzu
Mehmet Ali Erbil hakkındaki iddianame
Mehmet Ali Erbil hakkındaki iddianame
Uğur Dündar'a açılan babalık davası
Uğur Dündar'a açılan babalık davası
123456789
Şefika Kutluer Festivali 24 Kasım'da başlıyor
Şefika Kutluer Festivali 24 Kasım'da başlıyor
Dünyanın en pahalı muzu
Dünyanın en pahalı muzu
Mehmet Ali Erbil hakkındaki iddianame
Mehmet Ali Erbil hakkındaki iddianame
Uğur Dündar'a açılan babalık davası
Uğur Dündar'a açılan babalık davası
123456789

Karayalçın'dan dikkat çeken açıklamalar! Cumhurbaşkanı adayı kim olmalı? Cumhurbaşkanı adayını kim seçmeli?

GAZETE DURUM'un Pazar Söyleşisi'nin bu haftaki konuğu, Murat Karayalçın.

1995 yılındaki SHP-CHP birleşmesi öncesinde SHP Genel Başkanlığı, Başbakan Yardımcılığı ve Dışişleri Bakanlığı yapan Karayalçın, Türkiye'deki sosyal demokrat geleneğin önemli bir temsilcileri arasında bulunuyor. Karayalçın, iç ve dış politikaya ilişkin sorularımızı yanıtladı:

İsterseniz önce dış politikadan başlayalım. Şu sıralar en önemli gündem maddesi biliyorsunuz, Türkiye NATO’da veto hakkını kullanıyor, Finlandiya ve İsveç’in üyeliği konusunda. Siz buna nasıl bakıyorsunuz? Şu açıdan soruyorum bunu, daha önce Türkiye, Finlandiya ve İsveç’e yönelik tutumunu "olumlu" olarak açıklamıştı, hatta bu iletilmişti ama Cumhurbaşkanı Erdoğan, birdenbire, "Olumlu bakmıyoruz" dedi ve giderek sesinin tonunu yükseltti. 

Ben, Türkiye’nin yaklaşımının doğru olduğu kanısındayım. Ancak bir süre önce Finlandiya Cumhurbaşkanının bir konuşması, video yoluyla bana gönderilmişti. Orada, Sayın Cumhurbaşkanı’nın, Sayın Finlandiya Cumhurbaşkanı’na bu üyelik girişimine olumlu baktığını söylediğini öğrendim ve bundan da çok büyük bir üzüntü duydum. Bu, Türkiye siyasetinin anlamsız zig zaglarının bana göre çok çarpıcı bir göstergesiydi. Türkiye, aslında İsveç’in ve Finlandiya’nın NATO’ya başvuruda bulunmasından önce de NATO üyesi ülkelerin NATO’nun felsefesi ile denk düşmeyen yaklaşımlarının Türkiye’nin savunmasında yarattığı sorunların çözümü için çaba harcayabilmeliydi. Sonuç alabilmeliydi. Öyle anlaşılıyor ki, bu yapılamadı. Yapılamadığı da yaşadıklarımızdan belli zaten. Amerika’nın PYD’ye vermiş olduğu destek, Türkiye’ye değişik NATO üyesi ülkelerinin, başta Amerika olmak üzere uyguladıkları silah ambargosu zaten bunların göstergesiydi. En sonunda, bu noktada Türkiye tavrını ortaya koydu. Bence bu, yalnızca İsveç ve Finlandiya ile bu kez sınırlı olmamalı. Türkiye daha önce NATO’ya üye olmuş ülkelerin, başta ABD olmak üzere, kendi savunmasını olumsuz etkileyen tavırlarını, uygulamalarını, kararlarını da değiştirmeye zorlamalıdır. F-35 konusu bana göre bunların başında geliyor. Bir gasp var F-35 olayında. Türkiye'nin haklarının gasp edildiğini görüyoruz. Sayın Cumhurbaşkanı, Sayın Dışişleri Bakanı ve Sayın Milli Savunma Bakanı da bunu ifade etmişlerdi. Endişem, birkaç küçük makyaj niteliğindeki düzenleme ile bunun geçiştirilmesidir. Umarım olmaz.

Erdoğan dış politikayı, iç politikada bir kaldıraç olarak kullanıyor. Öyle bir korkunuz olduğunu söylediniz. Mesela ne taviz alıp bunu içeriye nasıl pazarlayabilir?

Şimdi aslında o konuda da çok ilginç olaylar yaşadığımızı belirtmem gerekir. Sayın Grup Başkan Vekilinin Birleşik Arap Emirlikleri ile ilgili söyledikleri Adalet ve Kalkınma Partisi’nin üst yönetiminde çok büyük bir tepki gördü. Herhalde Cumhurbaşkanının içinde olduğu bir süreçle o kişi görevden alındı. Bu bir pazarlamaydı, doğru olmayan bir pazarlama yöntemiydi. Tamamen atış serbest anlayışı ile "böyle en iyi sonuç alınabilir" ya da "bu etkili olur" gibi bir karar vermiş olacak ki Sayın Grup Başkan Vekili, öyle bir söylem kullanarak konuyu kamuoyu ile paylaştı. Aslında hemen hemen her alanda bunu görüyoruz. Bu, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin tutarsızlığının da bir ifadesi. Adalet ve Kalkınma Partisi, çeşitli konularda, dış siyaset konularında bir öyle, bir böyle davranarak, belki kamuoyunu ölçüp, “Acaba hangisi daha fazla benim işime yarar” hani bunu bir deneyerek göreyim yaklaşımıyla bu uygulamaları sergiledi. Çok eski tarihten bir örnek vereyim. Libya’ya Fransa’nın başını çektiği ambargoyu hatırlıyorsunuzdur. Önce Adalet ve Kalkınma Partisi esti gürledi, “NATO’nun ne işi var” dedi. Sonra da NATO kuvvetlerine denizden destek veren bir karar aldı ve uygulamanın içine girdi. İkisi arasında çok kısa bir süre olduğunu anımsıyorum. Kaddafi’yi hiçbir şekilde desteklemem beğenmem söz konusu değildir ama eski bir Dışişleri Bakanı olarak, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin bir yurttaşı olarak, Kaddafi'nin 1974 yılında bize vermiş olduğu desteğin de unutulmaması gerektiğine inanan birisiyim. Bize o unutulmaz desteği veren Kaddafi’yi, Kaddafi’nin ailesini, Kaddafi’nin ülkesini Türkiye bu yolla ortadan kaldıran eylemin içine giriverdi. Niye başta öyle dedi sonra tavır değiştirdi, bilemiyorum. Herhalde kısa aralıklarla ölçüyorlar, “Öyle mi iyi olur böyle mi iyi olur. Kamuoyunu nasıl etkileriz” diye düşünerek bu kararları veriyorlar, uyguluyorlar. Aslında dış siyasetle iç siyasetin o kadar kesin olarak ayrılması çok kolay değil bence. Hükümetin uygulamalarının kendisini başarıya taşıması gerekir. Her hükümet bunu ister. Dış siyasette de, iç siyasette de bunu ister.

"ATATÜRKÇÜ DIŞ SİYASET, DOĞRU BİR ÇİZGİDİR"

Türkiye’de iç ve dış siyasetin çok kesin olarak birbirinden ayrılması gerektiği yönünde bir görüş olduğunu biliyorum. Dış siyaset millidir diye bir değerlendirme yapılır, yapılmıştır, yapılmaktadır. Aslında, dış siyaset millidir, onu da biliyorum. Atatürkçü, dış siyaset diye adlandırabileceğim, Türkiye’nin dış siyaset çizgisi olmuştur Cumhuriyetten beri izlediği... O doğru bir çizgidir. O milli bir çizgidir. O, Türkiye’nin çıkarlarını en üst düzeyde gözeten bir çizgidir. O çizgiden ayrıldığımızda başımıza nelerin geleceğini hep birlikte görerek hepimiz yaşamışızdır. O yönüyle bir milli dış siyasetten söz etmek olanaklı. Ama onun dışında ben böyle bir ayrımın da çok doğru olmadığını belirtmek isterim.

