Deniz Akkaya'ya 4 ay 27 gün hapis cezası
Deniz Akkaya'ya 4 ay 27 gün hapis cezası
Pink Floyd’un telif hakları
Pink Floyd’un telif hakları
Van Gölü'nde en Büyük Mikrobiyalit Tespit Edildi
Van Gölü'nde en Büyük Mikrobiyalit Tespit Edildi
Kafkas İslam Ordusu ve Enver Paşa
Kafkas İslam Ordusu ve Enver Paşa
123456789
Deniz Akkaya'ya 4 ay 27 gün hapis cezası
Deniz Akkaya'ya 4 ay 27 gün hapis cezası
Pink Floyd’un telif hakları
Pink Floyd’un telif hakları
Van Gölü'nde en Büyük Mikrobiyalit Tespit Edildi
Van Gölü'nde en Büyük Mikrobiyalit Tespit Edildi
Kafkas İslam Ordusu ve Enver Paşa
Kafkas İslam Ordusu ve Enver Paşa
123456789

CHP'li Çeviköz, dünyanın Türkiye'ye bakışını değerlendirdi

Bahadır Selim Dilek

Pazar Söyleşisi'nin bu haftaki konuğu, CHP'nin Dış Politika Kurmayı, İstanbul Milletvekili emekli Büyükelçi Ünal Çeviköz.

Çeviköz ile hem dış politikadaki gelişmeleri hem de seçim sürecini konuştuk. Çeviköz, Türkiye'de iktidar değişikliğini bütün dünyanın beklediğini vurgulayarak "Sadece Türkiye halkı beklemiyor, Türkiye’de artık bu iktidarın sonunun yaklaştığını bütün kamuoyu araştırmaları gösteriyor, halkta da büyük bir beklenti oluştu... Bunu müttefiklerimiz de bekliyor. Böyle bir dönüşümün başlaması anından itibaren de Türkiye ile ilgili algı olumsuzdan olumluya doğru hızla evirilecek" dedi. Sandık güvenliği konusunda ise kaygılarının olmadığını belirten Çeviköz, "Biz sandık güvenliğinde hiçbir endişe duymuyoruz. Bizim aşağı yukarı bugünden yarın bile olsa ya da haziran ayında 2023 yılında da olsa sandık görevlilerimiz belli. Neredeyse yüzde 99 kadarını belirlemiş durumdayız. Türkiye sathında bütün sandıklarda görev yapacak olacak isimler parti örgütü tarafından belirlenmiştir" diye konuştu. Çeviköz, seçimlerde parmak boyası kullanılmasına ilişkin soruyu da "Ben parmak boyasının olması gerektiği kanaatindeyim. Bu aslında bizde vaktiyle uygulanan ve adil bir seçimi en ciddi şekilde garantiye alan uygulamalardan bir tanesiydi. Niye kaldırıldığını bilmiyorum. Yani, belli bir süre sonunda tırnaklar uzadığı zaman o boyalar kendiliğinden kayboluyor. Ancak bugün hala birçok ülkede uygulanan bir yöntemdir. Şahsen, bu tamamen kişisel bir düşünce bunun olmasının çok daha sağlıklı olduğu düşüncesindeyim" şeklinde yanıtladı.

Çeviköz'ün değerlendirmeleri şöyle:

Öncelikle genel hatlarıyla NATO meselesini nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu diplomatik bir zafer mi, yoksa hezimet mi? Yani meselenin, diplomasinin gri alanlarından çıkıp biraz daha köşeli tarafından bakarsak, biraz daha siyasi çerçeveden bakarsak nasıl değerlendiriyorsunuz?

Konunun iki veçhesi olduğunu düşünmek lazım, herhalde siz daha ziyade Türkiye açısından soruyorsunuz. Ben konuya bir de NATO ve Avrupa güvenliği açısından ve Avrupa’nın yeni güvenlik mimarisinin yeniden şekillenmesi açısından bakmak isterim. Öyle baktığımda NATO için bir zaferdir. Çünkü NATO iki yeni üye almayı kabul etmiş ve onlara bu daveti iletmiştir. Bu iki yeni üye adayı da bu konuda hevesli olduklarını zaten uzun zamandan beri belirtmişlerdir. Sonunda böyle bir anlayış sağlanmıştır. Bu, elbette NATO’nun güçlenmesi anlamına gelir. Dolayısıyla NATO’nun güçlenmesi, NATO’nun bütün üyelerinin güçlenmesi anlamına gelir. Elbette Türkiye’nin de güçlenmesi demektir. Bunu şu açıdan söylüyorum belki böyle bir arka plan ve bir giriş yapmaya ihtiyaç var, Avrupa güvenlik yapılanması ve Avrupa güvenlik mimarisi şimdiye kadar Batı ile Doğu arasında ve NATO ile Rusya arasında iyi bir denge oluşturmuştu. Bu 1997’de kurulan ya da imzalanan NATO- Rusya kurucu senedine kadar dayanır. Ama o zamandan itibaren Rusya’yı hep bir yapıcı ortaklık ilişkisi içinde gören NATO, Madrid Zirvesi’nden sonra yayınlanan bildiride gördüğünüz gibi artık NATO, Rusya’yı bir hasım olarak görmeye başladı. Bu tekrar bizi soğuk savaş dönemine döndürmüş gibi bir durum ortaya çıkardı. Böyle bir değişimde ve topyekûn Avrupa güvenlik mimarisinin bu şekilde bir dönüşüm geçirdiği sırada, elbette Rusya’nın Ukrayna’ya başlatmış olduğu askeri saldırganlığı dikkate almak gerekir. Bunun sonucudur ki dengeler değişmiştir bundan sonra son Madrid Zirvesi’nden hareket edecek olursak ve oradaki bildiriyi okuyacak olursak, Rusya ile Batı arasında karşılıklı güvenin yeniden sağlanması ve Avrupa güvenlik yapılanmasında bir ortak iş birliği arayışı çok güçleşmiştir.

Umudunuz var mı? Bu cepheleşmenin artık çok açık biçimde ortaya çıktığını görüyoruz NATO Zirvesi’nden sonra. Yakın döneme ilişkin Batı ve Rusya arasında daha uzlaşmacı daha uyumlu ilişkiler tesis edilebilir mi?

Yakın dönemde çok zor, hatta belki Ukrayna’daki savaş yatıştıktan sonra... Çünkü hala harekât sürüyor biliyorsunuz, son olarak Donetsk’i aldıklarını açıklamışlardı Ruslar. Ukrayna da bunu teyit etti. Donbass havzasını tamamen kontrol altına alana kadar harekât sürecek. Eğer bu harekât Odesa’ya yönelmez ise ve sadece Donbass’ta kalırsa belki o zaman bir ateşkes sağlanacaktır ama ateşkesin sağlanması için de her iki tarafın da bir takım şartları var. Bu şartların bir araya getirilip de ortak bir noktada buluşması şu sırada zor gözüküyor. Dolayısıyla sorduğunuz Batı ile Doğu arasındaki o dengenin yeniden sağlanabilmesi ihtimali çok yakın gözükmüyor. Savaş bittikten sonra bir yeni düzen kurulduktan sonra Rusya, Ukrayna’yı işgal etmiş ve topraklarını bölmüş, Ukrayna’nın toprak bütünlüğünü bozmuş bir ülke olarak algılanacak. O dengeyi yeniden kurabilmek zannediyorum çok uzun zaman isteyecek.

