Adalet ve Kalkınma Partisi'nin, 2006 yılında, Türkiye'nin o güne kadar hassasiyetle yürüttüğü Ege politikasından verdiği tavizi kaleme alma hikayemi, cuma günü GAZETEDURUM'da okudunuz.
Hikaye özetle, 2006 yılında Yunanistan'ın Almanya'dan kiraladığı Poseidon gemisinin, 1976 tarihli Bern Mutabakatına aykırı olarak 26 Nisan'dan itibaren Ege'nin kıta sahanlığında araştırma yapmasını, Türkiye'nin de buna donanmasıyla müdahale etmek şöyle dursun, Dışişleri Bakanlığı aracılığıyla bile tepki göstermemiş olmasını konu ediyordu.
Cuma günü, hikayenin devamı için pazartesi gününü bekleyin diyerek yazımıza noktayı koymuştuk.
Şimdi devam edelim.
Soğuk Savaş dönemi filmlerini anımsatan heyecan dolu bir kaç saatin ardından, Adalet ve Kalkınma Partisi'nin Türkiye'nin Ege'de geri adım attığına ilişkin haber elime geçmişti.
Ertesi gün manşete çıkacağımı bilmenin keyfiyle bilgisayarın başına oturmuştum.
Bir yandan hiçbir ayrıntıyı atlamamaya özen gösteriyor, diğer yandan şehir baskısı için bunu Dışişleri Bakanlığı'na nasıl teyit ettirebilirim diye düşünüyordum ki televizyondan geçen bir son dakika haberi, bürodaki muhabirler arasında önce şok etkisi yarattı sonra büyük bir telaşa neden oldu.
Cumhuriyet'in İstanbul'daki merkezine yine bomba atılmıştı.
Daha önce iki kez saldırı yapılmıştı.
O iki saldırıda patlamayan bomba bu kez patlamıştı.
Neyse ki can kaybı olmamıştı.
Biz ne olduğunu anlamaya çalışırken, Haber Müdürü Mustafa Çakır, yanıma geldi.
- Senin haber manşetten düştü
- Tahmin ediyorum
- Yarına saklayalım mı?
- Yarına geç olur
Doğal olarak gazeteye atılan bomba çok ama çok önemli bir gelişmeydi. “Neden benim haberi manşetten düşürdünüz” diyecek halim yoktu!
Haberi yazdım, bitirdim...
Taşra baskısı saat 18.00 civarında bağlanmıştı.
Saat 18.15 gibi Dışişleri Bakanlığı'nı aradım.
O zaman Enformasyon Dairesi'nde diplomasi muhabirleriyle ilgilenen diplomat, Sözcü Yardımcısı Murat Özçelik'ti.
Daha sonra Irak Özel Temsilciliği, Bağdat Büyükelçiliği ve Kamu Güvenliği Müsteşarlığı yapacak olan Özçelik, gazetecilerin sorularına yanıt verebilmek için Hariciyenin ketum bürokrasisiyle adeta karakucak güreş tutardı. Hemen hiçbir talebimizi geri çevirmemeye çalışırdı.
Amma velakin, Enformasyon Dairesi'nden yanıt alabilmek için adeta bir poker oyuncusu gibi davranmak gerekiyordu.
Fazla heyecanla sorulan sorular, karşı tarafta, “galiba bu meseleyi yarın büyütecekler” kaygısına neden oluyor, kamuoyunda görünür olmayı sevmeyen Hariciye bürokrasisi, bilerek ve isteyerek haber saklayabiliyordu.
Bunu onlarca kez tecrübe etmiştim.
O yüzden, birkaç basit sorunun ardından hiç önemsemiyormuş edasıyla konuya girdim.
- Murat bey, telefonu kapatmadan sorayım, acaba son günlerde Yunanistan'ın Ankara Büyükelçisini hiç Bakanlığa çağırdınız mı?
Murat Özçelik, hiç heyecan göstermemişti. Belli ki, Ege'de ne olup bittiğinden haberdar değildi.
- Bildiğim kadarıyla çağırmadık. Ama şimdi Müsteşarın yanına gidiyorum, senin için sorarım
- Çok teşekkür ederim.
O dönem, Müsteşar Ertuğrul Apakan'dı.
Hariciyenin gördüğü en iyi diplomatlardan biri olmasının yanı sıra insani vasıfları da çok yüksek bir kişiydi. Ancak, bakanlığın heyecanlı diplomatları arasında “fazla temkinli” olmakla eleştirilirdi. Oysa diplomaside temkinli davranmamanın ülkeyi bugün ne hale getirdiğini hep birlikte görüyoruz diyelim ve bu notumuzu buraya düşmüş olalım.
