Ankara’nın medya yüzü AKK Medya Çalışma Grubu
Ankara’nın medya yüzü AKK Medya Çalışma Grubu
Victoria's Secret, ikonik defilesi Cher'in sahne alacağı etkinlikle geri dönüyor.
Victoria's Secret, ikonik defilesi Cher'in sahne alacağı etkinlikle geri dönüyor.
Telefon patlatması 21 yıl önce Kurtlar Vadisi'nde işlenmiş
Telefon patlatması 21 yıl önce Kurtlar Vadisi'nde işlenmiş
Robert De Niro'nun mezar taşı
Robert De Niro'nun mezar taşı
123456789
Ankara’nın medya yüzü AKK Medya Çalışma Grubu
Ankara’nın medya yüzü AKK Medya Çalışma Grubu
Victoria's Secret, ikonik defilesi Cher'in sahne alacağı etkinlikle geri dönüyor.
Victoria's Secret, ikonik defilesi Cher'in sahne alacağı etkinlikle geri dönüyor.
Telefon patlatması 21 yıl önce Kurtlar Vadisi'nde işlenmiş
Telefon patlatması 21 yıl önce Kurtlar Vadisi'nde işlenmiş
Robert De Niro'nun mezar taşı
Robert De Niro'nun mezar taşı
123456789

"MİLLİ ÇIKARLARIMIZI HAMASETE KURBAN EDİYORUZ"

Pazar Söyleşisi'nin bu haftaki konuğu DEVA Partisi'nin dış politika kurmayı emekli Büyükelçi Abdurrahman Bilgiç. 

Bilgiç, 1963 yılında Adıyaman'da doğdu. 1981 yılında Kadıköy Anadolu Lisesi'nden sonra 1985 yılında da Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nden mezun oldu. 1986 yılında Dışişleri Bakanlığı'nda çalışmaya başladı. 2003-2005 yıllarında Basın-Yayın ve Enformasyon Genel Müdürlüğü, 2005-2007 yılları arasında Münih Başkonsolosluğu yaptı. Nisan 2011'de Türkiye'nin Tokyo Büyükelçiliğine getirildi ve bu görevini 30 Eylül 2011 tarihine kadar sürdürdü. Ardından MİT Müsteşar Yardımcısı oldu. Bu görevini 2014 yılına kadar sürdürdü. 8 Temmuz 2014 - 27 Eylül 2018 tarihleri arasında Birleşik Krallık Büyükelçiliği görevinde bulundu. 9 Mart 2020 tarihinde Ali Babacan tarafından kurulan Demokrasi ve Atılım Partisi'nde kurucu üye oldu. Partinin Dış İlişkilerden Sorumlu Genel Başkan Yardımcılığı görevini üstlendi. 27 Temmuz 2021 tarihinde siyaseti bıraktığını açıkladı. Ancak, 16 Mayıs 2022 tarihinde yeniden siyasete girdi ve DEVA Partisi'nde Yasemin Bilgel'den boşalan Dışişleri ve Güvenlik Politikaları Koordinatörü görevine getirildi.

Bilgiç, dış politikadan ekonomiye, sığınmacılar meselesinden, 6'lı masaya kadar, GAZETE DURUM'a dikkat çeken değerlendirmeler yaptı. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın İsveç ve Finlandiya'nın NATO üyeliğine ilişkin açıklamalarını, "megafon siyaseti" olarak tanımlayan Bilgiç, iktidarı "Türkiye’nin dış politikası var mı? Gerçekte yok. Gördüğümüz kişiselleştirilmiş, hamasete kurban edilmiş ve o yüzden haklıyken haksız duruma düştüğümüz bir dış ilişkiler setidir. Türkiye’ye ağır bedeller ödeten, saygınlığını zayıflatan ve ‘sorunlu ülke’ imajını pekiştiren bir durumdur" sözleriyle eleştirdi. Bilgiç, muhtemel Suriye operasyonuna ilişkin "Suriye sahası bir vekalet savaşına sahne oluyor. ABD ve Rusya arasında Büyük Güç rekabetinin yanı sıra bölge ülkelerinin de destekledikleri gruplar aracılığıyla yürüttükleri yoğun bir mücadele yaşanıyor. Başarı nedir? Tel Rıfat’ı ve Menbiç’i almak taktik bir askeri başarı sayılabilir. Son tahlilde stratejiniz yoksa kaybeden tarafta olursunuz. Taktik kazanımlar stratejik başarıyı getirmez. Esad yönetimi ile de temas halinde olmak şart. Türkiye’nin stratejik başarısı savaşın sona ermesini çabuklaştırmak, Suriye’de barış ve istikrarı sağlamaktır. Dost bir Suriye ile ekonomik ve ticari ilişkilerimizi yoğunlaştırmaya odaklanacağımız zemini oluşturmaktır" değerlendirmesini yaptı. Bilgiç, "Milli çıkarlarımızı hamasete kurban ediyoruz" dedi.

Bilgiç'in sorularımıza verdiği yanıtlar şöyle:

Sayın Bilgiç, öncelikle Türkiye'nin, İsveç ve Finlandiya'nın PKK/PYD-YPG gibi örgütlere vermekte olduğu desteği gerekçe gösterip bu ülkelerin NATO üyeliğine karşı çıkmasıyla başlayalım. Zirve yaklaşıyor, henüz ortada somut bir sonuç yok! Siz bütüncül olarak bu meseleyi nasıl değerlendiriyorsunuz?