Putin orada oturduğu sürece ve Putin ekolünden biri bunu devam ettirdiği sürece sıkıntılı görünüyor. Putin sonrası için projeksiyonunuz olur mu? Rusya nasıl bir yeni döneme girer Putin sonrasında?

Rusya’yı sadece bir kişinin yönettiği bir ülke olarak görmemek lazım. Rusya, bir sistem. Dolayısıyla Putin’in yaratmış olduğu 2000 yılından beri, ince ince dokuduğu ve bir bakıma Sovyetler Birliği modelinin yeniden ihyasına doğru evirilen bir süreç söz konusu. Bu 20 yıllık süre zarfında ilk beş yıl içinde öncelikle Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra Rusya içinde beliren düzensizlikleri, idari bir takım eksiklikleri ortadan kaldıracak adımlar attı. Bunların arkasından yavaş yavaş tekrar uluslararası sahneye döndü. Psikolojik olarak Rus halkının ve Rusya’nın Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra uğramış olduğu moral bozukluğunu ortadan kaldıracak hamleler yapmaya başladı. Bunun en önemli göstergelerinden bir tanesi, NATO’yla olan ilişkileri ve Batı’ya verdiği mesajlardır. 2007 yılında Münih Güvenlik konferansında yapmış olduğu konuşması bugün neredeyse ders kitabında bir fasıla olarak tam bir safha olarak okutulacak kadar önemli bir örnektir. Eğer o konuşmaya bakılırsa hem 2008’de Gürcistan savaşı hem 2014’te Kırım’ın ilhakı ve ardından bu yıl 24 şubatta başlayan Ukrayna savaşına kadar hepsinin işaretlerini bulmak mümkün. Oradan itibaren zaten yeni bir geri dönüş ve uluslararası sahnede Rusya’nın itibarını yeniden ayağa kaldıracak bir atak başlatmıştır Putin. Bunu tek başına yapması mümkün değil, bu bir sistem ve bu bir devlet kurumu anlayışıdır. Dolayısıyla bunu kurarken elbette yakınında bulunan birtakım insanlar onunla birlikte hareket ettiler ve o yapılaştı. Yeni bir Rus devlet yapısı ortaya çıktı bu da bir tür Sovyet devlet yapısına benzer, onu andırır bir sistem oldu. Onun için Putin’in gitmesiyle o sistemin bozulacağını beklemek pek doğru olmaz. O sistemi devam ettirecek kişi mutlaka bulunacaktır.

Bu krizin başından bu yana, “NATO ve Batı kışkırttı Putin kışkırdı” yönünde bir söylem var. Genelde bu jeopolitik kaygı düzlemine oturtuldu. Rusya’nın jeopolitik kaygılar var, Batı ve NATO çok yaklaştı Rusya sınırına ve Putin bunu engellemek için harekete geçti. Meseleye böyle baktığımızda jeopolitik üzerinden yürürsek, bugün dünyanın kana bulanması lazım çünkü her ülkenin sınır komşularına ilişkin jeopolitik kaygıları olabilir. Bu bizim coğrafyamızda özellikle tanık olduğumuz gördüğümüz bir şey. Mesele bu mudur aslında yoksa Rusya’daki bu oligark rejimine Batı değerlerinin daha yaklaşması o değerlerin Rusya sınırına iyiden iyiye yakın durmasıyla Rusya’nın Batı değerlerinden etkilenip sistemin çökeceği kaygısı mıdır Putin açısından? Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

İkincisinden başlamak gerekir. Ancak ikincisine eklenecek bir başka şey daha var belki. O ikincisi, aslında önemli bir tespit, elbette jeopolitik her zaman için uluslararası ilişkilerde önemli yer oynamıştır, jeopolitiği yadsımak mümkün değildir. Ancak dünya genelinde önemli bir dönüşüm başladı. O dönüşüm de şudur: Siyasete baktığınız zaman bu sadece Rusya değil, başka ülkelerde de var örneğin Türkiye’de de var hatta AB üyesi olan bazı ülkelerde de belirgin bir şekilde ortaya çıkmaya başladı. Bir paradigma değişikliği var. Siyaset artı kimlik temelli veya ideoloji temelli olmaktan çıktı. Siyaset aslında çok daha basit bir kutuplaşma şekline dönüştü. O kutuplaşma da demokratik değerlere sahip olmak ve demokratik değerlerin karşısında olmak şeklinde olarak ortaya çıktı. Temel hak ve özgürlükler, insan haklarının temel prensipleri, ifade özgürlüğü, gösteri özgürlüğü bunun yanında birtakım yeni yeni insani değerler çıktı; çevre koşulları, LGBT hakları gibi bütün bunların hepsini bir demokratik değerler manzumesi olarak görenler ve bunun tamamen karşısında olup bu değerlerle mücadele edip otokratik ve bunlara karşı daha kuvvetli ve daha dikta rejimi demesek bile ona yaklaşan bir reaksiyonel yapı. Bu ikisinin arasındaki mücadele bir kere dünya üzerinde kesinlikle gözlenen bir durum haline dönüştü. Bunu biraz evvel sorduğunuz soru bağlamına getirecek olursak, evet bu demokratik değerlerin ve birtakım alışılmış katı ve geleneksel bazı değerlerin belki de yıpranmasına yol açabileceğinden korkan ve bunlara karşı duran çevreler o değerlerin kendilerine yaklaşmasını engellemek istiyorlar. Ukrayna da görülen de o. Çünkü Ukrayna’nın AB ve NATO üyesi olması tamamen o demokratik değerlerle birlikte hareket etmesi anlamına gelir ve bu da o değerlerin giderek Rusya’ya doğru ilerlemesi anlamına gelirdi. Benim gördüğüm kadarıyla Rusya’nın Ukrayna’ya olan müdahalesinin ardında temelde bu önemli paradigmanın doğurduğu durum ve önemli bir ilkesel kavga söz konusu.

Buradan hareketle Putin stratejik bir hata yapmadı mı? Ukrayna’yı sonsuza kadar kaybetti. Öyle ya da böyle Ukrayna ikiye bölünse bile Batı’daki bölümü AB ya da NATO üyesi olarak Rusya’nın sınırındaki demokratik değerler konusunda bayrak sallayacak. Bu stratejik bir hata değil mi?

Stratejik bir hata olmasını düşünmüyor zaten liderler, siyasetçiler. Burada herhangi bir taktik strateji planlaması yok. Burada günü kurtarma üzerinden ve çok daha kısa vadeli hesaplar üzerinden hareket ediliyor. Öyle hareket edildiği zaman uzun vadeli de düşünülmediğine göre, bir strateji olduğunu söylemek mümkün değil. Kaldı ki Rusya açısından bakıldığında, Ukrayna’yı kaybetmek gibi bir şey onu çok fazla ilgilendirmiyor. Aslında zaten tarihi itibarıyla, Ukrayna zaten hep bizden olmuştur, diye bir çıkışla başladı bu harekâta. Ukrayna’yı bağımsız bir egemen devlet olarak veya o topraklarda yaşayan halkı Rus halkından ayrı bir halk olarak görmüyor. Bu da aslında anlayışın tezahürü. O anlayış, demokratik olmayan bir anlayış olduğu için bu şekilde bir söylemle sonuçlanabiliyor.