Murat Özçelik'in daha sonra bana aktardığı şekliyle devam edelim...
Ertuğrul Apakan'ın kapısını çalıp gündeme ilişkin bilgileri alır, notlarını tutar ve son olarak odadan çıkmadan sorar.
- Biz Yunanistan Büyükelçisi'ni bugünlerde bakanlığa çağırdık mı?
Ertuğrul Apakan bir an duraksar, düşünür.
Doğal olarak "Bu nereden çıktı", "Şimdi ne alakası var" mealinde bir şeyler söylemesi gerekirken direk konuya girer!
- Kim soruyor?
- Bahadır
Biraz bekler. Sonra yerinden doğrulur gibi yapar. Ardından kendine özgü heyecanlı ses tonuyla, biraz sesi titreyerek ama yüksek perdeden yeniden sorar.
- Ne kadarını biliyor?
Bu kez düşünme sırası Murat Özçelik'e gelir.
Yılların diplomasi tecrübesinin verdiği hızla bir muhakeme yapar. Sonuçta her muhabirin huyunu, suyunu bilmektedir.
Bahadır, akşam vakti işten çıkıp Mülkiyelilerde bir şeyler içmek ya da eve gitmek yerine laf arasında Yunan Büyükelçisinin bakanlığa gelip gelmediğini soruyorsa, bunun altında mutlaka bir bit yeniği olmalıdır, diye düşünür!
Bu düşüncesini hemen dile getirir.
- Galiba hepsini...
Telaş etme sırası bu kez Hariciye bürokrasisine gelmişti.
Meselenin basına sızmasının yaratacağı sıkıntı hızla değerlendirildi ve Yunanistan'ın Ankara Büyükelçisi'nin o akşam Dışişleri Bakanlığı'na davet edilmesi, Poseidon'un faaliyetleri konusunda açıklama istenmesi, tepki gösterilmesi kararlaştırıldı.
Gerçi, Hariciye ayın başında Yunanistan ve Almanya'dan konuya ilişkin bilgi talep etmiş ama bunu basına açıklamadığı gibi geminin Ege'nin kıta sahanlığında araştırma yapmasına ses çıkarmamıştı.
Hariciye, şimdi yani meselenin basına sızmasının ardından harekete geçiyordu. Yunanistan Büyükelçisi bakanlığa çağrıldı.
Yunan Büyükelçi o saatte pijamalarını giymiş, tansiyon ilacını içmiş ve yatmaya hazırlanıyordu. Söylenen o ki, gelen telefonla yataktan fırlamış, pantolonunu pijamasının üstüne giymişti.
Alelacele toplanıp Bakanlığa gitti. Türkiye resmi olarak kendisinden açıklama talep etti.
Gece, telefonum çaldı. Arayan Murat Özçelik'ti.
- Büyükelçiyi çağırdık ve Ege'deki gemi konusunda bir açıklama istedik.
- Peki, teşekkür ederim. Ben sorduğum için mi çağırdınız?
- Tabii ki... Türkiye girişimde bulunmadı diye yazamazsın artık.
- Tamam ben de, "biz sorduğumuz için büyükelçi çağrıldı" diye yazarım o zaman!
- !!??
Sonuçta, haber buydu ve okuyucumuza karşı sorumluyduk. Ne olduysa, bildiğimiz, öğrenebildiğimiz kadarıyla yazacaktık.
Ertesi gün haber iç sayfa manşetten yayımlandı. Bu haber nedeniyle Murat Özçelik bir süre bana "küstü" ama sonra yine barıştık!
Tabii gündem öylesine değişmişti ki, kimsenin durup Ege'de ne olup bittiğine bakacak hali yoktu.
Haberin çıkmasından kısa süre sonra Bakanlık Sözcüsü, “Bir Soruya Cevap” şeklinde formüle edilen açıklamayla en azından zevahiri kurtarmış oldu. Açıklamada “Ege’de ülkemizin hak ve menfaatlerinin korunması için konu üzerinde başından itibaren gereken dikkat ve önemle durulmaktadır” deniyordu ancak neden bu açıklama için bir hafta beklendiği sorusuna cevap verilmiyordu.
Tabii, meseleyi yakından izleyenler, gelişmenin önemini fark etmişti. Akademisyenler, emekli subaylar, düşünce kuruluşu çalışanlarının da aralarında olan bir çok isim hem Cumhuriyet'e atılan bombadan dolayı “geçmiş olsun” demek için arıyor hem de haberin ayrıntısına ilişkin bir şeyler soruyorlardı.