İsveç ve Finlandiya’nın NATO’ya üyelik başvuruları bir “Stratejik Kırılma” dönemine rastlıyor. Bu “Stratejik Kırılma” kavramını biraz açayım… Anımsayacağınız üzere, Rusya, çevresinde ve genel anlamda Avrupa’da güvenlik düzenini yeniden kurma girişimi başlatmıştı. Bu amaçla, NATO’ya ve ABD’ye notalar vermişti. Yapılan ön görüşmelerden tatmin olmadığı anlaşılan Rusya, 24 Şubat’ta Ukrayna’ya işgale başlamıştı. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin daimi üyesi olarak uluslararası barış ve güvenliğin korunmasında aslında özellikli sorumluluğu bulunan Rusya’nın bu tutumu dünyayı ayağa kaldırmıştı. Başta ABD olmak üzere Batılı ülkeler Rusya’ya yaptırımlar uygulamaya başladılar. Dalgalar halinde gelen söz konusu yaptırımların gittikçe ağırlaşmakta olduğu gözlemleniyor. Öte yandan Ukrayna’ya sofistike askeri yardımlar yapılıyor. İşte bu stratejik ortamda NATO’nun Doğu’ya doğru genişlemesini istemeyen Rusya, bu hedefinin tam aksine uzun bir tarafsızlık geçmişi bulunan İsveç ve Finlandiya’da derin güvenlik kaygılarına yol açtı ve bu iki ülkeyi NATO’nun güvenlik şemsiyesinden yararlanmaya sevk etti.

Bu çerçeve içinden baktığınızda Türkiye veto hakkını kullanmalı mı, eğer kullanılmasından yanaysanız, nereye ve hangi sonucu alana kadar kullanmalı?

Biliyorsunuz, NATO’ya yeni üyelik için tüm NATO ülkelerinin onay vermesi gerekiyor. Bu bağlamda, Türkiye’nin söz hakkı da sonucu belirleyici önemde. Şimdi önümüzde ABD ile bozulan ilişkilerimizi ve NATO içerisindeki sorunlarımızı çözme fırsatı var. İsveç ve Finlandiya’nın savunma sanayimize kısıtlama getirmiş olmaları kabul edilemez. Keza terörizmle mücadele konusu da güvenliğin ayrılmaz bir parçasıdır. Bu itibarla, hassasiyetlerimizi dile getirmemiz elbette gereklidir. Ancak, bu iki ülkenin savunma sanayimize uyguladıkları ambargoyu kaldırmaları ve terörizmle mücadelemiz bakımından hassasiyetlerimize anlayış göstermeleri bizim için yeterli olabilir mi?

"DAĞ FARE DOĞURDU"

Ayrıca NATO içerisinde yalnız kalmamamız çok önemlidir. O yüzden megafon siyaseti yerine ikili ve çok taraflı görüşmelerle yani sessiz diplomasiyle sonuç almaya odaklanmamız şarttır. Şunu da hatırlatmak isterim ki, İsveç ve Finlandiya’nın NATO üyeliği sıradan bir mesele değildir. Rusya’yı kuşatan, diğer Baltık ülkelerinin savunulmasını kolaylaştıran, Baltık Denizi’nde ve Kuzey Kutbu’nda NATO etkinliğini güçlendiren bir gelişmedir bu. Dolayısıyla jeopolitik ve güvenlik alanında bir kayma yaşandığının bilincinde olmamız gerekir.

Tüm bu nedenlerle, bizim "dağ fare doğurdu" diyeceğimiz kazanımlarla yetinmek yerine, NATO içerisinde yalnız kalmadan ulusal çıkarlarımızı azami düzeyde gözetmemiz etkin bir diplomasiyle mümkündür.

İktidar, dış politikayı içeride kendi tabanını tahkim etmek için kullanıyor, ne zaman içeride sıkışsa, dış politika meselelerinden herhangi birini gündeme taşıyıp güçlü bir hamasetle bu meseleden “başarı hikayesi” çıkarmaya çalışıyor. Katılır mısınız?

Önce şu soruya yanıt arayalım: Türkiye’nin dış politikası var mı? Gerçekte yok. Gördüğümüz kişiselleştirilmiş, hamasete kurban edilmiş ve o yüzden haklıyken haksız duruma düştüğümüz bir dış ilişkiler setidir. Türkiye’ye ağır bedeller ödeten, saygınlığını zayıflatan ve "sorunlu ülke" imajını pekiştiren bir durumdur. Kurumsal yetkinlik, kapasite ve katılım süreçlerinde ortaya çıkacak analizlere dayalı kararlar ve yöntemler yerine, kişiselleştirilmiş kavgacı üslupla bir "başarı hikayesi" çıkmaz. Propaganda gücüyle bir "başarı hikayesi" anlatılsa da bunun ömrü kısa olur.

Daha açık soralım, Türkiye'nin veto meselesini gündeme taşımasından Erdoğan'a, seçimlerde kullanabileceği bir başarı hikayesi çıkar mı?

Demin söylediğim gibi, İsveç ve Finlandiya ambargoyu kaldırdı ve terörizmle mücadele konusundaki hassasiyetlerimize bir nebze anlayış gösterdiği için başarılı bir sonuç mu alınmış olacak? Ama çok haklısınız, başlangıçta vurguladığım jeopolitik realiteye rağmen sanki "dik durarak" büyük sonuçlar almışız gibi iç politikaya dönük özellikle seçim kampanyaları sırasında bir propaganda yürütüleceğinin işaretlerini şimdiden görüyoruz.