NATO Zirvesi’ni bu sefer Türkiye kanadına dönersek, orada Sayın Erdoğan “zafer” kazandığı görüntüsüyle Türkiye’ye döndü ve bunu güzel bir şekilde pazarlamaya başladı, medya çarkı da dönmeye başladı. Biz önümüzdeki süreçte, bu iki ülkenin NATO’ya üyeliği sürecinde biz Sayın Erdoğan’ın bunu içeride kullanacağını görüyoruz açıkçası. Batı’ya parmak sallayacak, kendi tabanının tahkim etmede bunu kullanacak. Bu çerçeveden baktığınızda siz nasıl değerlendiriyorsunuz?

Burada imzalanan üçlü mutabakat muhtırasının uygulanmasını çok yakından takip etmek gerekir. Bu mutabakata muhtırasının herhangi bir bağlayıcılığı yoktur. Bağlayıcı olmaması uluslararası hukuk açısından söz konusu olan bir durum. Ancak içindeki ifadelere de dikkat ettiğimizde İngilizce yazımına baktığımızda yine bağlayıcı ve uluslararası hukuk açısından bir yükümlülük gerektiren ifadelerin olmadığını da görüyorsunuz. O bakımda bu mutabakat muhtırası aslında bir referans belgesi ve bir iyi niyet gösterisi.

Siyasi niyet beyanı diyebilir miyiz?

Siyasi niyet beyanıdır. Bu siyasi niyet beyanını 9. Madde, en önemli kısmı odur, 9. Madde takip edecek. Ne deniyor? Yukarıda sıralanan ve atılması beklenen adımların takibi açısından ve bu adımların yerine getirilip getirilmediğinin kontrol edilmesi açısından üçlü bir ortak mekanizma kuruluyor. Bu mekanizmanın içinde çeşitli bakanlıkların da temsilciler var. Elbette konu terörle mücadele olduğunda içişleri bakanlığı, adalet bakanlığı, iade talepleri ile ilgili konular olduğunda adalet bakanlığı söz konusu. Yine genel güvenlik olan bölümüyle ilgilenecek olursak savunma bakanlığı, dışişleri bakanlığı söz konusu. Bütün bunların hepsinin birden içinde olacakları bir ortak üçlü mekanizma söz konusu. Bu mekanizmanın işletilmesi önemli. Ben zaferi bu mekanizmanın işletilmesinin başarı ile sonuçlanması ve Türkiye’nin beklentilerinin o sürecin sonunda elde edilmesi ile tarif edebilir. Şu anda bu belgensin imzalanmış olmasını bir zafer olarak nitelemeyi erken buluyorum. Uygulamada ne gibi bir sonuçla karşılaşacağımızı şu anda kestirmek mümkün değil. Nitekim hem İsveç’ten hem Finlandiya’dan gelen açıklamalara bakıldığında aslında herkes kendisi açısından bir zafer olarak nitelendiriyor.

Peki Sayın Erdoğan dış politikayı içerde çok güzel kullanıyor açıkçası. Zafer olsun olmasın başarı olsun olmasın bir şekilde iç politika malzemesi haline gelebiliyor. Sizin böyle bir kaygınız var mı son dönem NATO konusunda?

NATO konusunda değil ama şunu söylemek mümkün, son 20 yılda hatta belki AKP iktidarının ilk başındaki dönemlerde olmasa bile zannediyorum 2009 yılından itibaren dış politika Türkiye’nin iç politikasında ciddi bir şekilde araçsallaştırıldı. Bu, Cumhuriyet tarihinde şimdiye kadar olmadık bir düzeye erişti. Sizin sorunuzun altında çok önemli bir haklı görüş var. Dış politikayı iç politikaya alet eden ve her dış politika hamlesini iç politikada belli bir nemalanma ve ondan belli bir getiri sağlama maksadıyla kullanan bir anlayış var. Bu aslında hem dış politikanın temel ilkelerine aykırı hem de bir şekilde iç politikada da bunun ne kadar beklenenlere cevap verdiği konusu çok önemli bir soru. Çünkü bakıyorsunuz halk dış politika meseleleri ile çok fazla ilgilenmiyor. Kamuoyu araştırmalarına baktığınızda birinci sırada her zaman ekonomi, artan hayat pahalılığı, işsizlik, enflasyon gibi konular çıkıyor. Ama dış politika ile ilgili olarak soru sorulduğunda o soruya verilen cevap aşağı yukarı altı hafta ile iki buçuk ay arasındaki bir dönem önemini muhafaza ediyor ama ondan sonra hemen saman alevi gibi sönükleşerek yok oluyor. Halkın algısı meselesi çok önemli. Dış politika halkı ne kadar ilgilendiriyor? Dış politikada yaratılan duygusallık, birtakım milliyetçi duyguları körüklemek maksadıyla yapılan o araçsallaştırma işlevi hükümetin ne kadar işine yarıyor? Bunu sürdürülebilir hale getirebilme imkanına sahip mi iktidar? Ben böyle bir durum görmüyorum. Bu zaten esas önemli olan konu çünkü o zaman iktidar dış politikayı bu şekilde araçsallaştırmakla daha çok dış politikaya zarar veriyor. Çünkü dış politikayı hep iç politikada nasıl bir dönüşüm ve nasıl bir sonuç elde ederim anlayışı ile yürütürseniz o zaman Türkiye’nin dışarıdaki imajını zedeliyorsunuz. O zaman dış politika hamlelerini birtakım kısa vadeli ve dar görüşlü hesaplar maksadıyla yapıyor oluyorsunuz. O tür adımlar da uluslararası toplum içinde sizi giderek belli bir köşeye sıkıştırıyor ve yalnızlaştırıyor.

Bu dediğinizden hareketle Sayın Erdoğan’ın siyasi algoritması iktidarda kalmaya ve seçim kazanmaya yönelik. Dış politikaya rasyonel bir bakış açısı beklemek açıkçası mümkün değil gibi görünüyor ama birtakım kritik meseleler var özellikle Ege gibi Türk-Yunan ilişkileri gibi… Buralarda rasyonalite dışına çıktığınızda ülkenizin orta ve uzun vadede çıkarlarını da tehlikeye atıyorsunuz hem söyleminizle hem uygulamalarınızla. Bu çerçeveden baktığınızda özellikle son dönemde adalar meselesinde Yunanistan’a parmak sallama, tehdit etme, ses yükseltme… Bu konuda değerlendirmeniz ne olur?

