Şefika Kutluer Festivali 24 Kasım'da başlıyor
Şefika Kutluer Festivali 24 Kasım'da başlıyor
Dünyanın en pahalı muzu
Dünyanın en pahalı muzu
Mehmet Ali Erbil hakkındaki iddianame
Mehmet Ali Erbil hakkındaki iddianame
Uğur Dündar'a açılan babalık davası
Uğur Dündar'a açılan babalık davası
123456789
Şefika Kutluer Festivali 24 Kasım'da başlıyor
Şefika Kutluer Festivali 24 Kasım'da başlıyor
Dünyanın en pahalı muzu
Dünyanın en pahalı muzu
Mehmet Ali Erbil hakkındaki iddianame
Mehmet Ali Erbil hakkındaki iddianame
Uğur Dündar'a açılan babalık davası
Uğur Dündar'a açılan babalık davası
123456789

FİLM SENARYOSU DEĞİL, HABERİN HİKAYESİ... KURMAY SUBAYDAN GELEN GİZLİ TELEFON

Bahadır Selim Dilek

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın, sanki daha önce Ege adalarını silahlandırdığını hiç duymamış gibi bu konuyu gündeme taşıyıp “şaka yapmıyorum” diyerek parmak salladığı Yunanistan'la tansiyonu yükseltmeye çalışmasının, iç politikada alıcısı olacaktır elbette.

Ağır bir milliyetçi söylemle bezenmiş imam hatip ağzıyla yapılan belagat, muhafazakâr, mütedeyyin kesimde ekonomik krizi tamamen yok sayacak kadar etkisini gösterir mi, şimdiden bir yorum yapmak zor ancak yağmur gibi yağan zamların, seçmenin siyasi davranışını önemli ölçüde etkilediği bir gerçek.

Dış siyasette estirilen rüzgârların eskisi gibi içeride ağaçları sallamadığı ortada.

Ancak, Erdoğan'ın Amerika'dan Avrupa'ya, Yunanistan'dan Mısır'a kadar dışarıya yönelik söylemlerinin düne kadar ekonomi büyürken ve rıza üretirken kendi tabanını tahkim etmesine ciddi katkılar sağlamış olduğu tespitini açık yüreklilikle yapmak gerekiyor.

Son 20 yılda dış siyasetin “milli menfaat” kavramının dışına itilmesi, “iç siyasete”, daha doğrusu Adalet ve Kalkınma Partisinin ikbaline bağlanmış olmasına ilişkin örnekleri çoğaltmak mümkün.

Erdoğan'ın, 2006 yılında Avrupa'dan esen Batı rüzgarlarıyla yelkenlerini doldurmak için o güne kadar hassasiyetle yürütülen Ege politikasından nasıl taviz verdiğini pazartesi ve çarşamba günü bu köşede okumuştunuz.

https://www.gazetedurum.com.tr/yazar/Bahadir-Selim-Dilek/hamaset-ve-egedeki-gercekler-1-4385

https://www.gazetedurum.com.tr/yazar/Bahadir-Selim-Dilek/hamaset-ve-egedeki-gercekler-2-4453

Gelin şimdi, eskilerin tabiri ile “32 kısım tekmili birden” diyerek, bu haberlerin hikayesini anlatalım.

11 Mayıs 2006 Perşembe, Ankara için güzel bir bahar günüydü.

Türkiye'nin üstüne kabus gibi çökecek “Ergenekon Davası” sürecinin arifesinde olduğumuzu henüz bilmiyorduk.

Ancak işaretleri ortaya çıkmaya başlamıştı.

5 ve 10 Mayıs tarihlerinde Cumhuriyet gazetesine iki kez bomba atılmış ama neyse ki patlamamıştı.

Aynı gün, yani 11 Mayıs'ta Cumhuriyet üçüncü kez bombalı saldırıya uğrayacak, o bomba bu kez patlayacaktı.

17 Mayıs'ta Danıştay saldırısı gerçekleşecek, 3 gün sonra emekli subay Muzaffer Tekin saldırıyla ilgili olarak tutuklanacaktı.

Ez cümle Türkiye yavaş yavaş karışıyor, karıştırılıyordu!

O dönem diplomasi muhabiri olarak çalıştığım Cumhuriyet gazetesinde sadece dış siyasete ilişkin gelişmelere bakarak ülkenin distopik bir döneme gireceğini hissedebiliyordum.

Çünkü, 2002 yılında iktidara gelmiş olan Adalet ve Kalkınma Partisi, cumhuriyetin kurucu paradigmasını kökünden değiştirmek istiyor, “kimlik siyasetini” körükleyip kendisine destek veren Batılı ülkelerin çıkarlarına halel getirmekten özellikle kaçınıyor, o güne kadar yürütülen milli çıkarlara dayalı, akılcı dış siyaseti yok sayıyordu.

Türkiye'nin dış ilişkilerinde kendi ideolojik gözlüğünü takan Erdoğan, bunu iktidarını kökleştirmek için kullanabileceğini yavaş yavaş tecrübe etmeye başlamıştı.