İsveç ve Finlandiya'nın PKK/PYD-YPG gibi örgütlerle olan ilişkisini bir kenara koyarsak, bugün ittifakın önde gelen ülkelerinin de bu örgütlerle yakın ilişki içinde olduğunu görüyoruz. ABD'nin özellikle PYD-YPG'ye olan desteği gizli saklı değil, keza Almanya'nın, Belçika'nın, Norveç'in ve Fransa'nın benzer tutumları var. İktidarın bunlara karşı sesini çok fazla yükseltmiyor olmasına karşın, iki İskandinav ülkesine karşı bu tutumunu nasıl görüyorsunuz?

"TÜRKİYE'NİN ELİNDEKİ KOZ HAMASETE KURBAN EDİLMEMELİ!"

Bu doğru bir saptama. Esasen, Finlandiya ve İsveç’in bu konulardaki tutumu Avrupa Birliği çizgisinde. NATO’ya üyelik oy birliği gerektirdiği için şimdi Türkiye’nin elinde bir koz var. Türkiye bu kozu kullanarak bazı kazanımlar elde edebilir. İç politika mülahazalarına ve hamasete kurban edilmezse tabi.

Türkiye’nin bu iki ülke ile yürütmekte olduğu görüşmelerin asıl muhatabının ABD olduğu yönünde yorumlar var. Yani, İsveç ve Finlandiya’nın Türkiye’nin beklentilerini karşılayacak bir yaklaşım içine girmesi durumunda bile iktidarın asıl amacının ABD’nin F-35 ya da en azından F-16’lara ilişkin sıkıntının aşılmasını sağlamak olduğu yorumları yapılıyor. Bu konudaki yorumunuz ne olur?

İsveç ve Finlandiya’nın tutumlarını esnetmekte oldukları anlaşılıyor. Ancak, Türkiye’nin bütün beklentilerini karşılayacak olsalar bile bunun önemli bir sonucu olmayacak. Bu şekilde Türkiye terör sorununu çözmüş olmayacak. Keza bu ülkelerin savunma sanayi kısıtlamalarını kaldırmaları savunma sanayimiz için daha büyük bir darbe niteliğindeki ambargoları ortadan kaldırmayacak. Devede kulak bile olmayacak yani. ABD önemli bir muhatap elbette. S-400 yaptırımları kalkar ve Türkiye F-35 programına geri dönebilirse savunmamız bakımından ciddi bir kazanım olur. Ama bu İsveç ve Finlandiya’nın NATO üyeliklerinden bağımsız olarak da yürüyebilecek bir konu. Modernizasyon kitleri ve F-16 alımı ile yetinmek gerçekte bu bağlamda bir şey elde etmemek demektir.

Sonuçta, Haziran ayı sonunda yapılacak zirveye kadar meselenin çözümüne ilişkin sonuç alıcı adımlar atılabilir mi?

Türkiye’nin NATO içerisinde usule ilişkin oylamada bu üyelikleri bloke eden tutumu, üyelik sürecini geciktiriyor. Bu ay sonunda İspanya’da yapılacak olan Zirve’de, beklenmedik bir gelişme olmazsa, meselenin çözüme kavuşması zor.

İkinci olarak sığınmacı meselesine odaklanmak istiyorum! İktidarın, sığınmacı ve kaçak göçmen politikasını nasıl değerlendiriyorsunuz? Ensar-muhacir yaklaşımının, dış politikanın rasyonel paradigması ile örtüşmediği ortadayken, meselenin dinsel söylem üzerinden yürütülmesinin arka planında farklı bir ajanda olduğunu düşünür müsünüz?

"TÜRKİYE SIĞINMACI DEPOSU OLDU"

İktidarın göç politikası yok. Hesapsız kitapsız sığınmacı alımı Türkiye’yi bir sığınmacı deposuna çevirdi. Türkiye’ye sığınmacılar için tampon bölgesi muamelesi yapılması insanın ağırına gidiyor doğrusu. Ensar-Muhacir edebiyatı ise bu politikasızlığı dinsel söylemle örtme çabası. Biz Deva Partisi olarak dinimizin iç politikada malzeme olarak kullanılmasına karşıyız. İktidarın bu tutumunun arkasında farklı bir ajandadan ziyade, politikasızlık yatıyor.

İktidarın sığınmacıların sınır kentleri ve İstanbul, Ankara, İzmir, Bursa gibi büyük kentlere yerleştirilme politikasının arkasında Türkiye'deki kamusal alanı “ümmetleştirme” yaklaşımı olduğunu söyleyebilir miyiz?

Dinsel retorik böyle çağrışımlar yaptırsa da esas meselenin, Türkiye’nin 2011yılından bu yana aradan geçen onca yıla rağmen, hala bir sığınmacı politikasının olmamasıdır. Bu durum hem sınır bölgelerimizde hem de büyük kentlerde kısa vadede olduğu gibi, orta ve uzun vadede de güvenlik sorunlarına yol açma potansiyeline sahiptir.

