Afyonkarahisar’daki 2.600 yıllık anıtın gizemi çözüldü
Afyonkarahisar’daki 2.600 yıllık anıtın gizemi çözüldü
Tarihin bilinen en eski alfabesi
Tarihin bilinen en eski alfabesi
Gevaş İlçe Halk Kütüphanesi hizmete sunuldu
Gevaş İlçe Halk Kütüphanesi hizmete sunuldu
Deniz Akkaya hakkında gözaltı kararı
Deniz Akkaya hakkında gözaltı kararı
123456789
Afyonkarahisar’daki 2.600 yıllık anıtın gizemi çözüldü
Afyonkarahisar’daki 2.600 yıllık anıtın gizemi çözüldü
Tarihin bilinen en eski alfabesi
Tarihin bilinen en eski alfabesi
Gevaş İlçe Halk Kütüphanesi hizmete sunuldu
Gevaş İlçe Halk Kütüphanesi hizmete sunuldu
Deniz Akkaya hakkında gözaltı kararı
Deniz Akkaya hakkında gözaltı kararı
123456789

Ekonomistler neden anlaşamaz?

Ekonomide yaşanan gelişmeler hakkında ekonomistlerin çok farklı hatta birbirine tamamen zıt görüşler ifade edebildiği görülmektedir. Nitekim, kurlarda yaşanan dalgalanmalar, enflasyondaki artış, faizlerdeki düşüş, borsadaki ciddi dalgalanmaları derin bir kriz olarak tanımlayanlar yanında, bunları geçici bir durum olarak gören, hatta her şeyin çok güzel geliştiğini savunanlar da olabilmektedir. Bu satırların yazarının da bu bağlamda bir tarafta konumlandırılması olasıdır. Aynı fotoğrafa/gelişmelere bakarak bu derece farklı görüşler belirtilen bir başka alan bulmak, sanırım, oldukça güçtür. Peki neden?

İnsanlar neden farklı düşünür?

Bunun nedenini açıklayabilmek için felsefeden, özellikle de E. Kant’tan destek almak uygun olacaktır. Kant; olayların, olguların, kişilerin var oldukları/algılanmadan önceki hallerini “numen” olarak tanımlamaktadır. Bunların bireyler tarafından algılanmış, beyne nakşedilmiş haline ise “fenomen” demektedir.

Bir şeyin kendisi ile onun başkaları tarafından algılanmış hali arasında farklılığın artması oranında subjektif (öznel), azalması oranında objektif (nesnel) algılama yapılmış olmaktadır. İnsanların birçok konuda çoğu kez farklı değerlendirmeler yapması ve ortak kanıya ulaşamaması subjektifliğin dozuyla da yakından ilgilidir. Peki nasıl oluyor da insanlar aynı şeye (numene) bakıp farklı (fenomen) şeyler görebiliyorlar? Bu soruya cevap verebilmek için öncelikle insanların bakış açısının oluşum sürecini dikkate almak gerekmektedir.

İnsanlar, bir çeşit “genetik bilgi birikimi” olarak tanımlayabileceğimiz oluş/bilgi ile dünyaya gelirler. Bu birikimin şekillenmesi sadece ebeveynlerinin değil, onların atalarının sahip olduğu özelliklerle de bağlantılı olabilmektedir. Daha sonra, yani doğdukları andan sonra ise çocuklar hâlâ bağımlı olduğu annesi ve kısmen babasından etkilenir. Onların tavırları, söylemleri çocuğa yeni şeyler katar, onu şekillendirir.

Ardından, daha çok ev ortamında yaşadığı dönemde, ailenin diğer fertleri, akrabalar, komşular çocuğa, bilerek veya bilmeyerek, ancak mutlaka bir şeyler katarlar. Çocuk, etrafında olup bitenleri; genetik bilgileri/kapasitesi ve doğum sonrası gösterdiği gelişim düzeyine bağlı olarak algılar. Aileler, sahip oldukları değer sistemi ve davranış kalıplarını çocuklarına aktarabildikleri ölçüde toplumun daha yavaş, bunu başaramadıkları ölçüde daha hızlı değişmesine ortam hazırlamış olurlar. Bu noktada değişimin kaçınılmaz olduğu, ancak, bunun mutlaka olumlu yönde (gelişme) olmayabileceği söylenebilir.