İlkelerden hareket ettiğinizde uluslararası hukuk çerçevesinde hareket ettiğinizde Türkiye’nin çok haklı olduğu tezlerini sonuna kadar savunmak doğru olan bir yaklaşımdır. Bu konuda hiçbir tereddüt olmaması gerekir ancak bir yöntem söz konusu. Yöntem eğer diplomasi diline ve uluslararası toplumun alışmış olduğu bir takım uygulamalara, söylemlere, retoriğe ve anlatıma ya da metodolojiye örneğin diplomatik görüşmeler gibi bir metodolojiye veya yönteme sahip değil ise o zaman sıkıntı yaratır. Bu sıkıntıdan arınmak için temel meseleleri ve Türkiye’nin haklı olduğu ve hiçbir şekilde tartışılmayacak olan davasını mutlaka müzakereler yoluyla çözüme ulaştırmanın yolu aranmalıdır. Bu yapılmadığı takdirde karşı taraf da buna tepki gösterir. Etki-tepki yarattığında bir tırmanmaya doğru gidersiniz. Belki iktidarın tırmanmaya ihtiyacı var çünkü bu tırmanma biraz evvel değindiğiniz gibi içeride belli bir dönüşüme yardımcı oluyor. Milliyetçi duygular üzerinden oy toplama ve bunun sonucunda belli bir iktidar sürdürülebilirliğini garanti etme arayışı var ama dışarıya baktığınızda giderek yalnızlaşıyorsunuz. Ve konunuzu sadece ikili bir sorun olmaktan çıkarıp, o sorunun karşısındaki muhatabınızın etrafında bir kümelenmeye de yol açıyorsunuz. Adalarla ilgili olarak gayet açık net bir uluslararası hukuk durumu var. Lozan’dan başlayarak 1947 Paris Anlaşması ile devam eden sürece baktığınızda hangi adaların silahsızlandırılmış statüde olacakları net olarak ortada. Yunanistan buna kendine göre birtakım tezler ileri sürerek, 1936’da Montrö anlaşmasının imzalanması ile birlikte boğazların Lozan’daki statüsü değişti... Türkiye Boğazları silahlandırdığına göre o zaman bizim de adaları silahlandırma hakkımız var, gibi bir iddia ile ortaya çıkıyor. Bunun asla bir temeli yoktur. Türkiye’nin tezinin sürekli olarak anlaşmalarla sağlanmış olan mevcut durumu ve dengeyi bozan bir yaklaşım içinde olan Yunanistan’a, bunu müzakere edelim, biz bunun doğru olmadığını düşünüyoruz demek olmalıdır. Yüksek perdeden eyyy gibi çıkışlarla bir söylem geliştirdiğinizde karşı tarafta bir dirençle karşılaşıyorsunuz. Bu tür çıkışları sadece Türkiye’deki iktidar kendi iç politikası için kullanıyor değil. Başka ülkelerin de kendi iç politikaları var. Onlar da kendi iç politikalarına karşı karşı taraftan yapılan bir çıkışa karşı, boyun eğmediklerini göstermek ihtiyacı duyuyorlar. Bu da giderek tırmanmaya yol açıyor. Doğrusu nedir? Doğrusu, diplomasi yöntemini kullanmak ve çözümü mutlaka barışçı yollarla aramaktır. Türkiye’nin dış politikasında 2011’den itibaren Arap ülkelerindeki Arap uyanışının başlamasıyla birlikte bu yöntem değişikliği ortaya çıktı. Türkiye aslında biraz daha ön alan biraz daha proaktif bir dış politikaya dönüştü ve bu ülkelerde rejim değiştirmek, yönetim değiştirmek gibi bir hevese kapıldı. Bunun gerçekleşmeyeceğini görünce de bunu sürdürülebilir kılmak ve bölgedeki etkisini sürdürülebilir etkisini hissedilebilir kılmak için o barışçı, diplomatik çözüm yöntemini ve o tür arayışları bir yana iterek daha ziyade kuvvet göstererek bir çözüm arama yoluna gitti. Sakıncalı olan budur.

Bu noktadan baktığımızda, Türkiye’nin son dönemde özellikle dış politikasındaki değişiklik, ileriye doğru bizi , uluslararası hukuk anlamında sıkıntıya sokar mı? Diyelim iktidar değişti, bu politikayı düzeltiyoruz dendi ama geçmişte söylenenler ortada, tavırlar ortada, biraz önce Arap Baharı konusunda da söylediklerinizi dikkate alırsak. Bu büyük gemiyi dış politikada nasıl çevireceğiz?

Çok kolay dönecek, çünkü iktidar değişikliğini bütün dünya bekliyor, Türkiye’de... Sadece Türkiye halkı beklemiyor, Türkiye’de artık bu iktidarın sonunun yaklaştığını bütün kamuoyu araştırmaları gösteriyor, halkta da büyük bir beklenti oluştu. Dolayısıyla muhalefetteki demokrasi ittifakı bu değişikliğe hazırlanıyor ve bu değişiklik gerçekleştikten sonra da çok hızlı bir şekilde yeniden dönüşüm sağlanacak ve dış politika da rayına oturacak. Bunu müttefiklerimiz de bekliyor. Böyle bir dönüşümün başlaması anından itibaren de Türkiye ile ilgili algı olumsuzdan olumluya doğru hızla evirilecek. Onun için bu tür bir değişikliğin çok büyük bir zorlukla karşılaşacağını düşünmeyin. Bu çok çabuk olacaktır çünkü temel ilkelere geri dönüş sağlanacaktır. En azından diplomasi yöntemine müzakere yöntemine ve sorunların çözümüne barışçı yolarla ulaşma çabasına geri dönülecektir. Herhangi bir şekilde Avrupa’daki bazı müttefiklerimizin sadece yönetimlerini değil aynı zamanda halklarını da rencide eden söylemlerden artık arınacaktır dış politika ve bu tür söylemlerden arınmış bir iktidar yaklaşımı da emin olun bütün dünya tarafından çok hızlı bir şekilde kabul görecek ve o değişim çok hızlı bir şekilde sağlanacaktır. 

Hasar tespiti yaptınız mı dış politikada altılı masa bağlamında?