2011'den sonra Türkiye'nin “geçici koruma altına” aldığı Suriyeliler, ABD'nin Afganistan'dan çekilmesinin ardından gelen Afganlarla, Pakistanlılar, Afrikalılar ile birlikte Türkiye'de yakın gelecekte neredeyse her 5 kişiden birinin “yabancı” olması söz konusu. Bu zaviyeden baktığınızda Türkiye'nin demografik yapısının tehdit altında olduğu yorumuna katılır mısınız?

Demografik yapının tehdit altında bulunduğu vurgusu literatürde faşizmi akla getirdiği için uygun bir tabir değil. Ama sığınmacıların güvenlik sorunları dışında kayıt dışı ekonomi oluşturarak ekonomimizi tahrip etmeleri de söz konusu. İnsan kaçakçılığını insancıl temelde de hoşgörüyle karşılamak mümkün değil. Sığınmacıların sömürüsünün de insancıl değerlerle bir alakası yok.

Peki sizin bu sorunun çözümüne ilişkin yaklaşımınız nedir?

Türkiye’nin "Ulusal Göç Politikasına" ihtiyacı var. Deva Partisi bu konuda bir "Eylem Planı" hazırlıyor. Katılımcı süreçlerde madde madde hazırladığımız Eylem Planımızı yakında açıklayacağız.

Bu eylem planı bağlamında Suriyelileri ve kaçak göçmenleri geri gönderecek misiniz? Eğer, göndermeyecekseniz, nasıl bir “entegrasyon” formülünüz var? Eğer Suriyelileri ve kaçak göçmenleri gönderme yönünde bir yaklaşımınız varsa, bunun için nasıl bir politika uygulayacaksınız?

Deva Partisi kitlesel düzensiz yasa dışı göçün önüne geçecek. Biz güvenli geri dönüşü sağlayacağız. Ayrıca mülteci statüsü kazanmaya hakkı olmayanları sınır dışı edeceğiz. Bu konuda sorumluluğun ve külfetin paylaşılması gerektiğine inanıyoruz. Bölgesel ve uluslararası iş birliğine gideceğiz. Avrupa Birliği fonlarını da bu doğrultuda kullanacağız.

"TÜRK PASAPORTU MU VERİP GÖNDERECEKLER?"

İktidar, Suriyeliler için Suriye'nin kuzeyinde briket evler yapıyor. Planlamaya göre dönmek isteyen sığınmacılar buralara yerleştirilecekler. Türkiye'nin bu yaptığı uluslararası hukukun ihlali değil midir? Sonuçta başka bir egemen ülkenin toprağı üzerinde tasarrufta bulunuyorsunuz!

Ellerine Türk pasaportu verip mi gönderecekler? Suriye’nin demografisi iç savaş dolayısıyla zaten büyük ölçüde değişti. Türkiye’nin, Suriye’nin toprak bütünlüğü çerçevesinde barış ve istikrar sağlanmasına katkıda bulunması gerekir.

Üçüncü olarak odaklanmak isteğim konu başlığı, Suriye'ye yönelik yapılması planlanan operasyon... Suriye'nin bugün içinde olduğu ahval ve şeraiti dikkate aldığınızda, böyle bir operasyon ne kadar sonuca ve belirlenmiş siyasi amaca - eğer ki böyle bir siyasi amaç varsa- uygun olur.

Yaklaşan Suriye operasyonu konusunda kamuoyumuzda kaygı ve şüpheler var. Acaba bu operasyon fiilen seçim sürecinde olduğumuz bir dönemde iç politika saikleriyle mi yapılıyor diye…O yüzden Deva Partisi Genel Başkanı Ali Babacan, güvenlik kurumlarımızın en azından muhalefet partilerinin liderlerine operasyonun gerekçesi, süresi, kapsamı ve hedefleri konusunda bilgi vermeleri çağrısı yaptı. Bunun yararı var, zararı yok. Neden yapılmıyor?

Terörle mücadele operasyonlarının sonuç vermesi ve terörün gerçek anlamda belinin kırılması için belli bir devamlılık içinde yapılması gerekirken, iktidar bu operasyonları daha çok içeride milliyetçi muhafazakar kesimin desteğine ihtiyaç duyduğu zaman yapıyor. Bu görüşe katılır mısınız?

Bu tür operasyonların özellikle milliyetçi muhafazakar kesimleri bayrağın etrafında toplayarak seçmen tabanını konsolide etmek için araçsallaştırıldığı kaygıları gerçekten de mevcut. Bunun mutlaka giderilmesi gerek. Ulusal çıkarlar zarar gördükten sonra iç politikada bir süre kazanmış olsanız ne çıkar? Yoksa sınırlarımızın korunması, meşru güvenlik endişelerimizin giderilmesi elbette devlet olmanın önemli bir vasfı. Bu bağlamda terörle mücadele de zorunlu.

Suriye'deki terör odaklarına yönelik operasyondan söz ediliyor olmasına karşın, bu bölgede faaliyet gösteren devlet altı yapılanmalara başta ABD olmak üzere Batılı ülkelerin desteği ortadayken, askeri bir müdahalenin başarı şansı ne olur?

Suriye sahası bir vekalet savaşına sahne oluyor. ABD ve Rusya arasında Büyük Güç rekabetinin yanı sıra bölge ülkelerinin de destekledikleri gruplar aracılığıyla yürüttükleri yoğun bir mücadele yaşanıyor. Başarı nedir? Tel Rıfat’ı ve Menbiç’i almak taktik bir askeri başarı sayılabilir. Son tahlilde stratejiniz yoksa kaybeden tarafta olursunuz.