Çocuk biraz büyüyüp dışarıya yalnız çıkmaya veya arkadaşlar edinmeye başladığında yeni bir etkileşim süreci başlar. Ailenin vermeyi istemediği ya da vermeye çalıştığından farklı davranışlar ve söylemler yani farklı nitelikler bu arkadaş çevresinden edinilir. “Bana arkadaşını söyle sana kim olduğunu söyleyeyim” ya da “herkes en yakınındaki beş kişinin ortalamasıdır” özdeyişleri bu etkileşimin önemine yeterince vurgu yapmaktadır.

Bu süreçte aile; kendi değer sistemlerine göre “iyi” olarak tanımladıkları bir evlada, arkadaşları ise yaşanan dönemin ve ortamın koşullarına uygun olarak tanımladıkları “iyi” bir arkadaşa sahip olmak ister. Ancak, iki taraf da bunun bir sahiplenme değil, farklılıklara rağmen belli bir süre birlikte yürünmesi gereken bir yol olması gerektiğini düşünmezler. Bu nedenle yolda hayli zorlu diyalog ve süreçler onları bekler.

Okul eğitimi döneminde ise çocuklar, devlet mekanizması ve daha çok da hükümetlerin kendi ideolojilerine uygun olarak yetiştirilmeye çalışılır. Gelişmiş ülkelerin, gelişmekte olan ülkelerden farklı olan özelliklerinden birisi, eğitim sistemi ve politikalarının hükümetlere bağlı olarak değil devlet politikası şeklinde uzun vadeli ve bireyi esas alarak belirlenmiş olmasıdır. Bir başka deyişle, eğitim sistemleri gelişmiş ülkelerde devletin vatandaşlar için, gelişmekte olan ülkelerde ise vatandaşın devlet için var olduğu anlayışına göre şekillenebilmektedir. Türkiye gibi birey-devlet ilişkilerinin çağdaş katılımcı demokrasinin gereklerine uygun olarak yapılandırılamadığı gelişmekte olan ülkelerde, eğitim sisteminin insanların kendisine değil daha çok yönetenlere hizmet edecek şekilde dizayn edildiği söylenebilir.

Bu bağlamda ilk ve orta öğrenim sürecinde amaç, dönemlere göre içeriği farklı da olsa, “iyi” bir vatandaş yetiştirmektir. İyi vatandaş tanımı, iktidarların nasıl bir gelecek planladıklarına ve bu geleceğe uygun nasıl bir birey tipolojisi öngördüklerine göre değişebilmektedir. Örneğin, sorgulamayan, eleştirmeyen, gelişmeleri olduğu şekliyle kabullenen, itaatkar bireyler ise öngörülen, bu durumda ezbere dayalı, test ağırlıklı bir eğitim sistemi oluşturulur. Aksine, yenilikçi, yaratıcı, sorgulayan, eleştiren, aklını kullanma cesareti olan bireyler ise öngörülen, bu durumda analitik düşünme yeteneği kazandıran, ezbercilikten uzak, başarı ölçümünde test yöntemini neredeyse hiç kullanmayan, temel bilimler yanında, felsefe, mantık, sosyoloji, resim, müzik, spor gibi konulara da ağırlık veren bir eğitim sistemi gerekir.

Bu oldukça karmaşık süreçte, mesleki eğitimin de rolü bulunmaktadır. İster meslek lisesi olsun, ister meslek yüksek okulu olsun, öğrenciye o mesleğin bilgisi, yöntemleri, bakış açısı ve değer sistemleri öğretilir. Bu nedenle, meslek grupları arasındaki görüş farklılığının kaynaklarından birisi de farklı mesleki değerlerdir.

Bazı türleri dışında, meslek liselerinde verilen eğitimde ideolojik boyutta etkileme göreli olarak daha sınırlı düzeydedir. Ancak, üniversite döneminde, öğrenim görülen alanda var olan ekollerle birlikte bunların açık veya örtülü ideolojileri de öğrenciye aktarılır. Öğrenciler farkında olarak veya olmadan bu ekollerin (ve ideolojilerinin) savunucusu haline gelirler. Bu durum, üniversitelerin teknik bölümlerinde sınırlı iken (ideoloji yüklemeyi amaç edinen öğretim elemanlarının olmadığı varsayımıyla!), sosyal bilimler alanında yoğun olarak görülmektedir. Nitekim, geçmişte eğitim ve hukuk fakültelerinde ideolojik kamplaşmaların daha yoğun olduğu söylenebilir. Bunun bir nedeni alanların özellikleri iken, diğer ve bize göre daha etkili nedeni, devleti kontrol etmenin, ona hükmetmenin yolunun eğitim ve hukuk sistemini ele geçirmekten geçmesidir. Bu nedenle siyasi partiler veya partileşmemiş bazı çıkar grupları, bu tür okullarda daha etkin olarak faaliyette bulunabilmekte, sempatizanlarını hukuk ve eğitim bürokrasisinin önemli noktalarına getirerek çocuk eğitimi ile devlet yönetimini ve dolayısıyla rant aktarım kanallarını kontrol etmeye çalışmaktadırlar.

