Erdem Bayazıt'ın ölüm yıl dönümü
Erdem Bayazıt'ın ölüm yıl dönümü
Hatay'da 9 ayda tamamlanan duvar resimleri
Hatay'da 9 ayda tamamlanan duvar resimleri
Anadolu’nun kayıp dili ‘Kalaşmaca’
Anadolu’nun kayıp dili ‘Kalaşmaca’
Bozkurt neyi temsil ediyor
Bozkurt neyi temsil ediyor
123456789
Erdem Bayazıt'ın ölüm yıl dönümü
Erdem Bayazıt'ın ölüm yıl dönümü
Hatay'da 9 ayda tamamlanan duvar resimleri
Hatay'da 9 ayda tamamlanan duvar resimleri
Anadolu’nun kayıp dili ‘Kalaşmaca’
Anadolu’nun kayıp dili ‘Kalaşmaca’
Bozkurt neyi temsil ediyor
Bozkurt neyi temsil ediyor
123456789

Faiz tartışmaları üzerine

Yaşar Uysal

Faiz konusu, ekonomi gündeminin üst sıralarındaki yerini koruyor ve bu durumun seçimler sonrası da dahil olmak üzere bir süre daha devam edeceği görülüyor. Konunun güncelliği ve çekiciliği iki tam ters yönlü gelişmenin varlığıyla daha da pekişiyor. Bunlardan ilki; hemen hemen tüm diğer ülkeler politika faizlerini artırırken Türkiye’nin düşürüyor olmasıdır. İkincisi ise faiz ve enflasyon arasındaki etkileşimin yönü ile ilgilidir. Cumhurbaşkanı'mız “faiz neden, enflasyon sonuç” tezini savunurken, çok sayıda ekonomist ise tam tersini ifade etmektedir. Gerek faiz politikasının yönü gerekse enflasyon ile faiz ilişkisi konusunda hangi tarafın haklı olduğunu öğrenmek için zamana ihtiyaç olduğu söylenebilir. Ancak beklemek istemeyenler, gerek ekonomi tarihi gerekse ekonomi teorisi kitaplarının ilgili bölümlerine baktığında da aradıkları cevaplara ulaşabilecektir.

Teknik boyutlarına ve açıklamalarına çok fazla girmeden faizi kabaca; paranın yani nakit varlığın kullanım hakkının devredilmesi karşılığında elde edilmek istenen getiri olarak tanımlayabiliriz. Peki bu getirinin düzeyi nasıl belirlenmektedir? Hem bu sorulara cevap verebilmek hem de faiz konusunda ortaya çıkan kafa karışıklığını gidermek amacıyla hazırladığımız şeklin faydalı olabileceğini sanıyorum.

Bu şekilden faizin üç bileşeni ve iki boyutu olduğu görülmektedir. Faizin üç bileşeninden ilki, beklenen enflasyondur. Şimdi bir vatandaşın bir arkadaşından bir yıl sonra geri ödemek üzere bin TL borç almak istediğini ve bunun için faiz pazarlığı yaptıklarını varsayalım. Borç verecek kişinin önceliği, geçecek bir yılın sonunda parasının değerini yani satın

alma gücünü korumak olacaktır. Paranın satın alma gücünü etkileyen başlıca etken ise enflasyon oranıdır. İki tarafın da tüketici konumunda olduğu varsayımıyla, dikkate alınacak enflasyon göstergesi Tüketici Fiyatları Endeksi'ndeki (TÜFE) değişim/artış olacaktır. Türkiye’de bu endeks, tüketicilerin satın aldığı 409 tane mal ve hizmetin bütçe içindeki harcama paylarına göre ağırlıklandırılmış ortalama fiyatını ve bunlardaki değişmeyi ölçmektedir. Türkiye’de eylül sonu itibariyle son bir yıllık TÜFE yani tüketici enflasyonu yüzde 83,5 olmuştur. Yani TÜFE’de kapsanan mal ve hizmetlerin ortalama fiyatı bu oranda artmıştır. Dolayısıyla bir yıl önce 100 TL olan mal ve hizmet sepetini almak için artık 183,5 TL gerekmektedir. İşte böylesi bir gelişmenin yaşandığı bir dönemde yani paranın satın alma gücünü büyük ölçüde kaybettiği bir durumda, borç verenin kendisini koruyabilmesi için, en az yüzde 83,5 oranında faiz talep etmesi gerekir. Çünkü ancak bu durumda fiyatı 100 TL’den 183,5 TL’ye yükselen mal sepetini alabilecektir.