"ESAD İLE TEMAS ŞART"

Esad yönetimi ile öyle ya da böyle temas kurmadan yapılan operasyondan Türkiye'nin sonuç alma ihtimali nedir?

Dediğim gibi taktik kazanımlar stratejik başarıyı getirmez. Esad yönetimi ile de temas halinde olmak şart. Türkiye’nin stratejik başarısı savaşın sona ermesini çabuklaştırmak, Suriye’de barış ve istikrarı sağlamaktır. Dost bir Suriye ile ekonomik ve ticari ilişkilerimizi yoğunlaştırmaya odaklanacağımız zemini oluşturmaktır.

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın yaptığı açıklamalardan da anlıyoruz ki, Türkiye, bu operasyonu deyim yerindeyse, davulla zurnayla gerçekleştirme niyetinde. Böylece operasyonun sürpriz niteliği ortadan kalkarken, bölgedeki terör örgütleri geri çekilerek kendilerince önlem almaya çalışıyorlar. Bu bilinçli bir politika sonucu mu yoksa, iktidar yine içeriye mi oynuyor?

Operasyonun sürpriz niteliğinin ortadan kalktığı doğru. İktidarın tribünlere oynadığı şüpheleri de giderilebilmiş değil.

Bazı yorumcular diyor ki, Türkiye en üst düzeyde yaptığı bu tür açıklamalarla terör örgütlerine karşı psikolojik üstünlük elde etmiş oluyor. Eğer bu yorumlara katılırsanız, Türkiye'nin nasıl bir psikolojik üstünlük elde ettiğine dair bir fikriniz, yorumunuz ne olur?

Askeri hedeflerin önceden açıklanmasının psikolojik üstünlük sağladığı görüşüne katılmıyorum. Önceki operasyonlarımızda da böyle önceden askeri hedefleri nokta atışı açıklamamıştık. Bu yeni bir durum.

İktidarın dış politikasına gelince; iktidarın bugüne kadar yürütmekte olduğu dış politikaya bakınca rasyonel/akılcı bir paradigma çerçevesinde yürütülmekte olduğunu düşünüyor musunuz?

Türkiye’nin bir dış politikası yok. Yürütülen dış ilişkiler zikzaklar ve savrulmalar içeren tepkisel yaklaşımlardan ibaret. Sistem sorunu var. Kurumsal kapasiteyi geliştirmek yerine mevcut haliyle bile hafife almak ağır bedeller ödememize yol açıyor. Sonuçları ortada. Dünyada ve bölgemizde güven duyulmayan yalnız bir ülkeyiz. Dostlarımızı kaybettik. Gerilimler her yanımızı kuşatmış durumda. Milli çıkarlarımızı hamasete kurban ediyoruz.

Erdoğan'ın özellikle Ortadoğu'ya “dinsel ve hatta mezhepsel” bir gözlük takarak baktığı yorumlara katılır mısınız?

Türkiye’nin ulusal çıkarları, ideolojik saplantılarla gözetilemez. Din ve/veya mezhep temelli bir gözlük imajı dahi ülkemize zarar veriyor. Atatürk’ün ‘’Yurtta Barış Dünyada barış’’ şiarından ilham alan geleneksel dış politika anlayışına geri dönmemiz gerekir.

İktidar ya da daha açık biçimde Tayyip Erdoğan, dış politikayı iç politika için bir kaldıraç olarak kullanıyor mu?

Dış ilişkilerde gürleyip bir damla yağmamak, böyle eleştirilere yol açıyor. Örneğin, Rahip Brunson meselesinde efelendiler de ne oldu? Mavi Vatan konusunda ne kadar samimilerdi? Ticaret gemimize uluslararası hukuka aykırı biçimde baskın yapıldığında cılız bir protestodan öteye geçemediler. Gemilerimizi geri çektiler. Madem çekecektiniz, çekmek zorunda kalacaktınız, niye gücümüzü test ettirdiniz ve caydırıcılığımıza zarar verdiniz? Haklıyken haksız duruma düşürdüler Türkiye’yi ve tezlerimizi aşındırdılar.

Yani, Tayyip Erdoğan'ın dış politika ilişkilerini “kişiselleştirme eğiliminde” olduğu değerlendirmesine katılıyor musunuz?

Kişiselleştirilmiş dış ilişkiler popülist bir istismar. Türkiye’de bugün daha sorunlu bir durumla karşı karşıyayız. Bu yüzden Ali Babacan ‘’Türkiye Eşittir Erdoğan’’ sloganına karşılık ‘’hayır değildir!’’ yanıtını verdi.

Özellikle, “Eyyy Trump”, “Eyyyy Biden” veya Fransa Cumhurbaşkanına yönelik “Macron denilen zatın İslam ile, Müslümanlarla derdi nedir? Macron'un zihinsel noktada bir tedaviye ihtiyacı var" ifadelerini kullanmasını nasıl değerlendiriyorsunuz? Türkiye'deki tek adam rejiminin dış politikanın sadece kişisel yaklaşımlarla yürütülmesine önemli destek sağladığı değerlendirmesine katılır mısınız? Buna son olarak Erdoğan'ın Yunanistan Başbakanı Kiryakos Miçotakis için söylediği “Artık benim için Miçotakis diye birisi yok” sözlerini de ekleyelim.