"KENDİMİZİ ANLATAMADIK"

Peki İsveç ve Finlandiya bugüne kadar Kürt meselesine farklı yaklaştı. Onlar İnsan hakları meselesinden yürüdüler. Türkiye’yi nerede köşeye sıkıştırırız diye baktılar belki. Ama bu konuda bir mevzide durduklarını söylemek mümkün. NATO’ya üye olmak adına, iç politikada benimsedikleri bu mevziden kolay kolay vazgeçerler mi? Yoksa farklı bir denklem kurup ya da farklı bir pazarlık içine girip ya da Amerika üzerinden Türkiye’nin bunu kabul etmesini sağlayabilirler mi? Meselenin oluru ne tarafa doğru gider sizin gördüğünüz?
Türkiye yaşanan gerçekliklerinin anlatılması konusunda kendi üzerine düşeni yapmadı. Yeterince oranın kamuoyunu aydınlatmadı. Sorunların bir bölümünün oradan kaynaklandığını düşünüyorum.

Gücümüz mü yetmedi?

Bence alışkanlıklarımız tavrımız yaklaşımımız bunun yapılmasının önünde bir anlamda engeldi. Biraz da yönetime, yöneticilere, büyükelçilere göre değişen uygulamalar söz konusuydu. Solmaz (Ünaydın) Hanım, Stockholm Büyükelçimiz, -çok zor bir yer İsveç- orada görev yaptı ve harika bir çalışma sergiledi. Ben büyükelçiye göre değişir derken, bunu dikkate alarak söylüyorum. Solmaz Hanım tek başına neredeyse, büyükelçilikte arkadaşlarıyla birlikte, İsveç kamuoyunun önünde Türkiye’nin haklarını, Türkiye’nin haklılığını en üst düzeyde dile getirmiş birisiydi. Çok büyük bir takdir gördü, onu da biliyorum. Daha önceki yıllarda bizim büyükelçiliğin önünün dikenli tellerle çevrilen görüntüleri vardı onu da biliyorum. O büyükelçilerimiz de bu sorunların aşılması için çaba harcamışlardır ama Solmaz Hanım sonuç aldı. Üzerine gitmek gerekiyor.

Bireysel çabalar ön plana çıktı…

Büyükelçilere göre değişir, dediğimde bundan söz ediyordum biraz da. Ben Gümrük Birliği öncesinde İsveç’e gitmiştim. İsveç Dışişleri Bakanlığının unutulmaz bir müsteşarı vardı. Daha sonra Birleşmiş Milletler'de de görev yaptı üst düzeyde. Bir çalışma ziyaretiydi benimki. Havaalanında Dışişleri Müsteşarı beni karşıladı. Biraz hayret ettim çok memnun oldum. İkimiz bir arabaya bindik. Büyükelçimiz de ayrıca geliyordu. Çok teşekkür ettim beni karşılamaya geldiği için. Dedi ki, “Sayın Büyükelçiniz aslında teşekkür edilmesi gereken kişi. Bu sabah Türkiye ile ilgili Stockholm radyosunda çok başarılı bir program hazırlamıştı. Türkiye’nin tezlerini dile getirmişti. Buraya gelip sizi karşılamamı benden istedi, ben de memnuniyetle geldim” dedi.
Birlikte parlamentoya gittik. Dışişleri Komisyonunda ben bir sunuş yaptım. Sunuşumdan sonra, İsveç Parlamentosu Dışişleri Komisyonuna, “Lütfen soru sorun” dedim. Bir kadın parlamenter parmak kaldırdı. Söz istedi, “buyurun” dedim. “Niye öğretmenlerinizi öldürüyorsunuz Türkiye hükümeti olarak” dedi. “Anlamadım ne biçim soru bu niye biz öğretmenlerimizi öldürelim” dedim. Elinde de bir kağıt var, bir sayı var oradan okudu. “Şu kadar öğretmeninizi öldürmüşsünüz” dedi. Bana da bakanlıktan, büyükelçilikten hazırlamışlardı, PKK’nın öldürdüğü ve o bölgedeki Kürt çocuklarımıza Türkçe öğretmemeleri için öldürdüklerini de ilan ettiği öğretmenlerimizin listesi vardı bende. Ben de onu söyledim. Hayret etti, “ama ben böyle bilmiyorum” dedi. Ben bundan çok etkilendim. Sonra döndüğümde bunu Sayın Cumhurbaşkanı ve Sayın Başbakan ile de konuştum.
Yani bu, hem Milli Güvenlik Kurulu'nda hem de - Türkiye’de dış siyasetin konuşulduğu Cumhurbaşkanı, Başbakan, Genelkurmay Başkanı, Dışişleri Bakanı diye bir böyle küçük bir platform vardır- hem de orada bunun ele alınması gerektiğini düşündüğümü söyledim. Ulaşamıyoruz, yani PKK çok iyi örgütlenmiş, PKK bunları anında duyuruyor ve gerçek dışı bir şekilde duyuruyor. Ama Türkiye, koskoca örgütlenmesine rağmen bu konuda yetersiz kalıyor. Kürt sorununun çözümü başka, PKK’nın durumu başka. İsveç'in duyarlılığı Kürt sorununa da tabi öyledir ama onun ötesinde PKK ile bu ilişkilerin açısından tepki verilmesi gereken bir durum, bir sorun. Onun için o ikisini birbirinden ayırmak gerekiyor.
Biraz sanırım PKK’yı ya da devlet altı örgütlenmeleri dış politikada bir enstrüman olarak kullanma eğilimleri de var. Sizin ne kadar süngünüz düşük olursa bu nedenlerden dolayı Batıya karşı, bunu o kadar kullanma eğilimleri oluyor benim gördüğüm. Öğrenmek de istemiyorlar çok anladığım kadarıyla.
Evet. Çünkü güvenmiyorlar. Devletin sesi. Bunlar, işine geldiği gibi bilgi verirler diye görüyorlar. Sivil örgütlenmelere çok gereksinme var. Bizim bir diasporamız yok maalesef oluşamıyor, Yunanistan gibi, İsrail gibi Ermenilerin diasporası gibi. Bizde yaşadıkları ülkeyle güçlü ilişkiler kuran bir diaspora yapılanması maalesef sağlanamadı. Sivil toplum örgütlenmesinde de çok fazla yokuz. Ben birkaç uluslararası kuruluşta görev almıştım mesela, Uluslararası İskan Konseyi Yönetim Kurulu üyeliğine seçilmiştim. Uluslararası Kooperatifler Konut Komitesini Yürütme Kurulu üyeliğinde bulundum. O zamana kadar bir başka Türk orada görev almamış. Kentleşme, kooperatifleşme, konut vs. o alanda hani bizim bir sesimizi çıkardığımız bir girişimimiz olmamış. Selim Bey, aslında dış siyasetle bağlantılı olmasa da o tür platformların dış siyasetin güçlendirilmesinde desteklenmesinde çok özel bir önemi olduğunu biliyorum. Orda yetersiziz. Onun sorunlarını yaşıyoruz. Devletin yaptığı açıklamalarda basın bülteni falan çok fazla önemsenmiyor.

"İYİ Kİ GÜMRÜK BİRLİĞİ'NE GİRMİŞİZ"

Hemen burada bir parantez açalım. Siz söyleyince sorma gereği hissettim. Gümrük Birliği Anlaşması imzalandığı sırada siz Dışişleri Bakanıydınız. Ondan sonra çok tartışmalar oldu. Gümrük Birliği Anlaşmasının yeterince tartışılmadan imzalandığı yönünde. Bugünden dönüp baktığınızda 1995, 27 yıl olmuş, çeyrek asrı devirmiş. “İyi ki yapmışım, iyi ki bunu imzalamışım” mı diyorsunuz yoksa, “imzalamışım ama şu eksikleri de var mı diyorsunuz?” Yoksa, “keşke imzalamasaydım mı diyorsunuz?” Bugünden nasıl bakıyorsunuz?