Ancak bu noktaya gelebilmek o kadar da kolay değildir. Zira bir yıllık borç alışverişinin yapıldığı anda, yani bir yıl önceden enflasyonun ne olacağını kesin olarak bilmek, hele bulunduğunuz ülke Türkiye ise neredeyse imkânsızdır. Bu nedenle borç alışverişi yapılırken yani dönem başında faizin doğru olarak tahmin edilmesinin her iki taraf açısından da çok büyük bir önemi olacaktır. Aşağıdaki şekilde; enflasyon oranı yerine enflasyon beklentisi ifadesinin kullanılmasının nedeni budur. Bir başka deyişle, faizin ilk bileşeni enflasyon beklentisidir ve enflasyonun öngörülebilirlik düzeyi artıkça faizler de istikrar da sağlanabilecektir.

Şimdi aklımıza “İyi ama, istediğim zaman istediğim bazı şeyleri almama imkân verecek ya da ortada çıkacak bazı fırsatları değerlendirmekte kullanabileceğim bir parayı neden sadece satın alma gücünü koruyacak şekilde, o da kesin değilken, başkalarına veriyorum ki!” şeklinde bir soru gelebilecektir. İşte bu nedenle borç verenler; nakit varlığın kullanım hakkında vazgeçmenin karşılığı olarak enflasyonun yanında ilave bir getiri talep edeceklerdir. Bu getirinin düzeyi ise borç verenin kişisel özellikleri yanında alternatif yatırım alanlarından (döviz, borsa, altın, kira vb.) beklenen getirilerden de etkilenecektir. Bu faktörlere bağlı olarak reel getiri beklentisi oluşacak ve borç veren enflasyonun üzerinde bir ek getiri de sağlamaya çalışacaktır.

Somutlaştırırsak, 2021 yılı Ekim ayında (exante) bir yıl vade ile 1.000 TL’lik bir borç alışverişi için anlaşan iki vatandaşın enflasyon tahmini çok iyi yaptığını, borç verenin yüzde 1,5 oranında reel getiri elde etmek istediğini ve bu çerçevede de yüzde 85 oranında bir faizde uzlaştıklarını kabul edelim. Bu durumda 2022 yılı Eylül ayı sonunda (expost) borç veren hem parasının satın alma gücünü koruyacak hem de yüzde 1,5 oranda reel getiri elde etmiş olacaktır.

Ancak, ekonomik gelişmeleri bu kadar iyi öngörmek her zaman mümkün değildir.



Ya enflasyon tahminlerin üzerinde gerçekleşirse!

Bu, son derece olası bir durumdur. İşte bu nedenle borç veren kişi, enflasyonun öngördüğünden daha yüksek gerçekleşmesi durumuna (risk) karşı da kendine bir sigorta oluşturmak isteyecektir. Dolayısıyla da talep edeceği borç verme faizine enflasyondaki olası sapmayı yani risk primini de ekleyecektir.

Diğer taraftan verilen borcun geri ödenmeme riski de bulunmaktadır. Borç verdiğiniz kişinin geçmişteki alışverişlerde ödeme güçlüğüne düşüp düşmemesi, verebileceği güvenilir teminatların olup olmaması bu risk algısını şekillendirecektir. Ayrıca dündeki deneyimler çerçevesinde ne kadar güvenilir olursa olsun, bugün veya gelecekte ortaya çıkabilecek küresel (savaşlar, Covid vb.) veya ulusal (ekonomik kriz, enerji darboğazı gibi) ya da sektörel düzeydeki (navlun maliyetleri, kuraklık, chip bulamama vb.) beklenmedik olumsuz gelişmeler, borcun geri ödenmesini imkânsız hale getirebilir. Borç alışverişlerinde böylesi riskleri tamamen yok saymak mümkün değildir. Bu tür risklerin arttığı veya artabileceğinin beklendiği dönemlerde risk primi (ilave faiz, örneğin yüzde 5) daha da artacaktır.