MEGAFON SİYASETİ YAPILMAMALI

Biz Deva Partisi olarak kişiselleştirilmiş dış ilişkiler setini de, söylemlerini de tasvip etmiyoruz. Türkiye’ye alenen dışarıdan gelen bir hakaret varsa buna aynı dille yanıt verilebilir. Ancak esas olan megafon siyaseti değil, görüşmeler yoluyla ülkemiz çıkarları adına sonuç almaktır.

Ana hatları ile sizin, Deva partisinin dış politikası hangi paradigmaya oturuyor? İktidar değiştiğinde dış ilişkilerde bir tamirat süreci olacağı açık. Siz bu tamirata nereden ve nasıl başlamayı düşünüyorsunuz?

Deva Partisi’nin dış politika öncelikleri ulusal güvenliğimizi ve halkımızın refahını sağlamaktır. Bu bağlamda yurtta barış, dünyada barış ilkesinden ilham alıyoruz. Komşularımızla, müttefiklerimizle ve bölge ülkeleriyle sorunlu ilişkileri çözmeye odaklanacağız. Avrupa Birliği perspektifine önem veriyoruz. Dışişleri Bakanlığı’mızın kurumsal kapasitesini liyakat ve koordinasyon temelinde geliştirip etkin kılacağız. Dış politika yapım süreçlerinde Üniversiteler ve sivil toplum kuruluşlarının da yer aldığı katılımcı danışma mekanizmaları geliştireceğiz.

Emir evvel bu noktada ilk adımınız ne olacak?

Önümüzdeki aylarda bir "Dış Politika Eylem Planı" açıklayacağız. Hangi adımı ne zaman atacağımızı şimdiden katılımcı süreçlerde ele alıyoruz. Bu Eylem Planımızın son şeklini yetkili kurullarımızda değerlendirmemiz gerekiyor.

İktidarın özellikle Suriye politikasını değerlendirmenizi rica ediyorum. İkili ilişkilerde bugün geldiğimiz nokta ortada. Sizce, hata yapıldı mı? Yapıldıysa, nerede yapıldı. Siz iktidar ortağı olduğunuzda, nasıl bir Suriye politikası izleyeceksiniz?

Deva Partisi dış politikada başka ülkelerin içişlerine müdahale etmeme prensibine sıkı sıkıya bağlıdır. Türkiye’nin mevcut iktidar döneminde sorunlara taraf olmasını doğru bulmuyoruz. Biz yangınlara benzin dökmek yerine, onları söndürmeye katkıda bulunmayı önemsiyoruz. İktidarın Suriye politikasının Türkiye’yi getirdiği yer açık. Dağ gibi sığınmacı sorunu, güvenlik açıkları, ekonomik kayıplar gün gibi aşikar.

İktidar içeride sıkıştığı vakit ya da Atlantik ötesinden gelen rüzgarlarla, dış politikada bir açılım başlatmış gibi görünüyor. Ermenistan'la, BAE, İsrail ile ilişkilerin düzeltilmesi için çaba var. Hatta, Erdoğan'ın kişisel husumet beslediği söylenen Abdülfettah Sisi'nin Mısır'ı ile bile ilişkilerin normalleştirilmesi için zemin yoklanıyor. Bu noktada özellikle BAE ve İsrail'e yönelik sert söylemlerin hala hafızalarda olduğununun altını çizerek, bu açılım -belki biraz da saçılım- sürecini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Dış ilişkilerde onarım sürecinin zorunlu olduğunu Deva Partisi kurulduğu günden bu yana yüksek sesle dillendiriyor. İktidar bir ara bunu idrak eder gibi görünse de nasıl onaracağını bilemiyor. Bakın hala karşılıklı Büyükelçi ataması bile yapmaktan acizler. Fiilen seçim sürecinde olduğumuz sırada tekrar gerilimden medet umma anlayışı varsa, buna da kesinlikle karşı duruyoruz. Onarım sürecini dış etkilerle değil, ülkemizin ihtiyaçları ve ortak çıkarlar temelinde gerçekleştireceğiz.

İktidarın özellikle ABD'ye olan yaklaşımı biraz “aşk ve nefret ilişkisini” andırıyor. Katılır mısınız? Örneğin, iki ülke arasındaki dosyaların içeriği ne olursa olsun ABD Başkanlarından herhangi birisinin sadece Erdoğan'ı telefonla aramış olması ya da herhangi bir zirvede ayak üstü selam vermesi bile iktidar için büyük önem taşıyor. Bu psikopatolojiyi siz nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bu iktidar diğer ülkelerle olduğu gibi ABD ile de ilişkilerimizi bozdu. ABD Kongresi’nde neredeyse tek bir Türkiye dostu kalmadı. Psikopatoloji başka bir kavram. Burada söz konusu olan kişisel hesaplardır. Oysa, ulusal çıkarlarımız ve ülkemizin saygınlığı bu kadar dar bir çerçeveye sığmaz. Zaten insanlar arası ilişkiler ile uluslararası ilişkilerin niteliği farklıdır. Birinde erdem kabul edilen diğer alanda zıddına dönüşür. Ulusal çıkarlarınızdan özveride bulunmak erdemli bir davranış değilken, arkadaşlarınızla ilişkilerinizde kişisel çıkarlarınızdan vazgeçmeniz dostluk gereği olabilir. Uluslararası ilişkilerde prensip olarak ebedi dostluklar ve ebedi düşmanlıklar yoktur. Her ülke dış politikasında ulusal çıkarlarını gözetir.