Dış siyasette genellikle toptan kazanım da söz konusu değildir, toptan kayıp da söz konusu değildir. Tıpkı bir proje üzerinde karar vereceğiniz gibi ne elde ediyorum ya da ne eksik, onun karşılaştırmasını yaparsınız ve elde ettiğiniz eğer daha fazla ise onu uygularsınız, imzalarsınız. Bence eksiklikler vardı. Ben müzakeresinde maalesef bulunamadım. Benden önce büyük ölçüde müzakere edilmişti. Örneğin, hizmetlerin serbest dolaşımı bana göre sağlanabilmeliydi. Şimdi Türkiye bunun peşinde. Gümrük Birliği'nin genişletilmesini talep ediyor Türkiye ve o taleplerinden bir tanesi de hizmetlerin serbest dolaşımı. Hizmetlerin serbest dolaşımı deyince çoğu kez aklınıza işte ticari büroların, avukatlık bürolarının, mühendislik bürolarının, girişimlerin serbest hareketi geliyor ama. Mesela benim bildiğim kadarıyla bu, çok ciddi bir sorunumuz olan TIR'ların taşımacılık hizmetlerinin serbest dolaşımı da yine bu kapsamda düşünülebilecek, değerlendirilebilecek bir şey. Ama bana göre çok doğruydu. Zaten bugün geriye dönüp baktığınızda Avrupa Birliği ile ilişkilerimizde geriye kalan tek şey de budur. Daha doğrusu tek kazanımımız da budur. Gümrük Birliği ile ilgili o dönemde akıl almaz eleştirilerin yapıldığını anımsıyorum. Örneğin Gümrük Birliği görüşmeleri sırasında ‘Kıbrıs'ın satıldığı’ iddia edildi Selim Bey. Yani hayretler içindeyim. Çok önemli insanların bunu seslendirmiş olması o zaman da bir türlü içime sinmemişti. Geriye dönüp hatırlıyorum o çok önemli isimlerin bunu seslendirmesini. Yine içime sinmiyor. İç siyasetle dış siyasetin çok iç içe olduğunu söylemiştim ya, bunu ben başka şekilde açıklayamıyorum. Kıbrıs'ın görüşülmediği, Kıbrıs’ın gündemde olmadığı bir toplantı. Gümrük Birliği’nin nihai kararının alındığı ortaklık konseyi toplantısında Kıbrıs gündem maddesi değil. Kıbrıs'la ilgili bir görüşme yapılmadı, bir görüşme öngörülmemişti. Yalnızca ben konuşmamda Kıbrıs sorununa değindim. Türkiye’nin Kıbrıs ile ilgili en net tavrını orada dile getirdim. Dedim ki, “çok yaygın söylentiler var”, güney Kıbrıs Rum Yönetimi galiba 1990 ağustos ayında Avrupa Birliği'ne başvurmuştu üyelik için. O sırada AB’nin Kıbrıs’ın bu başvurusunu kabul edebileceği görüşü de oldukça yaygın bir biçimde dile getirilmekteydi. Dedim ki, “Size Kıbrıs'la ilgili sizin kararlarınızı anımsatmak istiyorum. Avrupa Birliği tartışmalarının olduğu coğrafyalarda tartışan tarafların sorunları kendi aralarında çözmeden herhangi birinin üye yapılmasından yana olmamıştır hiç. Bunu unutmamanızı size tavsiye ediyorum. Biz Avrupa Birliği üyesi değiliz dolayısıyla Kıbrıs Avrupa Birliği’nin gündemine geldiğinde bizim bir veto hakkımız yok. Ama size şunu söyleyeyim eğer alırsanız aynı anda Türkiye de Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ile bütünleşmek zorunda kalacaktır. bunu unutmamanızı size tavsiye ederim” dedim.
O kadar çok ‘Kıbrıs'ı sattılar’ lafı Türkiye tarafından dile getirildi ki, şu dediğim aslında çok da kolay söylenecek bir laf değil. Ama şu dediğimi Türkiye kullanamadı. Sayın Onur Öymen ve Rauf Denktaş dışında bu dediklerimi dile getiren de olmadı. Ben ayrıca Rauf Denktaş’la sürekli temas halindeydim zaten Sayın Tugay Uluçevik aracılığıyla. Rauf Bey'e bilgi de veriyordum. Ayrıca Gümrük Birliği’nden önce ve sonra Kıbrıs’a gittim, ziyaret ettim. Sayın Rauf Denktaş’a bilgi verdim. Hazırlık konusuna gelince, bence o da çok doğru değil. Şu açıdan doğru değil. Türkiye ile Avrupa Ekonomik Topluluğu arasındaki anlaşma 12 Eylül 1963 tarihinde imzalandı. O anlaşma aslında bir Gümrük Birliği Anlaşması. Yalnızca anlaşmanın son maddesi diyor ki, Gümrük Birliği sağlandıktan sonra işlemeye başladıktan sonra eğer koşullar uygun gelişirse bu, Türkiye'nin tam üyeliği konusunda bir değerlendirme yapılmasını sağlayacaktır. Duruma göre, eğer başarılı sonuçlar elde edilmişse onu değerlendireceğiz, diyor, anlaşmanın son maddesi. Anlaşmanın ilk maddesi galiba beşinci maddesiydi, üç aşamalı bir anlaşmayı öngörüyordu: Birinci aşama hazırlık aşaması, ikinci aşama geçiş aşaması, üçüncü aşama Gümrük Birliği. Hazırlıkla geçiş Gümrük Birliği'ne hazırlık, Gümrük Birliği'ne geçiş ve 12 yıllık ve 22 yıllık mallar listesi de o hazırlık geçiş döneminin hazırlıkları anlamında ya da o dönemde alınması gereken önlemler bağlamında ortaya konmuştu. Gümrük Birliği’nin bu ortaklık anlaşmasının yürürlüğe girmesiyle zaten Avrupa Birliği tek taraflı olarak gümrük duvarlarını açmıştı. Türkiye’de gümrük duvarlarını hazırlamak için açmak için 12-22 yıllık o geçiş dönemlerini kullanmıştı. Orada, her mal için, her ithalat ihracat kalemi için ayrı ayrı bunlar vergi oranlarıyla ortaya konmuştu. Çok uzun bir hazırlık olmuştu. Ama bence asıl olarak şuna bakmak lazım. Dediğiniz gibi çeyrek yüzyıldan fazla bir süre geçti. Geriye dönüp baktığımızda ya da bugün değerlendirdiğimizde, bizim için iyi mi oldu, kötü mü oldu? Bu biraz da Türkiye ekonomisinin dışa açılacağı iyi mi kötü mü olacak değerlendirmesi anlamına geliyor. O tarihte yine çok önemli siyaset adamlarının şunları söylediğini anımsıyorum, “yahu yapmayın, yani biz Gümrük Birliği'ne girersek belki tekstili kurtarırız ama yeni yeni gelişmekte olan otomotiv sanayimiz var bu çökecektir ya da geliştirmeye çalıştırdığımız öteki sanayi dallarında istenilen sonuçlar alınamayacaktır” deniyordu. Şimdi tam tersi oldu Selim Bey. Otomotivde biz bir patlama yaptık. Otomotiv ihracatımız tek kalemdeki en yüksek ihracatımız. Elektronik eşya ihracatı, beyaz eşya ihracatı son derece de başarılı. Bence Gümrük Birliği ile birlikte biz Türkiye sanayinde çok önemli bir gelişmeyi de başlatmış olduk. Yani Çorumlar, Denizliler, Karamanlar, Antepler, Maraşlar, Konyalar vs. yani burada bizim insanımızın girişimci ve rekabetçi gücü ortaya çıktı ve biz şimdi 225 milyar dolar ihracat yapıyoruz. İthalatın çok yüksek olmasının da bununla ilgisi yok. O sırada eleştirenler diyorlardı ki, “ama ithalat da yapıyoruz”. Yahu ithalatı Gümrük Birliği nedeniyle yapmıyorsun, o ithalat zaten yapılıyor. Yani malı Japonya’dan ya da Güney Kore’den almıyorsun doğrudan alıyorsun. Yani fark etmiyor zaten ithalat hacmi açısından. Ben Türkiye’nin Gümrük Birliği yoluyla Avrupa Birliği’ne girdiğini, Avrupa Birliği'nin en azından bir yerine girdiğini iddia ediyorum. Bence doğru bir karardı iyi ki öyle yapmışız diye düşünüyorum.