Nitekim uluslararası piyasalardan borçlanma süreçlerinde ülkelere ilişkin risk algısının bir göstergesi olan CDS primlerinin Türkiye’de 2021 yılı Eylül ayında uygulanmaya başlanan düşük faiz politikası ve buna bağlı olarak artan döviz kurları sonucunda 200’lerden (yüzde 2) 800’lere (yüzde 8) yükselmesi bunun tipik bir göstergesidir.

Sonuç olarak örneğimiz çerçevesinde borç verme faizi (yüzde 90); beklenen enflasyon oranı (yüzde 83,5), elde edilmesi beklenen reel getiri (yüzde 1,5) ve risk priminden (yüzde 5) oluşacaktır. Bu alışverişin kurumsal zeminde, örneğin bankalar üzerinden yapılması durumunda faiz oranının üzerine bankanın işletme giderleri de eklenecek ve borç veren bankanın talep edeceği faiz daha da yükselecektir. Bankanın bu krediyi topladığı mevduatlar üzerinden verdiği durumlarda ise toplanan mevduatın bir kısmını merkez bankasına zorunlu karşılık olarak yatırılmak durumunda kalmaları ve bu nedenle kredi verilebilir tutarın toplanan mevduattan daha düşük kalacak olması da kredi faizinin ilave olarak artmasına neden olacaktır. Kuşkusuz devreye vergilerin girdiği durumlarda da net mevduat faizi ile kredi faizi arasındaki fark açılabilecektir.

Bu açıklamalar çerçevesinde nominal politika faizini düşürmek için, öncelikle enflasyonun ve risk priminin düşürülmesi gerektiğini söylemek yanlış olmayacaktır. Oysa Türkiye, önce faizi düşürerek hem enflasyonu hem de risk primini artırmıştır. Merkez Bankası aracılığıyla faizlerin baskılanması ve özellikle kamu bankaları aracılığıyla kredi genişlemesine devam edilmeye çalışılmasının döviz talebini ve kurları dolayısıyla enflasyonu nereye taşıyabileceği zamanla görülecektir.


Nominal ve reel faiz ne anlama geliyor?

Faizin üç bileşeninin yanında nominal ve reel faiz olmak üzere iki boyutu da bulunmaktadır. Beklenen enflasyon, beklenen reel getiri ve talep edilen risk priminin toplamından oluşan nominal faizden (örneğimizde yüzde 90), vade sonundaki enflasyon oranının (örneğimizde yüzde 83,5) çıkarılmasıyla bulunan faize ise reel faiz (örneğimizde yüzde 6,5) denilmektedir. Bir başka ifadeyle faizin enflasyonun üzerinde (pozitif reel faiz) veya altında kalan (negatif reel faiz) bölümü reel faizdir.

Bu açıklanmaların ardından Türkiye’de uygulanan faiz politikasını değerlendirmek daha kolay olacaktır. Nitekim, 2021 yılı Ekim ayında bir kişinin 1.000 TL’sini T.C. Merkez Bankası’nın politika faizinden yani yüzde 19’dan bir yıl vadeli olarak borç verdiği varsayılırsa, TÜFE enflasyonunun yüzde 83,5 oranında gerçekleştiği 2022 yılının Eylül ayı sonunda eline 1.190 TL geçtiğini görecektir. Parası nominal olarak 190 TL artmıştır, ancak bir yıl önce 1.000 TL vererek satın aldığı aynı mal sepetini yeniden alabilmesi için cebinden ilave 645 TL daha (toplamda 1.835 TL) vermesi gerekecektir. Yani borç veren enflasyonu doğru tahmin edememiş, gerekli risk primi ile reel getiri beklentisini talep edeceği faize ilave etmediği için büyük ölçüde zarar etmiştir. Bu arada borç alan da bu alışverişten oldukça kârlı çıkmıştır. Örneğin dönem başında aldığı 1.000 TL borç ile mal aldıysa, bu malları dönem sonunda 1.835 TL’ye satabilecek, aldığı borcun anaparası ve faizi için 1.190 TL öderken kendisi de 645 TL kar etmiş olacaktır. Dolayısıyla borç veren (TL mevduata yatıran) zarar, borç alan (kredi kullanan) kâr etmiş olacaktır.