Rusya'nın Ukrayna'yı işgaline gelirsek, bu noktada Türkiye'nin pozisyonu için ne söyleyebilir siniz? Biraz, “yukarı tükürsek bıyık, aşağı tükürsek sakal” vaziyeti çıktı sanki ortaya. Türkiye tam olarak ne yapacağını bilemediği için siyasi açıdan paralize oldu ama bu Türkiye'nin işine geldi gibi, nihai tahlilde. Arabulucu, kolaylaştırıcı, Kiev ve Moskova ile de teması olan Batı ittifakı içinde bir ülke olarak öne çıktı. Katılır mısınız? Siz nasıl bakıyorsunuz?

Rusya büyük ve önemli komşumuz. Ukrayna’nın toprak bütünlüğünü savunmak da ulusal çıkarlarımız gereğidir. Bu savaşta dikkatli, özenli ve dengeli bir tutum izlememiz gerekir. Montrö hükümlerinin titizlikle uygulanmasının taşıdığı önem şimdi daha iyi anlaşılıyordur umarım. Arabuluculuk, çok iddialı bir ifade ve gerçekçi değil. Arabuluculuktan söz etmek dünyadan kopuk olmak demektir. Ama sınırları iyi belirlenmiş daha gerçekçi bir ölçekte kolaylaştırıcı rolü oynayabiliriz. Gıda koridoru oluşturulmasına yardımcı olmak, günün sonunda ateşkese gidebilecek süreçte değer de taşıyabilir…

Krizin başında yorumcular genelde hep aynı ezber üzerinden yürüdüler, “Batı, NATO kışkırttı, Rusya da kışkırdı ve Ukrayna'yı işgale girişti” ABD ve NATO'nun sütten çıkmış ak kaşık olmadığı ortada ama Rusya'nın jeopolitiği bu kadar öncelemesinin meşrulaştırılması, bundan sonrası için bütün uluslararası ilişkiler sistemini tehlikeye atmaz mı? O zaman jeopolitiği önceleyen her ülke, zayıf olan komşusunu işgal etmek için uygun gerekçe bulmuş olur? Sizin değerlendirmeniz nedir?

Avrupa’da yeni bir güvenlik düzeni arayışında güç kullanmak meşru değildir. Bu işgal, başta BM Şartı olmak üzere uluslararası hukuka aykırıdır. Üstelik Rusya, BM Güvenlik Konseyi Daimi Üyesi olarak bu bağlamda daha fazla sorumluluğa sahiptir. Bir yerde böyle bir savaş başlasa, onu durdurmak için harekete geçmesi beklenir. Aksi takdirde, güçlünün zayıfı ezmeye çalıştığı kuralsız bir çatışmalar ortamına sürüklenir dünya. Anlaşmazlıklar barışçı yöntemlerle pekala çözülebilir ve bunun sayısız örnekleri var. İnsanlık irili ufaklı savaşlarla bedellerini ödeyerek bugüne gelmiştir.

"EKONOMİK SORUNUN NEDENİ, CUMHURBAŞKANLIĞI HÜKUMET SİSTEMİDİR"

İç politika ve daha önemlisi ekonomiye gelirsek; Türkiye ciddi bir ekonomik kriz içinde. Bu kriz, benim hatırladığım ne 1994 ne 2001 ne de 2008 krizlerine benziyor. İktidar ekonomiyi gerçekten bilerek, belki de kendi tabanına bir servet transferi yapmak için mi bu hale getirdi, yoksa gerçekten tarihte görülmemiş bir beceriksizlik mi sergiliyor? Sizin değerlendirmeniz ne olur?

Ekonomik sorunlarımızın kök sebebi Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’dir. Bağımsız olması gereken Merkez Bankası, TÜİK gibi kurumlar görevlerini tam anlamıyla yapamamaktadır. İtiraz edenler görevlerinden uzaklaştırılmaktadır. Hukuk güvenliğini görmeyen doğrudan yabancı sermaye ülkemize gelmeyi göze alamamaktadır. Kapsayıcı büyüme yerine, her geçen gün gelir dağılımındaki dengesizlik yoksullar aleyhine daha da bozulmaktadır. Türkiye şu anda derin bir yoksulluk krizi yaşıyor. Gidişat vahim ve sürdürülebilir nitelikte değil. Biz tüm bu konularda Eylem Planı’mızı açıkladığımız için daha fazla ayrıntıya girmeyeyim.

Gerek mikro gerek makro göstergeler Türkiye'nin çok ciddi bir ekonomik kriz içinde olduğunu gösterirken, yapılan kamuoyu araştırmaları, iktidarın hala yüzde 33 civarındaki oy oranını koruduğunu gösteriyor. 2001 krizinde Bülent Ecevit'i sandığa gömen toplum, mesele Adalet ve Kalkınma Partisi olunca daha müsamahakar davranıyor. Bunu neye bağlıyorsunuz?

Anketler bilerek veya bilmeyerek doğruları söylemiyor. Anketlerin neredeyse tamamı telefonla yapılıyor. İnsanlar bu korku ikliminde düşüncelerini açıkça ortaya koyamıyorlar. Bu seçimler sürprizlere gebe, göreceksiniz. Bizim Deva Partisi olarak sahada gördüğümüz ilgi anketlerden çok farklı. Üstelik bize yönelik medya ambargosuna rağmen. Vatandaşın canına tak etmiş durumda. Herkes alışveriş yapıyor. Görmüyor mu, hissetmiyor mu? Bir avuç kayırılmış zengin dışında halk halinden nasıl memnun olabilir? Propagandanın gücünün, popülist istismarların da bir sınırı var.

