Şefika Kutluer Festivali 24 Kasım'da başlıyor
Şefika Kutluer Festivali 24 Kasım'da başlıyor
Dünyanın en pahalı muzu
Dünyanın en pahalı muzu
Mehmet Ali Erbil hakkındaki iddianame
Mehmet Ali Erbil hakkındaki iddianame
Uğur Dündar'a açılan babalık davası
Uğur Dündar'a açılan babalık davası
123456789
Şefika Kutluer Festivali 24 Kasım'da başlıyor
Şefika Kutluer Festivali 24 Kasım'da başlıyor
Dünyanın en pahalı muzu
Dünyanın en pahalı muzu
Mehmet Ali Erbil hakkındaki iddianame
Mehmet Ali Erbil hakkındaki iddianame
Uğur Dündar'a açılan babalık davası
Uğur Dündar'a açılan babalık davası
123456789

HAMASET VE EGE'DEKİ GERÇEKLER-1

Türkiye'de meselelere biraz akıl çerçevesinden bakan kim varsa, ülkenin ekonomik çöküşü ile iktidarın dış siyasetindeki hamaseti ile arasında olan ters orantıyı kolayca görebilir.

Yani, ekonomi ne kadar kötüye giderse, iktidarın dış siyasetteki İslamcı, milliyetçi hamasetinin dozu da o kadar yükseliyor.

Bir süre önce iktidar, Amerika'nın güçlü telkinleriyle dış ilişkilerinde adım atma, sorunlu ilişkilerini düzeltme kararı aldı.

Ermenistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Suudi Arabistan ve İsrail ile ilişkilerin normalleşmesi için adımların atılmasıyla, acaba Türkiye'nin dış siyasetinde işler yoluna mı giriyor diye düşünmeye başlamışken, ekonomik krizin faturasının daha da ağırlaşacağının işaretleri ortaya çıktı.

Adalet ve Kalkınma Partisi'ni ayakta tutan taban çözülme noktasına geldi.

Tabii, Cumhurbaşkanı Erdoğan hızla harekete geçti.

İlk olarak İsveç ve Finlandiya'nın NATO üyeliğine gelen itiraz, ardından Suriye'ye operasyon hazırlıklarıyla eş zamanlı devreye giren güçlü hamasetle, seçmen kitlesini tahkim etmeye başladı.

Ancak bunları yeterli görmemiş olacak ki, son dönemde Yunanistan'ı hedef tahtasına koydu!

Önce Amerika'ya gidip “Türkiye'ye silah satışına onay vermeyin” diyen Yunanistan Başbakanı Mitsokatis'i bir kalemde sildi, o kızgınlıkla iki ülke arasındaki Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi'nin iptal edilmesi talimatını verdi.

Ardından salvo atışına geçti.

“Şaka yapmıyorum, ciddi konuşuyorum" dedi, Ege adalarının silahlanması konusunda “Bir asır önce olduğu gibi pişmanlıkla sonuçlanacak hamlelerden uzak durmasını, aklını başına almasına davet ediyoruz. Kendine gel. Türkiye adaların silahlandırılması konusunda uluslararası anlaşmaların kendine tanıdığı hakları kullanmaktan geri durmayacaktır” sözleriyle Yunanistan'a gözdağı verdi.

Elbette Erdoğan, Yunanistan'a yönelik hamasetin iç siyasette alıcısının olduğu herkesten daha iyi biliyor.

Burada yanlış anlaşılmalara fırsat vermemek için bir parantez açarak notumuzu düşelim. Türkiye ile Yunanistan arasındaki sorunlar yeni değil, bu sorunlar bugün ortaya çıkmadı.

Ege adalarının silahsızlandırılması koşuluyla Yunanistan'a verilmiş olduğunu ayrıca vurgulamaya gerek yok! 1923 tarihli Lozan Antlaşması ve 1947 Paris Anlaşması gereğince Yunanistan'ın adalarda asker bulundurmaması, askeri tesis inşa etmemesi, askeri faaliyet yürütmemesi gerekiyor.

Bu kadar açık ve net!

Meselenin, daha sonraki sürece ilişkin hukuki boyutu bir yana Türkiye, 2000'li yılların başına kadar Ege'deki stratejik çıkarlarını güçlü şekilde savunageldi.

1995 sonunda patlayan Kardak kriziyle iki ülkenin savaşa girmesine adeta ramak kaldı. Türkiye, geri adım atmak şöyle dursun, Ege'de, egemenliği antlaşmalarla devredilmemiş, ada, adacık ve kayalıklara ilişkin siyasi, diplomatik ve askeri pozisyonunu güçlendirecek fırsat yaratmış oldu.

Benzer şekilde, deniz yetki alanları konusunda tavizsiz tutumunu sürdürdü.

Ege Denizi'nde siyasi sınırın çizilmemiş olması, yıllar içinde Türkiye ile Yunanistan'ı birçok kez karşı karşıya getirdi.

Yunanistan'ın, fiili durum yatarak karasularını ve hava sahasını genişletme çabası, Ege'nin kıta sahanlığında araştırma yapma girişimleri, Türk donanmasının ve savaş uçaklarının devreye girmesiyle hep akamete uğradı.

Ancak, bu hassas ve kırılgan denge Adalet ve Kalkınma Partisi'nin iktidara gelmesiyle birlikte Türkiye aleyhine değişti.

İktidarının ilk yıllarında, Batılı ülkeler nezdinde siyasal İslam'a meşruiyet kazandırma çabası içinde olan Adalet ve Kalkınma Partisi, Amerika ve Avrupalı müttefiklerinin beklentileri doğrultusunda Türkiye'nin Ege politikasından geri adım atmaya başladı.