Sonuç olarak bir birey; genetik olarak getirdiği bilgi, ailesinin aktardıkları, arkadaş çevresinden edindiği davranış kalıpları (okul öncesinde ve okul döneminde) ve öncelikleri devlet tarafından belirlenmiş eğitim sisteminin şekillendirmesi gibi farklı etkilerin bileşimi olan bir gözlük (paradigma) edinir. Dünyaya, insanlara, olgulara ve olaylara o gözlükle bakmaya başlar. İnsanlar bu gözlüğün getirdiği bakış açısıyla gördüklerini, algıladıklarını ve buna bağlı olarak oluşturduğu görüşleri mutlak doğru olarak kabul etmeye başlayabilir. Böylece, yani kişi kendi perspektifini mutlaklaştırırsa, diğer insanlarla anlaşmaktan çok çatışmaya neden olabilecek bir kişilik yapısına sahip olur.

Bu süreçte kazanılan bir diğer olumsuz özellik ise farklı ortamlarda farklı maskeler takılabiliyor olmasıdır. Çünkü bireyler içeriği tartışmalı iyi evlat, iyi arkadaş, iyi öğrenci, iyi eleman, iyi vatandaş rollerini oynamak durumundadır. Bu da bir anlamda, çıkarlarına bağlı olarak farklı maskelere sahip olmak, bukalemun gibi davranmak demektir. Böylece omurgası yeterince oluşmamış, ilkesiz, her durumun/devrin insanı olabilmeyi başarabilen insanlarla karşılaşmak mümkün hale gelmektedir.

Bu noktada farklı düşünmenin doğal, diğer insanlarla aynı fikirleri taşımamanın normal olacağını söylemek gerekir. “Koyun kurt ile gezerdi, fikri başka başka olmasa” diyen Aşık Veysel, sanırım bu olağanlığı bütün açıklığıyla ortaya koymaktadır. Ancak, bu durumun bilincine varan, böylesi bir anlayışın kabullenilmesinin gerektirdiği yeterli olgunluğa yani tahammül gücüne sahip olan insanların çoğunlukta olduğunu söylemek güçtür. Birçok tartışmanın şiddet içeren çatışmalara dönüşebiliyor olması da bunun bir göstergesidir.

O halde ekonomistler neden benzer düşünsün ki…

Ülkemizde ekonomi öğretiminin genellikle klasik ve neo-klasik ekollerin anlayışı çerçevesinde verildiği söylenebilir. Bu ekollerin temel özelliği, liberal uygulamaları ön plana çıkarmalarıdır. Bununla birlikte, mikro ekonomik boyut neo-klasik, makro ekonomik boyut ise daha çok Keynesyen ekol perspektifinde öğretilmektedir. Bunlardan ilki, bireyi ve piyasayı öncelerken, ikincisi, gerektiğinde devletin devreye girmesini savunmaktadır.

Bu arada ekonomi teorisinin en önemli boyutunun bölüşüm ilişkileri ve gelir dağılımı olduğu söylenebilir. Ancak, bu konularda öğrencilere yeterince bilgi aktarıldığını söylemek oldukça güçtür. Oysa, piyasa ekonomisi ve onun etkinliği ölçüsünde var olabilen demokratik düzen, sınıflar ve dolayısıyla bölüşüm temelinde şekillenmektedir. Demokrasinin örgütlenme bilinci gelişmiş ve örgütlenmeyi başarmış toplumlarda etkin olduğu ve bunun da daha çok sınıf temelinde gerçekleştiği görülmektedir. Bu nedenle Türkiye gibi sınıf yapısı ve bilincinin gelişmediği ülkelerde şekli demokrasinin ötesine geçilememekte, etkin demokratik işleyiş de hemen hemen hiçbir alanda (aile, STK’lar, partiler) başarılamamaktadır.