Hasar tespiti şöyle, her partinin kendine göre değerlendirmesi vardır. Biz altılı masadaki dış ilişkilerden sorumlu parti görevlileri arada bir ender de olsa bazı konularda birbirilerimizle görüş değişiminde bulunuyoruz. Hemen hemen bütün partilerde dış politikadan sorumlu arkadaşlar, hep eski hariciye kökenli arkadaşlar... Yakın istişaremiz oluyor. Bir iki defa çoklu bir şekilde de bir araya geldiğimiz fırsatlar oldu ama sık sık not değişimlerinde bulunuyoruz. Birbirimizle irtibatımız daima var. Birtakım konferanslarda telekonferans yöntemiyle yapılan konferanslarda bir araya geliyoruz. Bu sadece kendi aramızda değil Avrupalı müttefiklerle ya da yabancı ülkelerin parlamenterleriyle yaptığımız görüşmelerde de bizi bir araya getiren formatlar oluyor. Onun için sık bir şekilde bir araya geliyoruz. Aşağı yukarı aynı düşünceler hakim. Dolayısıyla dönüşümden sonra iktidarından değişmesinden sonra da dış politikada çok hızlı bir şekilde o olumlu gelişmeyi sağlamak konusunda mutabıkız. Hasar tespitini şöyle söylemek lazım. Bir kere Türkiye ciddi bir imaj kaybına uğradı. 2002 yılında AKP iktidarı başladığında ilk beş yıl içinde Türkiye aslında çok değişik bir algı oluşturdu bütün dünya üzerinde. Hızlı bir şekilde proaktif bir dış politika uygulamasıyla bazı sorunların çözümü için önemli adımlar atıldı. Örneğin Kıbrıs sorunu ile ilgili olarak, tabii 2004’te maalesef AB’nin yaptığı büyük hata sonucu bizim aleyhimize bir durum ortaya çıktı ama o sorunun çözümü için yapılan hamleler ve o sırada gösterilen çabalar çok ciddi bir şekilde dikkat çekti. Annan Planı’nın görüşülmesi vs.. O zamanki iktidarın dış politika yaklaşımı yapıcı ve dünyayı ilgilendiren meselelerde de söz sahibi olabilecek bir ortak algısı yaratmaya başlamıştı. Bu neye yaradı? Bu aynı zamanda 2008 yılında Birleşmiş Milletler Güvenlik konseyi Daimi olmayan üyeler arasındaki seçim yarışında çok etkileyici bir oy oranıyla Türkiye’nin güvenlik konseyine seçilmesi sonucunu doğurdu. 2009’dan itibaren bir geri dönüş başladı. O geri dönüş ciddi hasarlar yarattı. Neden? Çünkü Türkiye’nin geleneksel bir taraf tutmayan, Orta Doğu ülkelerinin iç işlerine karışmayan, orta doğu ülkelerinin kendi aralarındaki sorunlarda çözüm üreten, çözüm bulmaya çalışan bir kolaylaştırıcı rolü oynamak yerine taraflardan birinin yanında yer alan, öbür tarafın da tamamen tepkisini çeken bir anlayışa dönüştü. Bu giderek Türkiye’nin o ilk yıllardaki, - hani Arap sokağında çok büyük bir destek vardı şeklinde söylemler vardı- algıyı da yavaş yavaş eritti. Giderek Türkiye belli bir perspektiften, belli bir gözlükle belli bir ideolojik bakışla dünyaya bakan bir ülke olarak algılanmaya başlandı. En yakın çevremizde Orta Doğu’da ve biraz daha geniş orta doğudan söz edecek olursak doğu Akdeniz'de bu bizim için ciddi bir takım eksikliklere yol açtı, İsrail ve Mısır ile olan ilişkilerin önemli bir şekilde sekteye uğraması, o ülkelerdeki büyükelçilerimizin geri dönmesi ve diplomatik temsil düzeyinin büyükelçi seviyesinin altına düşmesi önemli bir boşluk yarattı. Bu aslında yapılmaması gereken bir şeydi. Çünkü Doğu Akdeniz nereden bakarsak bakalım, dünya medeniyetlerinin en önemli havzasını oluşturur. Tarih bakımından ve insanlık tarihi bakımından. Orada önemli birtakım önlemler vardır. Bu aktörler arasında oluşan tarif edilmemiş bir denge söz konusudur. Bu denge eğer bir tanesinin aleyhine bozulursa o zaman o aleyhine bozulan taraf ciddi kayıplara uğrar. Hasar burada oluşmuştur. Türkiye İsrail ve Mısır ile olan ilişkilerinde yarattığı boşluk ve dengesizlik sebebiyle çok büyük bir sıkıntıya düşmüştür. Nedir bunun sonucu? En başında Doğu Akdeniz doğal gaz forumu diye bir forumun ortaya çıkması. Bugün, Rusya’nın Ukrayna’ya yaptığı saldırganlıktan sonra dünyanın bir numaralı meselesi haline gelen enerji konusunda Türkiye’yi devre dışı bırakan birtakım gruplaşmaların ortaya çıkması. Hasar budur. Eğer küresel bir bakış açısına sahip değilseniz olayları bir ormanın bütününe bakacak şekilde değil de sadece ormanın içindeki birtakım ağaçları seçerek ona göre planlama yapar ve politikanızı buna göre kurgularsanız o zaman ormanın başka bir tarafındaki gelişmelerin sizi etkilemesi kaçınılmaz olur. Eksik olan buydu, Türkiye enerji konusunda geri kaldığını ve zamanında atması gereken adımları atamadığını çok geç farkına vardı. Bunu düzeltmek için 2019 yılında Libya ile imzalanan deniz yetki alanları mutabakat muhtırası var ama o bile o kadar geçmişti ki o arada güney Kıbrıs Rum yönetimi aldı yürüdü. Mısır’la Yunanistan'la İsrail’le komşu oldukları birtakım ortak iradeler, Türkiye’yi orada ciddi şekilde devre dışı bıraktı. Bunlar hasardır. Bunun benzeri başka hasarları değişik coğrafyalarda da gördük. Örneğin bazı ülkelerin iç işlerine müdahale edecek şekilde oradaki siyasi parti kurgulamaları gibi birtakım davranışlarla bazı ülkelerde bazı ülkelerde mevcut ağırlığımızı veya etki alanlarımızı kaybettik. Bulgaristan’da Halkların Özgürlüğü hareketinin çok ciddi şekilde yıpranmasının sonucu iktidarın orada iç politikaya müdahale edip soydaşlarımızın siyasi birliğini bölecek birtakım adımlar atmasıdır. Balkanlar'da başka ülkelerde de benzer durumlar söz konusu olmuştur. Bunlar hasardır. Bunların hepsinin düzeltilmesi için elbette iktidarın değişmesi gerekiyor.

Yunanistan meselesine gelirsek, bu adaların silahlandırılması ya da silahsızlandırılması meselesinde siz bir diplomat olarak baktığınızda egemenlikleri tartışmaya açılır mı bu saatten sonra ya da bu adalar silahsızlandırılması koşuluyla mı Yunanistan’a verildi? Diplomat olarak, teknik olarak nasıl bakıyorsunuz?

Silahsızlandırılması anlaşma hükümlerinden bir tanesidir. Lozan’da kabul edilen statünün dışında, Lozan aslında bazı adaların örneğin Onikiada'nın Yunanistan’a verilmesi değil, İtalyanlara teslim edilmesi şeklinde sonuçlanan bir mutabakattır. Ama bu 1947’de İtalyanlar tarafından Paris Barış Anlaşması ile Yunanlılara verilmiştir fakat orada ismi sayılan tarif edilen adaların hepsinin silahsızlandırılması koşulu mevcuttur. O koşula Yunanistan’a devredilmişlerdir. Ancak o koşulun yerine getirilmemesi, egemenliklerinin tartışılır hale gelmesi sonucunu doğurmaz. Bu ciddi bir tartışmaya da gerek duymaz. Yunanistan kendisine göre birtakım açıklamalarda bulunacaktır, "silahsızlandırma koşulu ortadan kalkmıştır" denecektir. "Montrö anlaşması ile bu denge bozulduğu için o hükmü artık bağlayıcı görmüyoruz" diyeceklerdir. Bunların hepsi uluslararası hukuka dayalı bir şekilde müzakerelerle çözüme kavuşturulması gereken konulardır. Bu müzakereyi yapıp da sonuç elde edemezseniz o zaman uluslararası hakemliğe veya uluslararası Adalet Divanı’na başvurma hakkınız da mevcuttur. Ve o zaman egemenliğin tartışılmasından ziyade uluslararası hukuktaki o anlaşma hükümlerinin yerine getirilmemesinin tespitini ararsınız. O tespitin sonucunda nasıl bir müeyyideye gidileceği de yine o yargı kararının sonucunda ortaya çıkacaktır.