En dikkat çekici örneği, 2004 yılında Kıbrıs'taki Annan Planı'na verilmiş olan destekti. İktidar, Batı'nın desteğini alabilme uğruna, üzerinde fazla düşünmeden, Denktaş'ı ve KKTC'yi bir kalemde silivermişti. Rumlar, Annan Planı'na “hayır” demeseydi, KKTC bugün tarihin tozlu sayfaları arasında kalmış olacaktı.

İktidarın diplomaside, şapkasından her an bir tavşan çıkarabileceğini düşünüyorduk.

Tabiri caiz ise bu, bizi “alarm” durumunda tutuyordu.

İşte o güzel bahar günü, Cumhuriyet'in Atatürk Bulvarı üzerindeki Ankara Bürosu'na biraz erken gitmiştim.

Sabah, 08.30 civarıydı.

Santrale bakan, sekreterimiz  Aynur henüz gelmediği için çalan telefonu ben açtım.

Telefonun öbür ucunda, Genelkurmay Başkanlığı'ndan 10 küsur yıldır tanıdığım bir kurmay subay vardı.

- Bahadır Günaydın.

- Günaydın.

- Uzun konuşamayacağım, telefonlarımız dinlendiği için seni cep telefonundan aramadım. Kulübeden arıyorum. Acilen görüşmemiz lazım. Kimseye belli etmeden, bulvardaki tatlıcıya gelebilir misin? Takip edilmediğinden emin ol lütfen. Eğer, birilerinin seni takip ettiğini hissedersen, başka bir yere otur, sonra haberleşiriz.

Sadece, “Tamam, anlaştık” diyebildim ve telefonu kapattım. Sabah sabah işittiğim bu cümleler beni şaşkına çevirmişti.

Ne olduğunu tam anlayamamıştım ama belli ki, çok önemli bir şeyler oluyordu.

Yoksa, tanıdığım o kurmay subay kendisini böyle büyük bir riske atıp benimle buluşmak istemezdi.

Genelkurmay, rütbeli subayların gazetecilerle kişisel ilişki kurmasına sıcak bakmadığı gibi aynı sosyal ortamda bulunmalarına bile kaş kaldırıyordu.

Hızla bürodan çıktım, etrafıma şöyle bir göz attım, üst geçitte flütüyle her sabah yanık yanık “köprüden geçti gelin” türküsünü çalan amcanın yanında biraz soluklanıp etrafa baktım. Beni takip eden birileri olmadığına kanaat getirdikten sonra yine hızlı adımlarla buluşma noktamıza doğru yürüdüm. Kimseye belli etmeden arkama, sağıma soluma bakmayı da ihmal etmiyordum.

Bulvar üzerindeki sabah kalabalığının içinden geçip tam, belirlediğimiz tatlıcıya varmıştım ki, kaldırımın önünde bekleyen, kumaş pantolonlu, siyah ayakkabılı, beyaz gömlekli asker tıraşlı bir iki kişi dikkatimi çekti.

Aslında korkmuştum.

Ya başka bir yere gidip oturacaktım ya da riski göze alıp içeri girecektim.

Haber heyecanı, korkumun önüne geçti, muhtemel riskleri göze aldım, tatlıcıdan içeri adımımı attım. Arkadaşım olan kurmay subay, sivil kıyafetliydi, salonun uzak köşesinde, balkonun girişindeki tekli bir masaya oturmuş beni bekliyordu.

Hemen yanına gittim, masaya oturdum, selamlaştık, hızlıca hal hatır sorma mevzusunun ardından konuya girdi.

- Ege'de geri adım attık.

- Nasıl yani!

- Gerçekten, bugüne kadar hassasiyetle koruduğumuz haklarımızdan hükûmetin talimatı ve Genelkurmay Başkanı'nın emri ile taviz veriyoruz.

Duyduklarıma inanamadım.

- Gerçekten mi?

- Maalesef.

Sonra, neler olduğunu uzun uzun anlattı.

Yunanistan'ın Almanya'dan kiraladığı Poseidon gemisi, 1976 tarihli Bern Mutabakatına aykırı olarak 26 Nisan'dan itibaren Ege'nin kıta sahanlığında araştırma yapıyordu. Türkiye, buna donanmasıyla müdahale etmek şöyle dursun, Dışişleri Bakanlığı Yunanistan'dan açıklama bile istememişti. Bu durum, zımnen Yunanistan'ın yarattığı fiili durumu kabul etmek anlamına geliyordu. Erdoğan, mayıs ayı başında Yunanistan'a yapacağı ziyaret nedeniyle, Genelkurmay'a, "O gemiye müdahale etmeyin" talimatı vermişti. Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi Özkök, skandal olarak nitelendirilebilecek bu meselenin basına sızmaması için büyük gayret gösteriyordu.  

Arkadaşım, bunları bana anlatmak için gerçekten büyük riski göze almıştı.

Her cümlesinden sonra daha fazla şaşırıyordum. Derken, biraz önce dışarıda dikkatimi çeken beyaz gömlekli iki kişiden biri gelip yan masamıza oturdu, kendisine çay söyledi ve bir sigara yaktı.