Bu koşullarda borç veren kişi ya bir daha borç verirken enflasyon beklentileri ve risk primini yüksek belirleyerek çok daha yüksek bir faiz talep edecek ya da parasını farklı alanlara (döviz, borsa, altın, konut, arsa, otomobil vb.) alanlara yönlendirecektir. Türkiye’de döviz kurları, bir dönem borsa, ev ve arsa fiyatlarındaki hızlı yükselişin gerisindeki faktörlerden birisi de uygulanan negatif reel faiz politikasıdır. Yine, Kur Korumalı Mevduat uygulaması kişiler ve kurumlarda var olan TL’nin ve/veya kullanılan kredilerin, enflasyonun altında kalan mevduat faizi nedeniyle, döviz alımına yönelmemesi için çıkarılmıştır. Bu uygulamanın kısa vadede gelir dağılımını hızla bozduğu görülmekte, orta vadede ise Merkez Bankası'nı para basmaya zorlayarak enflasyonu körüklemesi beklenmektedir.

Diğer taraftan yüksek faizin talebi baskılayarak enflasyonu düşürmesi yanında firmaların finansman maliyetlerini artırarak enflasyonu körüklemesi de söz konusu olabilmektedir. Yine yüksek faizin ürünlerin peşin ve vadeli fiyatları arasındaki farkı açarak enflasyonist baskı yapabildiği de görülmektedir. Ancak Türkiye’nin dış girdi (enerji, yatırım malı, aramalı) bağımlılığının yüksek olması nedeniyle, enflasyon üzerinde döviz kurlarının belirleyiciliğinin faiz oranlarından (maliyetinden) daha yüksek olduğu söylenebilir. Bir başka deyişle, en azından mevcut konjonktürde, enflasyonla mücadelede faizlerin düşürülmesinin değil kurlarda istikrarın sağlanmasının rolü daha fazla olabilecektir. Dolayısıyla düşük faiz politikasının Türkiye’de enflasyonu düşürmekten çok kredi kullanımı ile talebi ve büyümeyi artırmayı amaçladığı söylenebilir. Daha net bir ifadesiyle düşük faiz politikası enflasyonun düşürülmesini değil seçimleri hedefliyor gibi görünmektedir. Ekonomi yönetiminin enflasyonla mücadeleden daha çok baz etkisiyle enflasyonun düşeceğine vurgu yapıyor olması da bu savımızı desteklemektedir.

Peki bu koşullarda yani enflasyonun yüksek seyretmeye (yüzde 70-90), Merkez Bankası'nın faizi indirmeye devam edeceği bir durumda, Türkiye ekonomisini neler beklemektedir?

Kanımızca yaşayarak ve de çok pahalıya mal olacak şekilde ekonomideki neden-sonuç ilişkilerini öğrenmek durumunda kaldık/kalacağız. Bir başka deyişle Türkiye gibi yıllık bazda dış ticaret dengesi 1947, bütçesi 1971 yılından bugüne sürekli açık veren, swap borçları ile birlikte Merkez Bankası'nın net döviz rezervleri 50 milyar dolarlar düzeyinde ekside bulunan, cari açığının yaklaşık yüzde 70’ini kaynağı belirsiz para girişleri (net hata ve noksan) ile finanse eden, gelir dağılımı son derece bozuk olan, tüketim beklentisi yüksek kitlelerin çoğunluğu oluşturduğu ve de tarihi bir seçim konjonktürüne girilen bir ülkede, faizleri indirerek enflasyonun düşmesini beklemek…

Gelişmiş ülkelerin henüz çift haneye bile geçmemiş enflasyonlarını düşürmek için hem politika faizlerini arttırdığı hem de para miktarını daraltmaya yöneldiği bir dönemde, dış kaynak ihtiyacı çok artan bir ülkede reel politika faizini daha da negatife düşürerek yola devam etmeye çalışmak…

Son söz: Kısa vadede ekonominin yasalarına aykırı politikalar uygulayabilirsiniz, ancak orta ve uzun vadede o yasaların yeniden devreye girmesini ve faturayı kesmesini engelleyemezsiniz. Çünkü yapısal sorunlarınızı sadece parasal önlemlerle çözemezsiniz.