Sığınmacılar meselesi son dönemde aldı başını yürüdü gündem olarak Türkiye’de. Özellikle siyasetin konusu haline de geldi. Birincisi altılı masanın bu konuda bir çalışması var mı? İkincisi siz CHP olarak nasıl bir çözüm öngörüyorsunuz? Bir de şu tespiti yapmak gerekiyor, Suriyeli sığınmacılar meselesi başka bir şey ama bir taraftan da Afganistan’dan gelenler var, Pakistan’dan gelenler var, Afrika’dan gelenler var. Öncelikle bu sığınmacı topluluğunun orta ve uzun vadede bir güvenlik sorunu olacağını düşünüyor musunuz? Sosyal mesele haline gelebilir mi? Diğer yandan siz nasıl bir çözüm öngörüyorsunuz? Entegrasyondan, bu insanların koşullarının rehabilite edilmesine kadar nasıl bakıyorsunuz meseleye?

Altılı masanın sığınmacılar konusunda bir ortak çalışması var. Bu başlatıldı ve bu çalışmanın içinde sığınmacı konuları ile ilgili parti yetkilileri ile birlikte aynı zamanda dış politikadan sorumlu olan parti yetkilileri de beraber ekipleri oluşturuyorlar. Böyle bir çalışma var, bunu başından koymak lazım. Elbette her partinin birtakım nüansları var bu konuyla ilgili olarak. O nüanslar masa üzerinde konuşulduğunda bir ortak yaklaşım oluşturulması için de elbette bir çalışma sürüyor. Bu niçin önemli? Çünkü iktidar değiştiğinde yeni iktidarla birlikte, şu anda muhalefet olan bu demokrasi ittifakının sığınmacılar konusunu kendi kucağında bulacağını biliyoruz.

Aralarında görüş farklılığı var mı?

Çok önemli görüş farklılığı yok, hayır. Sadece yöntem ile ilgili bazı değişik fikirler ortaya çıkıyor ama herkes birbirinin görüşüne saygılı hatta bir yeni fikir ortaya atıldığında evet bu da incelenmeye değer şeklinde bir sonuçla bakılıyor. CHP’nin tutumuna geldiğimiz zaman, CHP’nin tutumunu aslında genel başkanımız çeşitli vesilelerle açıkladı. Bence çok önemli ayrıntı var CHP’nin tutumunda ve tutarlılık var. O da başından beri biz gönüllülük esasını vurguluyoruz. Bir kere bu bir insancıl mesele. Dolayısıyla insancıl olarak baktığınızda kendi ülkenizde sığınmacı olarak bulunan kişileri zorla hiçbir şekilde ne kendi ülkelerine geri gönderebilirsiniz ne de başka bir ülkeye gönderebilirsiniz. Gönüllülük esası başından beri vurguladığımız bir temel unsur olduğundan dolayı, iktidarla aramızda en önemli görüş ayrılığı bu noktada oluşuyor. İkincisi, bizim sürdürülebilirlik olarak tarif ettiğimiz bir ilke, o da şudur. Bir kere gönüllüye geri döneyim, şöyle de açıklamak gerekir, elbette gönüllülüğün teşvik edilebilmesi de mümkündür. Bunun benzer örnekleri bazı AB ülkelerinde var. Örneğin Almanya’da farklı eyaletlerde değişik uygulamalar var. Gönüllü geri dönüşü teşvik etmek için birtakım önlemler de alınabiliyor. Örneğin herhangi bir ailenin geri dönüşünü teşvik etmek için geri döndükten sonra belli bir süre maddi yardım yapılması gibi birtakım önlemler var. Bunların hepsi aslında bir paket olarak değerlendirilebilecek şeyler ama ilkinin gönüllülük olması, gönüllülüğün de teşvik edilebilir olması. İkincisi sürdürülebilirlik, o da şudur, döndükleri zaman döndükleri yerlerde yaşamlarını asgari yaşam koşullarını sürdürülebilir kılacak birtakım önlemlerin alınması. Nedir bunlar? Eğitim imkanlarının, sağlık ve iş imkanlarının sağlanması. Üçüncü unsur da Türkiye’deki bazı iş insanlarının bilhassa Güneydoğu’da Doğu’da ve Suriye sınırına yakın olan illerimizde fabrikaların Suriye topraklarında birtakım şubeler atölyeler açmaları ve oralara yatırım yapmaları… Dönen Suriyelilerin yeniden hayatları sürdürülebilir kılmaları için iş imkanlarına sahip olmalarının fırsat olarak ortaya çıkartılması. Bu da bir şekilde Türkiye’nin böyle bir yatırım yükümlülüğünü ve orada iş insanlarımızın iş imkanları yaratma yükümlülüğünü ortaya çıkarıyor. Dördüncüsü Türkiye’nin bunu asla tek başına başaramayacağı gerçeği. Onun için mutlaka uluslararası dayanışma içinde AB’nin, BM’nin hatta BM Kalkınma Programı’nın mutlaka bir katkı sağlaması beklentisi. Bunun yapılması şart, zaten bunun işaretleri de var. Daha evvel Suriye’yle ilgili olarak toplantılar yapıldı. Bunları tekrar canlandırmak daha kalıcı bir şekilde belli bir fon aktarımını sağlamak. Beşincisi ise geri dönen insanların döndükleri zaman herhangi bir suçlama ile herhangi bir cezai tahribata maruz kalmayacaklarının güvencesinin garantisinin alınması.

Ama onun için de Esat’la oturup konuşmak gerekiyor değil mi?