"SIĞINMACI POLİTİKASI TAM BİR BAŞASIZLIK"

Yine dış politikaya gelirsek, bu sefer Ortadoğu - Suriye meselesine. Sıcak gündem maddelerinden biri Suriyeli sığınmacılar ama sanırım bu göçmen meselesinin iki ayrı noktası var. Biri Suriyeli sığınmacılar 3, 5 milyon civarında olduğu söyleniyor. Diğeri Türkiye'ye kaçak yollarla giren Afganlarla Pakistanlılar. Ciddi bir hassasiyet oluştu kamuoyunda. Bir, hükümetin bu göçmen politikasını nasıl değerlendiriyorsunuz; iki, bunu orta vadede ya da belki yakın vadede Türkiye’ye nasıl etkileri olacağını düşünüyorsunuz?

Ben bu hükümetin göçmen siyasetinin tam bir başarısızlık olduğu kanısındayım. İşin beşeri yönü ayrı tabi onu ayrıca değerlendirmek gerekir. Ben beşeri mülahazaların dışında ülkelerin bu konuya kendi olanaklarını öne çıkararak yaklaşmaları gerektiğine inanıyorum. Zaten hemen hemen bütün ülkelerin de öyle yaptığını görüyorum. Herkes bir hesap yapıyor, "ne kadar alabilirim, ne kadar bakabilirim, nereye kadar bakabilirim" bunun hesabını yapmadan kimse de bu kararı vermiyor.

Bir art niyet, farklı bir ajanda olabilir mi hükümetin elinde? 

Bilemiyorum ama az önce söylemiş olduğum bağlamda hükümetin tavrını o sırada çok doğru bulduğum bir tavrı vardı. O tavrı öncelikle söylemek isterim, galiba 2011 mayıs ya da haziranıydı. Sayın Ahmet Davutoğlu Dışişleri Bakanıydı. Türkiye’den Suriye'ye doğru hareket başlamıştı. Yığılmalar başlamıştı. Sayın Davutoğlu, “Biz ancak yüz bin sığınmacıyı kabul edebiliriz” demişti. Ben de bunu çok önemsemiştim. İçimden kutlamıştım. dedim ki, herhalde hesap, kitap yaptılar ve bu sonuca vardılar, aferin. Demek ki, bir taşıma kapasitesi var bunun ötesinde olursa bu olumsuz sonuçlar doğuracaktır. Hesabı o yüz bin sayısı bir hesaba dayanıyor idiyse, umarım öyleydi. O zaman bugün milyonların Türkiye’de olması göçmenlerle ilgili ya da sığınmacılarla ilgili karşı karşıya olduğumuz sorunların vahamet düzeyinin de o kadar artmış olduğunu gösteriyor. 

"DURUM VAHİM"

Türkiye’de bu tepkilerin özellikle halkımızın yaşamakta olduğu ciddi iktisadi ve toplumsal sorunlar nedeniyle yüksek olduğuna inanıyorum. İnsanlar kendileri işsizken, insanlar kendileri açlık çekerken bir de zaten kısıtlanmış olanaklarını, sınırlanmış olanaklarını başkasıyla paylaşmayı doğru bulmuyorlar. Buna tepki veriyorlar. Şimdi o tepkiyi yaşıyoruz. Hatta o tepkinin örgütlendiği o tepkinin siyaset alanında sonuç getirmesi için çabaların sergilendiği bir dönemin içindeyiz. Bununla ilgili partiler kuruluyor vs. yani bizim şu anda gündemimizin en zor sorunlarından bir tanesi, bir de şunu biliyoruz ki, kimseyi otobüse kamyona koyup gönderemeyeceksiniz. Yani zorla kimseyi göndermek söz konusu değil. Türkiye’nin yönetiminin bu durumda oturup yeni bir hesap kitap yapması ve buna göre; birtakım önlemleri gerçekçi, kullanılabilir, kabul edilebilir önlemleri uygulamaya koyması gerekiyor. Bunlara yüz bin konut yapacağız lafı bir çözüm değil. Nasıl çözeceksin bunu. Adamların derdi Suriye'de konut sahibi olmamak değildi ki. Tamam Suriye'nin güvenli bölgelerinde konut yapacaksın da bunun işi, aşı ne olacak? Bu nasıl o ihtiyaçlarını karşılayacak. Ben bu konuda ciddi bir çalışmanın yapıldığı inancını taşımıyorum Selim Bey. Yani 2011’de yüz bin diyen hükümet bugün 3-5 milyon sığınmacıyı Türkiye topraklarına kabul ettiyse bunların hesabı kitabı da bu kadar diye düşünmek gerekiyor.

Bu durum, Türkiye'ye yönelik bir demografik operasyon olabilir mi? Anadolu'nun demografik yapısının ya da daha açık tabirle, mezhepsel, dinsel yapısının farklılaştırılması için bir aşı olabilir mi? Bu tür kaygılar da dillendiriliyor.

Evet, biliyorum. Yani niyet bu muydu, bilmiyorum ama fiilen olan da o zaten. Fiilen bu yaşanacak. Kimseyi zorla hem uluslararası hukuk açısından, hem de insani, vicdanı açıdan silah zoruyla insanları herhalde gönderemeyeceksiniz. Ben dönmek istemiyorum diyeni zorla döndüremeyeceksiniz. Yalnızca dönmeleri için gerekli önlemlerin alınmasını sağlamak, o önlemlere katkıda bulunmak zorundasınız. Dolayısıyla bir bölümün kalacağı açık kalacaksa milyonlardan söz ediyoruz. Bu bir aşıdır tabi. Bir bölümü kalacaksa Türkiye topraklarında yeni bir kan katılmış olacaktır. Evet o yönüyle doğru. Bu bilerek mi böyle yapıldı o ayrı ama öyle olacak o ayrı bir şey ama dediğiniz gibi olacak. Burada en önemlisi, Suriyeli yönetimi ve Suriye hükümetiyle iyi ilişkilerin kurulması. Yalnızca bu açıdan değil, kendi güvenliğimiz açısından da Ortadoğu barışı açısından da bu zorunluydu. Bizim Ortadoğu barışına karşı bir sorumluluğumuz var. Türkiye herhangi bir ülke olarak Ortadoğu'daki durumu değerlendiremez. Türkiye hem bir bölge ülkesi olarak hem geçmişte taşıdığı sorumlulukların gereği olarak Ortadoğu'da barışın sağlanmasına öncülük etmesi, katkıda bulunması gereken bir ülke. AKP hükümetinin yaptığının tam tersini yapması gereken bir ülke. Adalet ve Kalkınma Partisi, Ortadoğu'daki yangına körükle, benzinle gitmiştir. Bu yaşananların sorumlusu da Adalet ve Kalkınma Partisi hükümetidir. Biz farklı davransaydık, yaklaşsaydık bu sorunlar bu şekilde olmayacaktı ve öteki olaylar da yaşanmayacaktı. Hiç olmazsa şimdi bundan sonra bunu yapabilmeliyiz. Suriye yönetimi ile iyi ilişki kurabilmeliyiz. O bence Türkiye’ de şimdi tepki gören çok sayıda sığınmacının Türkiye’den gönül rahatlığıyla, kendi kabulleriyle dönmesini sağlayacak belki de en önemli adım olacaktır.