Nasıl mı? Gelin anlatalım...


    

Yıl 2006...

Adalet ve Kalkınma Partisi iktidara geleli, 4 yıl olmuştu.

Bir yıl sonra hem genel seçimler hem de cumhurbaşkanlığı seçimleri yapılacaktı.

Kemal Derviş'ten alınan program ve Türkiye'ye yönelik sıcak para akışı sayesinde, ekonomide bir sıkıntı yoktu. Ancak, iktidarın dış ilişkilerinde Türkiye'de uygulamaya koymak istediği siyasal İslam rejimine destek ve bu rejime yönelik meşruiyet sağlama sorunu bulunuyordu. Seçimlere, Amerika ve Avrupa'dan esen güçlü rüzgarları arkasına alarak girmek istiyordu ki, hem Meclis'te Anayasayı değiştirecek çoğunluğu yakalayabilsin hem de Cumhurbaşkanı adayını seçtirebilsin!  

Diğer yandan Amerika ve Avrupa Birliği'nin beklentisi açıktı.

Türkiye'nin Ermenistan ve Yunanistan ile olan ilişkilerini normalleştirmesi, yani ilişkilerde bu ülkeler lehine bir yaklaşım benimsemesi ve Kıbrıs meselesinde geri adım atması isteniyordu. Bu yaklaşıma hızla bir kılıf bulundu ve adına "Komşularla Sıfır Sorun Politikası" denildi. Ahmet Davutoğlu da bu politikanın uygulayıcısı oldu.

Kıbrıs'ta Annan Planı'na verilen güçlü destekle "yes be annem" süreci başladı. Rumların referandumda "hayır" demesiyle, KKTC tarihin sayfaları arasına gömülmekten kurtuldu. Ardından Ermeni açılımı başladı. Hazırlanan protokoller, Ermenistan Anayasa Mahkemesi'ne takılınca Türkiye'nin Ermenistan açılımı başka bahara kaldı.

İktidar bu politika çerçevesinde Yunanistan'a da zeytin dalı uzattı.

Ama Yunanistan'ın bu zeytin dalını tutması için Türkiye'nin özellikle Ege konusundaki katı tutumundan vazgeçmesi gerekiyordu.

İşte bu taviz, 26 Nisan 2006 tarihinde geldi.

O güne kadar 1976 tarihinde Bern'de imzalanan ve "Türkiye ve Yunanistan Arasındaki Kıta Sahanlığının Sınırlandırılmasında İzlenecek Usule İlişkin Zabıt"ın 6. maddesinde yer alan "Her iki taraf, ikili ilişkileri güçleştirebilecek Ege Denizi Kıta Sahanlığına ilişkin her türlü girişim ve eylemden kaçınmayı üstlenirler" düzenlemesi gereğince iki ülke gemileri, Ege'nin kıta sahanlığında araştırma yapamıyordu.

Yunanistan bu mutabakatı birkaç kez delmek istemiş ancak Türk donanmasına bağlı gemilerin hızla müdahale etmesi sonucu, Yunanistan geri adım atmak zorunda kalmıştı.

26 Nisan 2006'da Yunanistan'ın Almanya'dan kiraladığı Poseidon araştırma gemisi Ege'nin kıta sahanlığında araştırma yapmaya başladı. Ancak bu kez, Türk donmasına bağlı gemiler Poseidon'a müdahale etmedi. Çünkü, Poseidon'un faaliyetlerini yakından izlemekte olan Deniz Kuvvetleri Komutanlığı, Genelkurmay Başkanlığı'na başvurup "müdahale için talimat bekliyoruz" demiş, ancak dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi Özkök, "Hayır, müdahale edilmeyecek" emrini vermişti.

Orgeneral Özkök, Türk savaş gemilerinin Poseidon'a müdahale etmesine ve bölgeden uzaklaştırmasına karşı çıkmasının yanı sıra kurmay heyetine bu durumun basına sızmasının önüne geçilmesi için kesin talimatını da iletmişti. Orgeneral Özkök, elbette durumun Türkiye'nin Ege'deki çıkarlarına nasıl halel getireceğini çok iyi biliyor, bu nedenle basının hedefi olmaktan korkuyordu.

Diğer yandan Yunanistan zaten Poseidon'un araştırma yapacağını birkaç gün önce resmi bir açıklamayla dünya kamuoyuna duyurmuş, atacağı adıma siyaseten ve hukuken meşruiyet sağlama arayışı içine girmişti. Yani, bu durum gizli ya da saklı değildi!

Peki, Orgeneral Özkök, bu kararı tek başına mı almıştı?

Tabii ki hayır. Bu, kendisine verilen bir hükümet talimatıydı.

Yani, doğrudan dönemin Başbakanı olan Erdoğan, 4 Mayıs 2006'da Yunanistan'a yapacağı ziyaret öncesinde Orgeneral Özkök'e böyle bir  talimat vermiş, Yunanistan'ın kiraladığı araştırma gemisine müdahale edilmemesini istemişti.

Bir başka deyişle Erdoğan, Türkiye'nin neredeyse yarım asırdan bu yana hassasiyetle ve kararlılıkla sürdürdüğü Ege politikasını, Yunanistan'dan alacağı desteğe ve yelkenlerini dolduracak Batı rüzgarlarına feda etmişti!

Böylece Türkiye, Yunanistan'ın Ege'nin kıta sahanlığında araştırma yapıyor olmasını zımnen kabul etmiş duruma düşüyordu! Bu, Türkiye açısından çok önemli bir geri adımdı.

Peki, sonra ne oldu?

Onu da çarşamba günü anlatalım diyerek yazımıza burada noktayı koyalım.