Evet. Zaten CHP’nin iktidardan farklı olduğu ve ayrıldığı konuda bu. İktidar asla Şam ile böyle bir görüşmeyi kabul etmiyor ama bu sorunu çözmek için Şam’dan başkasıyla görüşemezsiniz. Konunun esas sahibi, ülkenin esas sahibi Şam iken ve Şam’dan bakıldığında kendi ülkelerine dönecek olan kendi vatandaşlarının durumu ile ilgili bir konuyu bir üçüncü tarafla konuşmanız mümkün değil. Bu sorunu da Türkiye çözmek istiyorsa Amerika ya da Rusya ile konuşacak değil. Elbette muhalefetin önemli bir rolü vardır. Bir yandan muhalefet ile iktidar arasındaki görüşmeler zaten bir uluslararası ortamda sürüyor Cenevre’de sürüyor ama Türkiye olarak ben eğer sığınmacı sorununu çözmek istiyorsam, bahsetmiş olduğum o ilkeli 4-5 adımdan oluşacak olan planlamayı, o stratejiyi hayata geçireceksem mutlaka Şam ile bunun diyalog içinde ele alınması gerektiği düşüncesindeyiz. Altılı masada da aslında Suriye ile böyle bir diyaloğun gerekli olduğu kanaati genellikle hakim. Burada bir sıkıntı var, o da Batı’dan kaynaklanıyor çünkü Batı çok haklı bir şekilde Esad rejimine fonlama yapmak istemiyor. Bu ne demek? Esat’ın kalkınması veya Esat’ın ihya olması maksadıyla herhangi bir yatırım yapmayacağız anlamına geliyor ama şunu unutuyorlar. Suriyeli insanların kendi ülkelerine geri dönmesi o halkın aslında yaşamının sürdürülebilir kılınması maksadıyla yapılan bir şey. İnsani yardımların birtakım belli bölgelerde yıkılmış olan bazı yapıların yeniden yapılandırılmasında altyapı imkanlarının yaratılması Suriye halkına yarayacak olan bir şeydir. Suriye halkına yarayacak olan şeyin her zaman Esat’a yarayacağını sanmak mümkün değil. belki bu örneği vermek isterim, bir de uluslararası yardım açısından vermek isterim. Beşir Ömer, Sudan’ın devlet başkanı olarak suçlu bulunduğu halde uluslararası ceza mahkemesi tarafından yıllar boyunca devletin başında devlet başkanı olarak görevini sürdürebildi. Batı eğer Esat’a bir kriminal ya da bir suçlu olarak bakıyorsa bunun kararının siyasiler veya üçüncü ülkelerin parlamentoları hükümetleri veremez. Bu kararı verecek olan uluslararası ceza organlarıdır ve uluslararası bir yargı sürecidir. Bu sürecinin kendi içinde işlemesine herhangi bir engel yok. Ancak Suriye halkının kısa ve orta vadede yeniden kendi ülkelerinde yaşayabilir hale gelebilmeleri sığınmacıların yine gönüllülük esasıyla kendi ülkelerine dönebilmeleri için yapılacak yardım Esat’a değil Suriye halkına yapılacak olan yardımdır. Bunu anlatabildiğimiz takdirde o zaman Batının da bu fonlamaya ve Türkiye’nin bu çabalarına katkı sağlamasına imkan yaratırız.

Suriye meselesinden devam edelim. Bir operasyon söz konusu ve hani tabiri caizse davulla zurnayla operasyon yapmaya hazırlanıyoruz Suriye’ye. Buna bakış açınız nedir* Böyle bir operasyon gerçekten gerekli mi? İkincisi bunun yapılış biçimi doğru mu? Yani sonuçta bu bir operasyon ve baskın niteliği olması gerekiyor ama biz haber ve tarih vere vere gidiyoruz…

1974’ü hatırlayın, Ayşe’nin tatile çıktığı günler. Hiç öyle davulla zurnayla falan olmamıştı. Kaldı ki herkesin de aslında Türkiye’nin böyle bir müdahalede bulunmasını beklediği bir ortamda hiç böyle davulla zurnayla yapılmadı. Bu tür operasyonların mutlaka bir sürpriz unsurunun olması gerekir. Sürpriz unsurunu bir kenara iterek bu şekilde dallandırıp budaklandırıp ilerletildiği takdirde hem karşı tarafa hazırlanma imkanı veriyorsunuz hem de aslında bunun bir korkutucu maksatla ortaya atıldığı izlenimi uyandırıyorsunuz. Bir de tabii iç politikaya ne kadar faydası var o anladığım kadarıyla hesaba katılıyor. Son zamanlarda, bilhassa bu NATO Zirvesi’nden önce ve işte birtakım başka gelişmelerden kaynaklanan bazı düşüncelerle Suriye’yi yeniden bir operasyon olacağı yönünde bazı söylemler çıktı. Ancak bunun belli koşulları var. Bir kere nereye operasyon yapılacağı ile ilgili herhangi bir açıklama yok. Belki sürpriz unsuru bu olacak fakat ne ABD ne Rusya’dan ki bu iki ülkeyi özellikle vurgulamamın sebebi, Suriye’de Türkiye kadar aynı şekilde önemli konumlanmış olan ülkelerle önemli konuma sahip ülkeler olduğu için onlarla belli bir mutabakat içinde yapabilmesi lazım. Bazı yerlere yapacağınız askeri harekatın sizi pekala Amerikalı askerlerle karşı karşıya getirme olasılığı vardır. Bazı yerlerde Rusya ile karşı karşıya gelme olasılığı var. Bazı yerlerde Rusya’nın desteklediği Suriye ordusuyla karşı karşıya gelme ihtimali vardır. Dolayısıyla bunların önceden planlanması gerekir. Ama gerek ABD’den gerek Rusya’dan yapılan açıklamalar şu sırada Türkiye’nin böyle bir harekatı yapmasının Suriye’deki tüm dengeleri bozacağı şeklinde geliyor. Yani ne ABD ne Rusya pek tasvip edilen bir davranış içinde değiller. Biz onların tasvibine mi muhtacız öyle bir şey demiyorum ama yapılacak olan harekatın mutlaka başarılı olması için bazı şeylerin değerlendirilmesi ve dikkate alınması gerekir. Son NATO zirvesinden sonra Rusya’yı rahatsız edecek bir sonuç ortaya çıktığına göre Suriye’de Rusya ile olan ortak çalışmamızı Astana süreci ile başlayan beraberliğimiz de bozacak bir davranış içinde bulunmamak gerekir diye düşünüyorum.

Sizin Ermeni meselesine olan ilginizi de biliyorum, bunu da açıklamıştınız. Son dönemdeki diyalog çabalarına nasıl bakıyorsunuz?

Bence çok olumlu çünkü Türkiye’nin Kafkasya’da bir genel Kafkasya politikası güdebilmesi için Ermenistan ile olan ikili ilişkilerinin normalleşmesi gerekir. bunun önündeki en önemli engel Azerbaycan ile Ermenistan arasındaki durumdu. 2020 yılında Azerbaycan’ın işgal altındaki topraklarını kurtarması ve meseleyi çok ciddi bir şekilde masada da kendi lehine çevirmesi Türkiye Azerbaycan ve Ermenistan üçlü ilişkilerinde çok önemli bir dönüşüm yarattı. Bunun sonucundadır ki Türkiye ile Ermenistan’ da bir normalleşme arayışına geri döndü. İki ülke de üst düzey temsilciler atadılar devleti ve hükümeti temsil eden iki kişi. Bunlar dört toplantı yaptılar şimdiye kadar ve son toplantıdan gelen haberler aslında çok olumlu, şu açıdan olumlu Türkiye Ermenistan sınırının 3. ülke vatandaşlarına açılması kararı alındı. Bunun ne zaman gerçekleşeceği gibi herhangi bir tarih söz konusu değil henüz ama ilke olarak böyle bir karar alınması önemli bir başlangıçtır. Zannediyorum bu kararın alınmasında muhtemelen Azerbaycan ile bir danışma içinde bulunulmuştur. Çünkü sonuç itibarıyla hala Ermenistan'la Azerbaycan arasında bir barış sağlanmış değildir bir ateşkes söz konusudur. Azerbaycan’ın barışın sağlanması için beklentileri vardır. Azerbaycan ve Ermenistan arasındaki durum Türkiye’nin Azerbaycan’la olan ilişkilerine elbette çok dikkat ederek Ermenistan ilişkilerini ona göre sürdürmesi gerektiğini zorunlu kılar. Bu açıdan bakıldığında da muhtemelen bu Türkiye Ermenistan normalleşmesi hakkındaki her adım ve her gelişme paralel bir şekilde Azerbaycan tarafından da belli bir bilgilendirme dahilinde takip ediliyordur. Son kararın da böyle bir anlayış içinde gerçekleştiği düşüncesindeyim. Bu bir başlangıç bununla önemli bir merhaleye varmış olacağız. Üçüncü ülke vatandaşlarının Türkiye Ermenistan sınırında kullanabilmeleri ileride elbette Türkiye Ermenistan arasında iki halkında birbirleri ile oradan geçiş sağlamalarına yol açacaktır diye düşünüyorum. Bu önemli.