"EKONOMİK KRİZDEN BU HÜKÜMETLE ÇIKAMAYIZ"

İç politikaya da gelelim biraz. Birincisi bu ekonomik kriz. Çok ağır bir tablo var karşımızda. Önce bunu nasıl değerlendiriyorsunuz. İki, altılı masaya nasıl bakıyorsunuz. Üç sizce cumhurbaşkanı adayı kim olmalı.

İktisadi durum gerçekten çok vahim. Ben bir sosyal demokrat siyasetçi olarak iktisadi durumu birkaç gösterge itibariyle değerlendirmeyi tercih ederim. Bir gelir düzeyi; iki gelirin paylaşılması; üç istihdam. Öncelikle bu üç konuya bakmak isterim, onun üzerine bir değerlendirmenin doğru olacağına inanıyorum. Gerek bu göstergelere baktığımızda, gerekse işin siyasi yönünü bir yana bırakıp klasik iktisadi değerlendirmelerde kullanılan göstergelere bakıldığında, durum çok vahim gerçekten. Belki şunu söylemekte yarar olabilir, iktisadi durum için, 1994 yani benim hükümette olduğum dönem Türkiye’nin en kötü olduğu yıllardan birisiydi. Hemen hemen her açıdan hem terör hem de iktisadi durum nedeniyle çok ciddi sıkıntılar yaşamıştır Türkiye. Allah bir daha o dönemi yaşatmasın ülkemize. Yanlış anımsamıyorsam Selim Bey, o dönemde Türkiye dünyanın en gelişmiş 20 ülkesi arasında 17'inci ya da 18'inci idi. Şimdi bu görülmemiş kalkınmanın yaşandığı bu Adalet ve Kalkınma Partisi döneminde biz 21’e düştük. 2023’te de Cumhuriyetimizin 100. yılında da bazı iktisatçılar üzülerek de olsa Türkiye’nin 23'üncülüğe düşeceğini söylüyor. Zaten bu başlı başına iktisadi durumun ne kadar olumsuz olduğunu gösteriyor. Bunu hak etmedik, biraz önce Gümrük Birliği bağlamında da söylemiştik. Biz gerçekten güçlü bir ülkeyiz çok güçlü de bir özel sektörümüz var ama bu yönetimi bizi böyle bir yönetim bizi böyle bir noktaya getirdi.

Çıkabilir miyiz bu ağır durum içinden?

Evet, tabii.

Bu hükümetle çıkabilir miyiz?

İşin ilginci, çıkamayız. Çünkü hangi yönde önlemler alınırsa alınsın artık piyasa cevap vermiyor. Piyasanın ona cevap vermemesi bir güvensizliğin ifadesi. Artık buna güvenmiyorlar. Eskiden dış iktisadi birimler, şirketler, yabancı sermaye kuruluşları falan güvenmiyordu. Şimdi içerde de güvenmiyorlar. Onun için bu hükümetin bir an önce gitmekten başka yapacağı hiçbir seçeneği yok. Türkiye’ye en büyük katkısı bir an önce gitmesi olacaktır.

Altılı masa alternatif olacak mı sizce?

Ben altılı masanın dördüncü toplantısını, pazar günü Gelecek Partisi’nin başkanlığında yapılacak toplantısını önemsiyorum. Altılı masa bir çeşit Avrupa Birliği'nin dönem başkanlığı gibi işlemeye başladı. Avrupa Birliği’nde altı ayda bir dönem başkanlığı değişiyor bizde ayda bir değişiyor. Sayın Davutoğlu'nun 29 Mayıs'ta yapılacak toplantının açıkladığı gündemini okudum. Üç konu var, bir tanesi temel ilkeler; bir tanesi seçim güvenliği; bir tanesi de güçlendirilmiş parlamenter sisteme geçişte anayasal ve yasal mevzuat başlığını taşıyor. Tam olarak nedir bilmiyorum ama bu başlık altında gerekli görülen konular ele alınacak. Bu arada Sayın Davutoğlu'nun şöyle bir değerlendirme yaptığını da okudum yine bu toplantı için. Sayın Davutoğlu, “Farklı kitlelere seslenen, siyasi partilerin birlikteliğiyle mi daha çok oy alınır, yoksa aynı tabana seslenen farklı siyasi partilerin bir araya gelmesiyle mi daha çok oy alınır. Bunu da çalışıyoruz” diyor. Bu bana biraz geç kalmış bir çalışma gibi geliyor. Şimdi altı parti birlikte biz varız, biz soluz, sol olmalıyız, sosyal demokratız biz. Bizim dışımızda kalan beş parti de sağın değişik kesimlerine seslenen partiler. Böyle bir birlikteliğiz, böyle bir birliktelik inşa ediyoruz. Bunu, CHP 16 Nisan 2017 referandumundan bu yana inşa etmeye çalışıyor ve bana göre sayın Kılıçdaroğlu'nun da en büyük katkısı bu olmuştur Türkiye siyasetine. Türkiye siyaseti bir garip, yani Türkiye siyaseti, Türkiye’nin siyasi mevzuatı, yasaları siyasi partilerin seçimden sonra bir araya gelmelerine izin veriyor da seçimden önce bir araya gelmelerini yasaklıyordu. 1960’tan bu yana seçimden sonra siyasi partiler bir araya gelip koalisyon hükümetleri kuruyorlar. Aslında ittifak da koalisyonunun seçimden önceki yapısının adı. O da bir koalisyon. 2018’e kadar bu yasaklanmıştı 2018 den itibaren yasallaştı. Fakat bizim ittifak kültürümüz çok yok. Ben İtalyanların ünlü Zeytin Ağacı İttifakını çok iyi inceledim. Hatta o ittifakın öncüsü sosyalist partinin öncüsü Prof. Romano Prodi ile de başbakan seçildikten sonra randevu istedim. Roma’da başbakanlık binasında görüştüm. 18 partili bir ittifaktı bu Zeytin Ağacı İttifakı. Onların İtalyanca hazırladığı programı, İtalyanca'dan Türkçeye çevirdik biz. Yani bu nasıl oluyor, nasıl böyle bir şey yapıyorlar. 18 parti içinde sosyalistler, Hristiyanlar, liberaller var. Böyle çok renkli İtalyan partileri var. 18 parti ve bir metin hazırladılar. İtalyan seçmeninin, Selim Bey, Avrupa seçmeni öncüsü olduğu söylenir. Avrupa’daki değişiklikler İtalya ile başlarmış ya da İtalya işaretini verirmiş.

Rönesans'tan belli değil mi?

Aynen öyle (gülüyor). Şimdi bu Zeytin Ağacı İttifakı bir takım yaklaşımlar ortaya koydu. orada ortaya konulanlardan şöyle bir değerlendiriyorum. Bunu da seslendirdim diye düşünüyorum. Bir ittifakın, bunu altılı ittifak için söylüyorum, maksimum oyu alabilmesi ittifaka katılan partilerin her birinin kendi siyasi ideolojik tavrını, duruşunu öne çıkarmasına bağlıdır.
Matematik bir hesap yani…

Matematik bir hesap gerçekten dediğiniz gibi.

Muharrem İnce ve Ümit Özdağ eğer altılı ittifakın yanında dururlarsa, bu Adalet ve Kalkınma Partisi’ne karşı verilecek oyların oranını da artıracaktır seçimde değil mi?