Türkiye’de ekonomi öğrenimine bakıldığında, öğrencilerin, iktisadi ekoller ve bunların geri planlarındaki ideolojiler kendilerine yeterince iyi aktarılamadığı için, kafaları hayli karışık olarak mezun oldukları görülmektedir. Bu durumun ortaya çıkmasında kendilerini bazı iktisadi ekollerin müridi haline getirmiş hocaların tek doğrucu yaklaşımları da rol oynayabilmektedir. Örneğin, bir öğrenci öğrenim döneminde liberal yaklaşımın mutlak doğru olduğunu savunan bir hoca yanında, Marksist yaklaşımı tek doğru olarak gören hocadan da ders alabilmektedir. Böylece üniversite öncesi edindiği birikim ve bakış açısı ile öğrendikleri ve bulunduğu sosyal statü/sınıf, öğrencinin iktisadi görüşünün netleşmesinde rol oynar. Bir anlamda öğrenci/mezun, niteliği tartışmalı da olsa, kendi sentezini oluşturur.

Öğrenim dönemi sonrasında iş hayatı ile birlikte mezun birey üzerinde yeni bir etki mekanizması devreye girer. Çalıştığı kurum; faaliyet alanına bağlı olarak yeni elemanına kendince uygun gördüğü gözlüğü, farkında olarak veya olmayarak, ancak mutlaka bir gözlük takar. Çünkü iyi eleman anlamı; o iş yerinin bakış açısı ve işleyiş sistemini benimseyen, verimli bir çalışan olmaktır.

İnsanın doğumundan itibaren iş hayatı dahil geçen bu karmaşık süreç sonucunda, kişi artık gözlüğünün numarasını ve rengini belirlemiş olur. Bu süreçlerden farklı koşullarda geçmiş insanların, farklı içerikteki ortamlarda bulunmuş ekonomistlerin aynı olaya bakıp farklı yorumlar yapması kadar doğal bir şey olamaz sanırım.

Bu nedenlerle medyada ön plana çıkan ve toplumu etkileme gücü elde etmiş genellikle akademisyen kimliğine sahip kişiler arasında da önemli görüş farklılıkları ortaya çıkar. Bu ekonomistler arasındaki farklılık; 1) Eğitim aldıkları kurumlara (yurtiçi ve yurt dışı), 2) Benimsedikleri iktisadi ekollere (liberal, Marksist vb.), 3) Geldikleri/ait oldukları sosyal sınıfa, 4) Yaşam/mesleki deneyimlerine 5) Hizmet ettikleri, etmek zorunda oldukları grubun beklentilerine 6) Vicdani ve ahlaki standartlarına göre şekillenebilmektedir. Kuşkusuz her bir ekonomistin analizlerinde/değerlendirmelerinde farklı faktörler öncelikli olabilmektedir.

Günümüzde ana akım medya olarak tanımlanan mecrada daha çok hizmet ettiği veya etmek istediği kesimlerin çıkarlarına uygun değerlendirmeler yapan ekonomistlerin yer bulabildiği, aklını/vicdanını/bilgisini sınırlı bir kesime hizmet için değil de daha geniş kesimler ve ülke ihtiyaçlarına yönelik olarak kullananların ise daha çok internet bazlı mecraları kullandığını söylemek mümkündür.

Değerli okurlar, ekonomistler;

1) Farklı genetik bilgi/yapı ile doğan,

2) Farklı aile yapılarında büyüyen,

3) Farklı okullarda eğitim gören,

4) Farklı iktisadi ekolleri içselleştirmiş olan,

5) Farklı sosyal çevrelere sahip,

6) Farklı işlerde çalışan ve farklı deneyimler yaşayan,

7) Farklı vicdani ve ahlaki standartlara sahip,

8) Farklı çıkar gruplarına hizmet eden/etmek isteyen/istemeyen,

olmak üzere, çok çeşitli faktörlerin etkisinde kalmaktadır.

Bu koşullarda, ekonomistlerin anlaşamamalarının, anlaşmalarından daha doğal olduğu görülecektir. Vatandaşlara düşen ise yapılan farklı yorumları bunun bilincinde olarak değerlendirmek ve kendi analizlerini yapmaya çalışmaktır. Bir başka deyişle vatandaşların hem akıllarını iyi kullanmaları ve kiraya vermemeleri hem de aklını kiraya verenlerin analizlerini nesnel olarak kabul etmemeleri gerekir. Bir diğer gereklilik ise vatandaşların, vicdani ve ahlaki standartların oldukça derin çukurlara düştüğü günümüzde, kimin geniş halk kitlelerini, kimin sınırlı bir gruba hizmet etmeyi öncelediğini görebilmeleridir. Yani yine asli iş vatandaşlara düşmektedir.

Son söz: Aklını sorgusuzca kiraya verenler bir süre sonra vicdanları ile ahlaklarını da tapusuyla devretmek zorunda kalırlar.