Özellikle eski bakan Sayın Yaşar Yakış, demişti ki eğer sandık güvenliği sağlanırsa seçimi muhalefet kazanır. Katılır mısınız?

Biz sandık güvenliğinde hiçbir endişe duymuyoruz. Bizim aşağı yukarı bugünden yarın bile olsa ya da haziran ayında 2023 yılında da olsa sandık görevlilerimiz belli. Neredeyse yüzde 99 kadarını belirlemiş durumdayız. Türkiye sathında bütün sandıklarda görev yapacak olacak isimler parti örgütü tarafından belirlenmiştir. Biz sandık güvenliğinin hiçbir şekilde zedelenmeyeceğine inanıyoruz çünkü sandık güvenliğinin sadece sandık kurulları sahip çıkmayacak. Sandık güvenliğine halk sahip çıkacak. çünkü halk gerçek bir demokratik seçim sonucunda bu iktidarın değişmesini bekliyor dolayısıyla o halk o sandıkların başında oylar açılırken ve sayılırken mutlaka orada hazır bulunacak, bekleyecek ve hiçbir şekilde sandık güvenliğini ihlal edecek bir gelişmeye müdahale etmeyecektir. bizim hiçbir endişemiz yok. Biz sandık güvenliğinin tam olacağından eminiz.

Parmak boyasını düşünüyor musunuz?

Ben parmak boyasının olması gerektiği kanaatindeyim. Bu aslında bizde vaktiyle uygulanan ve adil bir seçimi en ciddi şekilde garantiye alan uygulamalardan bir tanesiydi. Niye kaldırıldığını bilmiyorum. Yani, belli bir süre sonunda tırnaklar uzadığı zaman o boyalar kendiliğinden kayboluyor. Ancak bugün hala birçok ülkede uygulanan bir yöntemdir. Şahsen, bu tamamen kişisel bir düşünce bunun olmasının çok daha sağlıklı olduğu düşüncesindeyim.

Son soru, Cumhurbaşkanı adayınız kim?

Bizim Cumhurbaşkanı adayımız ve halkımızın da beklentisi Genel Başkanımız Kemal Kılıçdaroğlu’ dur.

Nasıl belirlenecek? Altılı masa mı, CHP’nin iç mekanizmaları mı belirleyecek?

Genel başkanımız bunu sık sık söylüyor bu kararı altılı masa ortak olarak verecektir. Altılı masadaki ortak iradenin ortaya çıkaracağı isim elbette hem genel başkanımız tarafından hem diğer partiler gibi bizim partimiz tarafından kabul edilecektir. Ancak benim gördüğüm kadarıyla hakim kanaat genel başkanımızın o yolda çok hızlı bir şekilde ve ciddi adımlarla ilerlediği yönündedir.

Çok teşekkür ederim

Kimdir?

Ünal Çeviköz, 1952 yılında İstanbul'da doğdu, 1970'te Kadıköy Maarif Koleji'ni, 1974 yılında Boğaziçi Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümünü, 1978 yılında ise aynı üniversitenin Siyaset Bilimi bölümünden mezun oldu. 1993 yılında Brüksel Üniversitesi’nde Uluslararası İlişkiler dalında yüksek lisans yaptı. Dışişleri Bakanlığı'nda önce Moskova Büyükelçiliği’nde 2. Katip ve Bregenz Başkonsolosluğu'nda Konsolos olarak görev yaptı. 1986 yılında Doğu Avrupa Dairesi Şube Müdürü görevinde bulundu, sonrasında Sofya Büyükelçiliği Müsteşarlığına atandı. 1989 yılında Dışişleri Bakanlığı’ndaki görevinden izinli olarak ayrılıp NATO’da uluslararası memur olarak göreve başladı, önce Ekonomi Direktörlüğü’nde, sonra Siyasi Direktörlük’te çalıştı. 1994 yılında NATO’nun Moskova’daki Enformasyon Bürosu’nu kurdu. 1994-1997 yılları arasında NATO-Rusya Kurucu Senedini hazırladı, 1997 yılında yeniden Dışişleri Bakanlığı’nda merkez görevine dönerek bir yıl Balkan Dairesi Başkanlığı yaptıktan sonra 1998 yılında Kafkasya ve Orta Asya Genel Müdür Yardımcısı olarak atandı. 2001 yılında Bakü Büyükelçisi, 2004 yılında Bağdat Büyükelçisi olarak görevlendirildi. 2006 yılında Bağdat’ta uğradığı suikasttan yara almadan kurtuldu. 2007 yılından 2010 yılına kadar Dışişleri Bakanlığı Müsteşar Yardımcısı olarak çalıştı. 2010 yılı kararnamesiyle Londra Büyükelçisi olarak atandı. 2013 yılında Uluslararası Denizcilik Örgütü 28. Dönem Genel Kurul Başkanlığına seçildi. 1998 yılından itibaren Türkiye ile Ermenistan arasındaki ilişkilerin normalleşmesi için sürdürülen çaba ve faaliyetlerde önemli rol oynadı, 10 Ekim 2009 tarihinde iki ülke arasında Zürih’te “Diplomatik İlişkilerin Kurulması” ve “İlişkilerin normalleştirilmesi” ile ilgili iki protokolün hazırlanmasında ve imzalanmasında da görev aldı. CHP İstanbul İl Başkanı Murat Karayalçın'ın Dış İlişkiler Danışmanı oldu. 2018'de CHP'nin 36. Olağan Kurultayı'nda CHP Parti Meclisi üyeliğine seçildi ve 12 Şubat 2018 tarihinde CHP'nin kamu diplomasisinden sorumlu genel başkan yardımcısı olarak görevlendirildi. 24 Haziran 2018 tarihinde gerçekleştirilen genel seçimlerde milletvekili seçilerek TBMM'ye girdi. 10 Ağustos 2018 tarihinde ise CHP'nin dış ilişkilerden sorumlu genel başkan yardımcısı olarak görevlendirildi. Temmuz 2020'de yapılan kurultayda parti meclisine girmeyi başaramadı. Bu nedenle Genel Başkan Yardımcısı görevini sürdüremeyen Çeviköz, "Dış İlişkilerden Sorumlu Genel Başkan Başdanışmanı" olarak atandı ve ilgili Genel Başkan Yardımcılığı makamı boş bırakıldı. TBMM'de Dışişleri Komisyonu üyesi ve CHP grubu sözcüsü olarak yaptığı görevin yanı sıra Avrupa Birliği Uyum Komisyonu ve Avrupa Birliği Karma Parlamenter Komisyonu üyesi ve Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi Sosyalistler, Demokratlar ve Yeşiller Grubu üyesi görevini yürütüyor.