Yalnızca o değil, bütün partiler için düşünüyorum ben bunu ama bu dediğim gibi herkesin kendi mahallesinin oyunu getirmesine bağlı. Sol, sol mahallenin tüm oylarını alabilmeli. Bunun için de ittifaka katılan sol parti, sol parti gibi olmalı. İttifakın öteki partilerine benzemeye çalışmamalı. Eğer ittifakın öteki partilerine benzemeye çalışırsanız kendi mahallenizin oylarını getiremezsiniz.

CHP’ye bir mesaj mı?

Yok hayır şöyle, Sayın Genel Başkan tabi sırtında yumurta küfesi var ve dengeyi tutturmaya çalışıyor, hemen öyle bir ilişki kurmayın. Ama ben bunu genel olarak söylüyorum. Aslında bu söylediğimi sağ partiler için de söylüyorum, liberal parti liberal mahallenin oylarını getirmeli. Muhafazakar parti muhafazakar mahallenin tüm oylarını getirebilmeli. Dediğiniz gibi aritmetik hesap bunu gerektiriyor.

Sayın Kılıçdaroğlu’nun özellikle sağ seçmene dönük helalleşme çıkışı, CHP'nin de hataları oldu çıkışı… Dolayısıyla tüm bunlara baktığınızda CHP’nin kendi tabanında huzursuzluğa da neden oluyor…

Tabi orada ince bir çizgi var. AKP ile MHP’nin hazırlamış oldukları ve meclisten geçirmiş oldukları seçim yasası, aslında ittifakın tavrı ve yapısıyla ilgili ittifakın yaklaşımı ile ilgili ciddi etkiler yaptı. Şimdi ittifak partileri her birisi kendi programını hazırlıyor. Farkındaysanız hemen hemen tüm partilerin, bu yasanın geçmesinin ardından açıklamaları art arda gelmeye başladı. DEVA Partisi’nin açıklaması, Özgentürk’ün Cumhuriyet’teki sütununda okumuştum, “30 günlük, 60 günlük, 90 günlük eylem planımız var” diyor. DEVA Partisi’nin Genel Başkan Yardımcısı Sayın Çanakçı’nın açıklamasıydı galiba. Gelecek Partisi’nden benzer açıklamaları var. Hepsi ayrı ayrı açıklamalar yayınlıyorlar. Zaten İYİ Parti de İYİ Kalkınma başlığı ile çalışmalar yapmıştı. Başarılı bir çalışmaydı onu da söyleyeyim. Gelecek Partisi, ‘Gelecek Adaleti’, ‘Gelecek Yargı’ diye bir başka çalışma yapmış. Sayın Ali Babacan’ın yine DEVA Partisi'nin kentleşme ile ilgili Bursa’da açıkladığı programı gördüm. Herkes bir şey açıklıyor. Herkes kendisine oyu alabilmek için artık birlikte davranmak yerine ayrı ayrı programlar açıklıyorlar.
Devletin iki organı için yarışma yapılıyor. Bir yürütme organı, bir yasama organı var. Yasama organında rekabet zorunlu. Yasama organı için ittifak yaptığınızda yüzde 7’yi geçiyorsanız çok fazla pratik bir yararı yok Selim Bey. İttifak tam olması gerektiği gibi -İtalyan örneğini o yüzden verdim, bana göre olması gereken odur- bana göre olması gerektiği gibi değil. Şimdi ittifak partilerinin her birisi kendi canını kurtarmaya çalışıyor. Sayın Kılıçdaroğlu’nun bu helalleşmesini de bu bağlamda düşünün. O da kendi partisi için bunu yapıyor, yapmaya çalışıyor. Ama diyorlar ki bunlar aynı zamanda, ‘evet biz yasama organı seçiminde ayrı ayrı partileriz, kendimize oy istiyoruz, kedimize oy alacağız, kendi milletvekilimizi çıkaracağız ama aynı zamanda cumhurbaşkanlığı seçiminde ortak aday söz konusu olacak, ortak aday çıkaracağız’. Şimdi bu bir kısmi ittifak Selim Bey. 2018’de de kısmi ittifak yapmıştık ama bunun tam tersiydi. 2018’de ayrı ayrı cumhurbaşkanı adaylarımız vardı. TBMM’de ortak liste ile girmiştik. Şimdi TBMM’ye ayrı ayrı giriyoruz ama aynı cumhurbaşkanı adayımız olacak. Bu nasıl olacak tam onu çözebilmiş değilim. Ciddi bir soru işareti var burada. Farklı partilerin yurttaşlardan farklı seçim programlarına dayalı olarak oy istedikleri, oy aldıkları bir seçimde ortak bir cumhurbaşkanı adayı hangi partinin programına yakın durma noktasında olacaktır. Hangi partinin programına yakın duracaktır. Yap işlet devret projelerinin kamulaştırılmasını öngören bir partinin yakınında mı duracaktır, yoksa hayır bu piyasayı bozar, yap işlet devret modelinin piyasayı bozar diyen partinin yakınında mı olacaktır. Neoliberalizm ölmüştür bitmiştir diyenin mi, daha farklı bakanın mı yanında olacaktır? Yani bir sorun var, bu sorunu aşmak çok önemli. Onun için bu “29 Mayıs'ı çok önemsiyorum” dedim, "dördüncü toplantıyı çok önemsiyorum" dedim. Herkes ayrı ayrı program yapıyor artık bu anlaşıldı. Benim isteğim buydu.

Orada şöyle bir sıkıntı yok mu? Kamuoyunun nabzına baktığınızda iki şey ön plana çıkıyor: Bir AKP gitsin mi kalsın mı? İkinci öne çıkan Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi. Bu sistem gitsin, yerine parlamenter sistem gelsin. Ben kendi adıma ‘güçlendirilmiş’ parlamenter sistem kavramına çok önem atfetmiyorum. Parlamenter sistem, parlamenter sistemdir. Yani sonuçta yasama, yürütme ve yargının dengesine bağlı bir sistemden bahsediyoruz. Dolayısıyla o dengenin bozulmaması lazım ama bunun dışında yani programlardan ziyade AKP gitsin mi kalsın mı, bu bir, parlamenter sistem gelsin mi gelmesin mi? Öncelenen bu olduğu için, kavramsal düzeyde değil de slogan düzeyinde bir oylamaya gidilecek gibi görünüyor. Katılır mısınız?

Selim Bey tek adam yönetiminin keyfi yapısına işleyişine son verirken, çok adam yönetiminin karmaşası içine girmemeliyiz. Onun için mutabakat sağlanabilecek tüm konularda mutabakat sağlamak zorundayız. Ben iki partili bir koalisyonda Başbakan Yardımcılığı yaptım. Bunun sıkıntılarını bilen birisiyim, şimdi altı partili bir birliktelik var ve yüksek olasılıkla altı partili koalisyon şekilde işleyecek.