Belli ki, konuştuklarımızı duymak, dinlemek istiyordu. Tatlıcıda o kadar masa varken, sabahın o saatinde kimse yokken gelip hemen yanı başımıza konuşlanmıştı.

Arkadaşım subayla göz göze geldik.

Kulağıma eğildi, “Kalk ve ateş iste lütfen, anlasın ki, biz onun kim olduğunu biliyoruz” dedi.

Anlayamamıştım ama istihbarat dünyasında işlerin böyle olduğunu düşünüp kalktım, dediği gibi sigaram için ateş istedim.

- Pardon, ateşiniz var mı acaba?

- Ne, ateş mi?

- Evet, sigara için.

Beyaz gömlekli, asker tıraşlı kişi benim masasına gelip ateşini istemiş olmamdan dolayı inanılmaz rahatsız olmuştu.

Sanırım, ifşa olduğunu düşünüyordu.

Çakmağını bana uzattı, geri vermeme bile fırsat tanımadan masadan hızla kalktı, telaşlı bir biçimde dışarı çıktı.

Arkadaşımın yanına döndüm, konuşmamıza devam ettik.

Ege'de atılan geri adımın siyasi, hukuki açıdan ne anlama geldiğini, isimleri, tarihleri en ince ayrıntısına kadar not ettim.

Biz bunları konuşurken, biraz önce telaşla tatlıcıdan çıkan beyaz gömlekli, asker tıraşlı kişinin arkadaşları olduğunu tahmin etiğimiz iki kişi daha tatlıcıya girdi.

Ama bu kez bize uzak bir köşeye oturup sadece çay söylediler. Sigara yakmamayı tercih ettiler, belli ki benim yeniden ateş istememden çekiniyorlardı. Sessizce oturup bizi izlediler.

Kurmay subay arkadaşımın bana verdiği bütün bilgileri aldım, notlarımı toparladım masadan kalktım. Hızlıca vedalaştık ve tatlıcıdan çıktım.

Tavsiyesine uyarak yolu uzattım.

Önce Moda Çarşısı'na girdim, oradan çıktım Amerikan Çarşısı'nda biraz dolaştım, Dost Kitabevi'ne uğrayıp, kimsenin beni takip etmediğinden emin olduktan sonra kan ter içinde büroya girdim.

Haber toplantısı bitmiş, Cumhuriyet'in Ankara Bürosu için gün başlamıştı.

O dönem Haber Müdürü Mustafa Çakır'dı.

Toplantıya gelmediğim için merak etmiş olmalı ki, “Hayır olsun Bahadır” dedi.

Hızlıca olanı biteni anlattım.

Ama mesele o kadar teknik ve hukuki ayrıntılarla doluydu ki, birkaç kez tekrarlamak zorunda kaldım.

Mustafa Çakır, çekirdekten yetişme gazeteci olduğu için haberin önemi hemen dikkatini çekmişti. Çok beklemedim, başlıkları çabucacık yazıp verdim ki, İstanbul'daki gündem toplantısına yetişsin.

Sonra haberi yazılmaya koyuldum.

Ama önce, Dışişleri Bakanlığı'na sorup görüş almam gerekiyordu. Eğer Dışişleri Bakanlığı'nın görüşünü almazsam, haber eksik kalır, haberin gücü azalır ve haberde yer alan argümanların geçerliliği sorgulanır hale gelirdi. O dönemde, Adalet ve Kalkınma Partisi'ne yavaş yavaş meyletmeye başlayan bürokrasi zaten öküzün altında buzağı arıyordu. Haberin eksik olması, ellerine koz verebilirdi.

Ama Dışişleri Bakanlığı'na sormak, başka bir riski beraberinde getirecekti.

Öncelikle meselenin basına sızdığı anlaşılacaktı. Bakanlığın en azından zevahiri kurtarma yönünde adım atması söz konusu olabilirdi. 

Kendimce şöyle bir formül buldum. Haberi olduğu gibi taşra baskısına yazıp bekleyecektim. Saat 18.00'deki taşra baskısı dönecek, ok yaydan çıkmış olacaktı.

Kendi kendime “Şehir baskısı için görüş sorarım, ona göre haberi yenilerim” dedim.

Eğer, Dışişleri benim bu meseleden haberdar olduğumu öğrenir, Yunanistan Büyükelçisi'nden açıklama isterse, bu kez şehir baskısına "Cumhuriyet'in sorusu üzerine Yunanistan'ın Ankara Büyükelçisi Dışişleri Bakanlığı'na çağrıldı" diye yazabileceğimi düşündüm.

Böylece aynı haberi, taşra ve şehir baskılarında birbirinin devamı gibi kaleme alabilecektim.

Tam bu sırada Mustafa Çakır yanıma geldi.

- Haber manşet oluyor, yazabildiğin kadar kapsamlı yazabilirsin!

Günün en güzel haberini almıştım. “Harika” dedim kendi kendime.

Bizi takip edenlerden birinin benden geri almayı unuttuğu çakmakla yaktığım sigarayı bitirdikten sonra bilgisayarın başına oturdum.

Sonra ne mi oldu?

Onu da pazartesi günü yazımıza konu edelim diyerek şimdilik yazımıza noktayı koyalım.