Meselenin basına yansıması ve giderek büyümesi üzerine, Poseidon 11 Mayıs'ta 04.00 itibarıyla Girit Adası'nın kuzeyinde bulunduğu bölgeden yani Ege kıta sahanlığından ayrılıp Mora Yarımadası'nın güneyinden Batı Akdeniz'e doğru seyretmeye başladı.
Ertesi gün, “Poseidon Ege'den ayrıldı” diye yazdım.
O da yine sayfa manşeti oldu.
Kriz sona ermiş gibi görünüyordu.
1987 yılında Taşoz adasının yakınlarında Yunanistan'ın sismik araştırma yapmak istemesiyle iki ülkenin adeta savaşın eşiğine gelmiş olduğu düşünülürse, bu kez meselenin kolayca çözülmüş olması soru işaretleri yaratmıyor da değildi.
Bu soru işaretlerinin yarattığı rahatsızlık sabaha karşı saat beşte uykudan uyandırmaya başlayınca, Poseidon'un uydu telefonunu aramaya başladım. Çünkü, o dönem internet bugünkü gibi her derde deva olmadığı için geminin izini tozunu kolayca bulamıyordum.
Sonuçta geminin uydu telefonuna ulaştım.
- Günaydın, kaptanla görüşebilir miyim?
- Ben Kaptan Michael Schneider
- Ben gazeteciyim. Şu anda konumunuzu söyleyebilir misiniz?
- Girit'in kuzeyinde, Yunanistan karasının 6 mil dışında uluslararası sulardayım. Yani Türk karasularında değilim. Türk karasularına girmedik. O yüzden Türkiye açısından bir sıkıntı olmamalı.
Belli ki Kaptan Schneider, geminin neden olduğu krizin farkındaydı ama krizin nedenini karasuyu ihlali zannediyordu. Oysa, Girit'in kuzeyi, Ege kıta sahanlığı kapsamına giriyordu. Kaptan Schneider, makul bir gerekçe ortaya koyduğunu düşünüyordu ama Ege kıta sahanlığı üzerinde olduğunu itiraf etmişti.
Ne Bern mutabakatından ne de iki ülke arasındaki gerginliğin nedenlerinden haberdardı.
Tabii bunu da yazdım. Ertesi gün bu haber de sayfa manşeti oldu. Ama ülke gündeminde çok fazla öne çıkmadı. Bu da hem Hariciyenin hem de iktidarın işine geldi.
2006 yılı Türkiye'de gelecek 10-15 yıl içinde yaşanacak cehennemin taşlarının döşendiği bir yıldı. Maalesef Ege meselesi, kamuoyunun gündemi açısından ilgiye mahzar olmayacak kadar küçük bir ayrıntı olarak görülüyordu.
Sonrasında bu mesele hemen hiç konuşulmadı.
Egemenliği antlaşmalarla devredilmemiş ada, adacık ve kayalıklar meselesi, bu konuda hassasiyeti olan eski askerler, diplomatlar, bürokratlar tarafından ele alınmaya çalışılsa da “adalarımız işgal ediliyor” diyenlere karşı iktidar sessiz kalmayı sürdürdü.
Ancak ne zaman ki iktidar iç politikada sıkıştı, ekonomik krizden dolayı Adalet ve Kalkınma Partisi'nin tabanı çözülme noktasına geldi, Erdoğan Yunanistan'ın Lozan ve Paris Antlaşmalarına aykırı olarak Ege adalarını silahlandırdığını fark ediverdi.
Doların 17, mazotun 30 TL'yi geçtiği, insanların açlık sınırının altında yaşamaya mahkum edildiği bir süreçte, Erdoğan'ın Yunanistan'la ipleri germesinin içeride alıcısı eskisi kadar çok olur mu bilinmez ama gerginlik siyasetinin orta ve uzun dönemde hiç kimseye yarar getirmediği saptamasını yaparak yazımıza noktayı koyalım.
Joeby Ragpa
This template is so awesome. I didn’t expect so many features inside. E-commerce pages are very useful, you can launch your online store in few seconds. I will rate 5 stars.
ReplyAlexander Samokhin
This template is so awesome. I didn’t expect so many features inside. E-commerce pages are very useful, you can launch your online store in few seconds. I will rate 5 stars.
ReplyChris Root
This template is so awesome. I didn’t expect so many features inside. E-commerce pages are very useful, you can launch your online store in few seconds. I will rate 5 stars.
Reply