Ama siz Çillerle ortaktınız, o başka bir şey baktığınızda…

Evet o başka bir şey bu başka. Hiçbir şey aynı değil. burada da vali tayininden emniyet müdürü tayinine kadar… Uzlaşma gerektirecek…

"KONUTTA KAMUCU MÜDAHALEYE İHTİYAÇ VAR"

Evet ve bunu nasıl yapacaksınız? Sadece o da değil, başka bir şey söyleyeyim size. Ben yaşamın önemli bir bölümünü konut ve yerleşme sorunları üzerinde harcadım. 1980’lerde bizim Batıkent’i kurduğumuz dönem bir yanda, Türkiye’nin önündeki konut sorunu ile 2021’deyiz. Şimdiki konut sorunu arasında çok önemli farklılıklar var, olumsuz anlamda söylüyorum bunu. 80’de konut piyasası tıkanmıştı. Şimdi konut piyasası hem tıkandı hem çarpıklaştı. Kamucu müdahalelerden söz ettiniz. Onun için söylüyorum bunu. Yap işlet devret projelerine girmeyelim kamulaştırılması yönüne girmeyelim ama örneğin konut alanında ne yapacağız. Ben konut alanında deyim yerindeyse bir konut tanzim satışının yapılması gerektiğini düşünüyorum. İddia ediyorum, zorunlu olduğunu söylüyorum. Yani kamucu bir müdahaleye ihtiyaç var. Piyasanın çarpıklığını gidermemiz için mutlaka kamucu bir müdahale gerekiyor. Şimdi bunu yapacak mıyız, yapmayacak mıyız.? Ayrıca şunu da söyleyeyim çok haklısınız, güçlendirilmiş parlamenter sistem, bir söylem. Parlamenter sistemden söz ediyoruz fakat orada ben yalnızca devlet erklerinin birbirlerinin dengelemeleri ve denetlemelerinin bir güvence olmadığını düşünüyorum. Türkiye’nin bu yönetime ve buna benzer yönetimlere düşmemesi için girmemesi için altı parti diyor ki, bizim çözümümüz devlet eklerinin birbirlerini gerçek anlamıyla denetlemeleri ve dengelemeleridir. Budur. Ben de diyorum ki, ya bu devlet erkleri 2018 haziranına kadar zaten birbirlerini dengeliyorlardı, denetliyorlardı. Nasıl oldu da biz buna rağmen 2018 haziranında tek adam yönetiminin içne girdik. Demek ki, bu dengeleme denetleme tek başına yetmiyor. Tek başına yeterli değil. Bunun yanına başka bir takım önlemleri de katabilmeliyiz ki, Türkiye bir daha böyle bir dönemi yaşamasın.
Öte yandan dikkate almamız gereken yeni gelişmeler var. Dünyanın her yerinde yürütme güçleniyor. Yani parlamenter sistemde de güçleniyor, başkanlık sistemlerde de güçleniyor. Küresel göçler, kitlesel göçler, kitlesel hastalıklar, terör, küresel krizler vs. dünyanın her yerinde yürütme erkini diğer erklere göre öne çıkarıyor. Şimdi böyle bir ortamda bunu Türkiye ile ilgili olarak değerlendirirsek, bu üçünün yetmediğini de göz önünde tutarsak yani dengeleme denetlemenin, başka önlemler olabilmeli.

Ne olabilir? 

Ben egemenliğin eklinde tutan, egemenliği Cumhurbaşkanına ve 600 tane parlamentere delege eden halkın, halkımızın devletin yürütme ve yasama erklerinin içinde yer almasını öneriyorum.

Nedir pratik çözümünüz, formül nedir?

Bizim, yasamada bunun pratik işlemesi nasıl olur diye bir kararımız olmuştu CHP olarak. Bu 30 ekimde bu altı partinin temsilcisinin yapmış olduğu anayasa çalışmaları, hazırlık çalışmaları vs. bağlamında ortaya konulmuş olan metinlerin değerlendirilmesi CHP Parti Meclisinde yapıldı. Orada yurttaşların yasama organı içine girmesini sağlayacak çok çarpıcı üç tane düzenleme karar bağlandı. Birincisi yurttaşlar, belli sayıda yurttaş, imzalarıyla TBMM'ye gündem verebiliyorlar. TBMM şu gündem uyarınca toplanmasını onu müzakere etmesini sağlayabiliyorlar. İkincisi yine belli sayıda yurttaş kanun teklifi verebiliyor imzalarıyla. Olağanüstü bir şey. Üçüncüsü de belli sayıda yurttaş imzalarıyla bütçe yasası dışında ve uluslararası anlaşmaları onaylayan yasaların dışındaki yasaların veto edilmesini sağlayabiliyor. Şimdi size üç tane pratik örnek verdim ama bu sonra kabul görmedi.
Bu çok önemli bir taleptir, bu mümkünse bu paketin içine 29 Mayıstaki paketin içine girebilmeli. Girerse çok yararlı olur. Yürütme organı için ise benim proje temelli bir kamu halk işbirliği modelim var. Kamu özel işbirliğinin dışında kamu halk işbirliği yapabilmeliyiz. -public people partnership olabilmeli- Ben bunu yerel yönetimler ölçeğinde yaptım, yaşadım ve çok başarılı oldu. Batıkent projesi Selim Bey, bir kent. 10-11 yılda biz Batıkent’i kurduk bu bir mucizedir. 55 bin dar gelirli, o günün koşullarında bir araya geldiler. Bin hektarlık alanda Batıkent diye bir kenti sıfırdan kurdular. Bütün paralarını da ödediler. Hiçbir sübvansiyon da olmadı, ne konut faizlerine sübvansiyon oldu ne arsada ne de altyapıda sübvansiyon oldu. Size bir örnek. Kamu ve halk bunu yaptı. Dikmen Vadisi Projesi Türkiye’nin ilk kentsel dönüşüm projesidir. Bana göre olağanüstü bir projedir. Birinci ikinci aşaması iki yılda bitti. Bunlar olacak işler değil.
Yerel yönetimlerde şimdi İstanbul Büyükşehir Belediyemizin katılımcı bütçe uygulaması var. İBB İstanbullulara çağrıda bulundu. 6 bin 7 bin öneri gelmiş onların üzerinde çalışmışlar 200-300 tanesini bu yılın bütçesine, 2022’nin bütçesine taşımışlar. Ama benim asıl hayalim GAP’tır. GAP’ın sulama ayağıdır. 32 milyar dolarlık bir projedir GAP projesi. Bunun iki ayağı var: Bir elektrik ayağı bir de sulama ayağı. Elektrik ayağı bitti ama sulama ayağı bitmiyor. 1 milyon 700 bin hektarlık alanın sulanması gerekiyor. Daha 300-400 bin hektar belki 500 bin hektar alan suladık. 1 milyon 700 bin hektarı sularsak, 4 milyon kişiye istihdam yaratılır Selim bey, düşünebiliyor musunuz?
20 milyon ton buğday üreteceğiz bu yıl inşallah, yani bunu birkaça katlayan, üretim ortaya konuluyor düşünebiliyor musunuz? Peki niye bitmiyor. Niye Batıkent’te bitti, niye Dikmen'de bitti orada bitmiyor. Benim bir proje muhafızları teorim var. Eğer halkı örgütlerseniz kamu halk işbirliğini yaparsanız onlar sonuçta kazanım elde edecekleri bir sürecin muhafızı oluyorlar.

Bunu altılı masaya bir öneri olarak getiriyor musunuz?

Hayır, bu benim düşüncem. Ben bunu Sayın Genel Başkana söylemiştim, bu ayrı bir şey ama bunun tartışılması gerektiğini her yerde anlatıyorum. Devlet erklerinin birbirini dengeleme ve denetlemesinin yanı sıra bunu da yurttaşın devletin yürütme ve yasama organına girip orada doğrudan sorumluluk üstlenmesini sağlayacak bir modeli de düşünmeleri gerektiğini söylüyorum.

Altılı masaya başka bir öneriniz olur mu?