Sizce Türkiye kısa vadede bu ekonomik kriz içinden çıkabilir mi? Deva partisi olarak sizin ilk aşamada uygulayacağınız reçete nedir? Mesela, iktidara ortak olduğunuzda ki, CHP lideri Kılıçdaroğlu 6'lı masanın ekonomi politikası sorulduğunda Sayın Ali Babacan'ı işaret etmişti, ilk atacağınız adım ne olacak? Mesela ilk atacağınız adım politika faizini yükseltmek olabilir mi?

Biz kapsayıcı büyümeye inanıyoruz. Ali Babacan ve ekonomi kurmaylarımız ekonomiyi 6 ayda krizden çıkarabileceklerinden emin. Reçetemizi Eylem Planlarımızla açıkladık. Ayrıca tarımdan enerjiye kadar sektör sektör, hangi takvimde, neleri ve nasıl yapacağımızı, madde madde ve bütçe hesabı da yapılmış olarak açıklıyoruz. Eylem Planlarımız bir yıllık. Ama ilk günden yapabileceklerimiz var. Politika faizi meselesi çok küçük bir unsur. Ekonomi bilimine aykırı, popülist söylem ve politikaların yaptığı tahribat ve piyasadaki gerçek faizleri patlatan uygulamaları ibretle ve acı duyarak izliyoruz. Kur Korumalı mevduat ve GES gibi uygulamalarla günü kurtarmaya çalışanlar maalesef ekonomimizi her geçen gün biraz daha batağa saplıyorlar. Her kesim perişan.

Siz, seçimlere kendi logonuz ve kendi adınızla katılma kararı aldınız. Ama aynı zamanda 6'lı masadasınız? Bu karanınız hangi siyasi ve matematiksel hesaba dayandığı konusunda bilgi verebilir misiniz? Sonuçta, 6'lı masanın başarısı, her partinin kendi mahallesinin oyunu, ittifak çatısı altına getirmesine bağlı!

Deva Partisi’nin özgüveni tam. Baraj sorunumuz falan yok. Ekonomi çığlık çığlığa Ali Babacan’ı ve çok nitelikli kadrolarını arıyor. Bizim kendi logomuz ve adımızla seçimlere katılma kararımız yetkili kurullarımızda yapılan kapsamlı değerlendirmelerin ve istişarelerin sonucu. Öyle anlık bir heyecanı yansıtmıyor. 6’lı masaya önem veriyoruz. Bu durum bizim diğer muhalefet partileriyle seçimlerde, seçim güvenliği dahil iş birliği yapmamıza da engel değil. Seçim takvimi ortaya çıktığında gerek duyarsak ittifakları da dışlamıyoruz.

Seçim güvenliği konusunda kaygınız var mı? Pazar Söyleşi'nin ilk konuğu olan meslektaşınız ve Adalet ve Kalkınma Partisinin ilk Dışişleri Bakanı olan Yaşar Yakış, “sandık güvenliği sağlanırsa, seçimi muhalefet kazanır” diyerek, diplomatik bir dille bu konudaki kuşkusunu dile getirmişti. Siz nasıl değerlendiriyorsunuz?

5 bin avukatımız sahada olacak. Gerekirse 5 bin avukat daha seferber edebilecek durumdayız. Her sandıkta yer alacağız ve vatandaşlarımızın bir oyunun bile çalınmasına, demokrasi hırsızlığına izin vermeyeceğiz. Bu konuda bildiğiniz üzere diğer muhalefet partileriyle de birlikte çalışma konusunda uzlaşmış durumdayız.

Erken seçim bekliyor musunuz, bu yıl içinde?

Seçimlerin bu yıl içerisinde baskın seçim tarzında yapılması olasılığını dışlamıyoruz. Bu Pazar seçim olsa biz hazırız. Anayasa da gayet açık, bir kişi iki defadan fazla Cumhurbaşkanı seçilemez. Haziran 2023’ten önce seçimleri bir parça öne çekmek, siyasal meşruiyet tartışmalarını ortadan kaldırmaz.

Klasik bir Pazar Söyleşisi sorusu olarak, Cumhurbaşkanı adayınız kim? İsim de verebilirsiniz, portre de çizebilirsiniz.

6’lı Masa’da siyasi parti liderlerinden birisi veya olmazsa başka bir aday üzerinde uzlaşı sağlanırsa, adayımız o şahsiyet olacaktır. Seçim takvimi belli olmadığı için bu süreç başlatılmadı. Belli olduğunda ortak adayın belirlenmesi çok kısa sürede mümkün olacak. Kimse belirlenemezse, Deva Partisi’nin kararı Ali Babacan’dır.

Sayın Kılıçdaroğlu'nun adaylığına nasıl bakarsınız? Abdullah Gül için ne düşünüyorsunuz?

6’lı masadaki liderler uzlaştığı takdirde ikisi de veya demin söylediğim gibi üzerinde uzlaşılan başka bir isim de olabilir. Uzlaşılamazsa, adayımız Genel Başkanımız Ali Babacan.

Çok teşekkür ederim Sayın Bilgiç!