Altılı masaya önerim, biraz önce onu anlatmaya koyulmuştum, bu 29 Mayıs'taki toplantıda, bu temel ilkeleri mümkün olduğu kadar bir ortak proje şekline taşımalarıdır. Eğer temel ilkeler birbirinden çok kopuk şekilde değil de bir bütün oluşturacak şekilde bu altılı masanın bir ortak projesi, ortak yönetim anlayışı, ortak yönetim projesi şeklinde sunulursa ben yurttaşların altılı masaya olan güveninin daha yükseleceğine inanıyorum. Çünkü bir anket şirketinin ocak ayı anketini okumuştum. Ankete katılanların yüzde 47’si güvenmiyor. Millet ittifakının yönetici konusunda kuşkuları olduğunu söylüyorlar. AKP’ye oy vermeyecekler ama bize de biraz kuşkuyla bakıyorlar. Yani neredeyse yarısı. Ben bunun nedeninin bizim bir gelecek projesi sunmamış olmamızdır diye düşünüyorum. Şimdi bu Adalet ve Kalkınma Partisi, MHP’nin çıkardığı yasada biraz önce anlatmaya çalıştım bizim bir ortak proje sunmamızı engelliyor. Herkes kendi oyunu alacak. O zaman her partinin farklı bir programı var. “Cumhurbaşkanı bunlardan hangisini uygulayacak Allah aşkına” diye soru soracak olanları da yanıtlamak üzere, hem de doğrusu böyle olduğu için temel ilkeleri bu 29 Mayıs'taki toplantıda, mümkün olduğu kadar bir bütünleşik projenin esasları olduğunu kamuoyuyla paylaşmanın doğru olacağını düşünüyorum. Türkiye’de siyaset sezonu haziranla birlikte, sınavların yapılması ile birlikte tansiyonu düşürür. Siyaset hiç bitmez ama mevsim kapanır öyle söyleyeyim. Yaza giriyoruz. Şimdi sonbaharda seçim olur mu? Ben sanmıyorum, zamanında olacağı kanısındayım ama sonbaharda seçim olur mu diye düşünenler de var. Hatta bunu seslendirenler de var. O yüzden bu 29 Mayıs'ı önemsiyorum. 29 Mayısta böyle bir sonucun alınmasının yurttaşların tercihlerini etkileyeceğine inanıyorum.

Cumhurbaşkanı adayınız kim, kim olmalı?

Çok profil çizildi. Bunların hepsi de doğru. Deneyimli olmalı, liyakat sahibi olmalı, verdiği sözlere sadık olmalı vs. bunların hepsi doğru. Tümüne katılıyorum. Zamanlamaya ilişkin değerlendirmelere de katılıyorum. Seçim takvimi ile birlikte biz bunu ilan edeceğiz, demişti siyasi partilerin genel başkanları. İki olarak o da doğru gibi gözüküyor ama gittikçe de bunun zorlaşmakta olduğunu görüyorum. Bunu da şöyle açıklıyorum. Türkiye, Belediye Başkanlarını 1963 yılına kadar meclis üyeleri arasından seçerdi. İlk kez 1963 yılında Türkiye Belediye Başkanlarını doğrudan seçmeye başladı. Halkımız bunu çok sevdi Selim Bey. Her seçimden bir iki yıl önce başlar bunun muhabbeti, “acaba kim olmalı” diye isimler dile getirilir. Aile sohbetlerinde kahve sohbetlerinde vs. Türkiye ilk defa 2014 yılında Cumhurbaşkanını da doğrudan seçmeye başladı. Bana göre halk onu da sevdi. Zaten altılı partinin parlamenter sisteme geçilse bile cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi konusuna açık tavır almalarının altında yatan da bu. Yani doğrudan seçebiliyorsa onu tercih eder. Niye dolaylı bir yoldan seçsin. Şimdi orda da bu muhabbet başladı. Belediye başkanlarının muhabbeti cumhurbaşkanı seçimi için de başladı. O olsun bu olsun diye. O biraz zorluyor onun da farkındayım ama sanırım bu değerlendirme yani seçim takvimi ile açıklayacağız değerlendirmesi doğru bir değerlendirme. Aslında biraz önce söyleşimizin başlarında koalisyonla ittifakı seçim öncesi ve seçim sonrası aynı şeylerdir diye nitelemiştim. Ben Sayın Genel Başkanın Cumhurbaşkanı adayını altı parti lideri karara bağlayacaktır açıklamasının çok yanında olmadım doğrusu. Çünkü bana göre nasıl koalisyon kurulsaydı, koalisyonu kuracak kişi en çok sandalyeye sahip partinin genel başkanı olacak idiyse Cumhurbaşkanı adayı da aynı şekilde en çok sandalyeye sahip partinin genel başkanı olmalıdır.

"KILIÇDAROĞLU ADAY OLMALI"

O zaman Kılıçdaroğlu’nun genel başkan olarak Cumhurbaşkanı adayı olmasını istiyorsunuz?

Olağan olan bu, hayatın olağan akışı bunu gerektiriyor. Türkiye’nin siyasi teamülleri de bunu gerektiriyor. Dünyanın siyasi teamülleri de bunu gerektiriyor. Ama sayın Kılıçdaroğlu bunu altı parti genel başkanının kararına bağladı. O tabi kendi takdiri ona bir şey diyemem. Ama bence olması gereken doğru olanı budur. İki siyasi figür öne çıkıyor Türkiye’de. Cumhurbaşkanı ve Belediye Başkanı. Bakanlar ve milletvekilleri göreceli ağırlıklarını önemlerini yitirdiler. Benim zamanımın milletvekilleri, benim zamanımın bakanları değil. Çok yüksek bir olasılıkla bu iki siyasi figürün öne çıktığı süreçte siyasi partilerin yapıları da buna göre değişecektir. Genel merkezlerin aday belirlemesi çok yüksek olasılıkla, önümüzdeki dönemlerde bu seçim için demiyorum ama gücünü, etkisini yitirecektir. Bu sefer delegeler, doğrudan aday belirleyelim diyeceklerdir. Nasıl belediye başkanını doğrudan seçelim diyorlarsa, nasıl cumhurbaşkanını doğrudan seçiyorlarsa, adayları da bana göre partiler, Amerikanvari bir yaklaşımla, doğrudan seçeceklerdir. Hatta belki yurttaşlar da tıpkı Amerika’da olduğu gibi yurttaşlık numarası vererek gireceklerdir. Yani doğrudan döneme geçiyoruz. Onun için ben diyorum ki egemen halk devlet erklerine de girsin. doğrudan yönetim dönemi başlatılsın.

Mansur Yavaş’la Ekrem İmamoğlu’nun aday olmasını düşünür müsünüz?

CHP'nin adayı CHP Genel Başkanı olmalı.

Belediye Başkanı olarak nasıl değerlendiriyorsunuz bu iki ismi?

Arkadaşlarımız olanaklar ölçüsünde hizmet vermeye çalışıyorlar, zor bir dönem onu görüyorum. Eğer Sayın Kılıçdaroğlu aday olmayacaksa olmaya da bilir. Tümüyle kendi tercihi. O zaman kimsenin önünü tıkamamak lazım. Ön seçime gitmek lazım.

Ön seçimi kim yapacak?

CHP yapacak. 1 milyon 200 bin üyemiz var. Eğer Genel Başkan aday olmayacaksa, CHP Cumhurbaşkanı adayının kim olması gerektiğini…

Adayları kim belirleyecek?

Kim adaylığını koymak istiyorsa ön seçimde herkes katılır. Mansur Bey aday olmak istiyorsa, Ekrem Bey de katılır. kim istiyorsa katılır.

Buna delege karar verir diyorsunuz…

Bunu delege seçmeli. Doğrudan demokrasiye geçiyoruz. Farkında mısınız dünya genelinde de bunu yaşıyoruz. İran Devlet Başkanı reisi İran seçmeninin yüzde 25’inin katıldığı bir seçimle seçildi. Koskoca İran, Paşinyan yüzde 29 katılımlı bir seçimle seçildi. Katılma oranları düşüyor. Yani bu elektronik devrim, iletişim devrimi… Sonuçta dünyayı o noktaya götürecektir. Doğrudan yönetim zaten doğrudan seçilenlerin dönemi. Halkta buna girmeli, yetkisini delege edeceğine doğrudan kendisi seçmeli, partili de doğrudan kendisi seçmeli, belirlemeli. Bu söylemiş olduğum bizim tüzüğümüzde de var. Bizim 54. maddede böyle bir düzenleme var. Ama genel başkan olmalıdır. Olağanı budur, teamül olanı budur, doğrusu budur.

Çok teşekkür ederim Sayın Karayalçın