Afyonkarahisar’daki 2.600 yıllık anıtın gizemi çözüldü
Afyonkarahisar’daki 2.600 yıllık anıtın gizemi çözüldü
Tarihin bilinen en eski alfabesi
Tarihin bilinen en eski alfabesi
Gevaş İlçe Halk Kütüphanesi hizmete sunuldu
Gevaş İlçe Halk Kütüphanesi hizmete sunuldu
Deniz Akkaya hakkında gözaltı kararı
Deniz Akkaya hakkında gözaltı kararı
123456789
Afyonkarahisar’daki 2.600 yıllık anıtın gizemi çözüldü
Afyonkarahisar’daki 2.600 yıllık anıtın gizemi çözüldü
Tarihin bilinen en eski alfabesi
Tarihin bilinen en eski alfabesi
Gevaş İlçe Halk Kütüphanesi hizmete sunuldu
Gevaş İlçe Halk Kütüphanesi hizmete sunuldu
Deniz Akkaya hakkında gözaltı kararı
Deniz Akkaya hakkında gözaltı kararı
123456789

İslam Dünyası, Tarihsizlik ve Aydınlanma

Müslüman nüfusun yoğun olarak yaşadığı topraklara kabaca bir baktığımızda dört husus dikkatimizi çekmektedir. İlki, onca doğal zenginlik içerisinde yazgıya dönüşmüş gelir adaletsizliği ve fakirlik; ikincisi, insan hak ve özgürlükleri bakımından gerilik; üçüncüsü, tekbir (Allahu Ekber-En Büyük Allah’tır) nidalarıyla karşılıklı birbirinin boğazını kesme, kan, terör ve şiddet; dördüncüsü ise emperyalizmin maşası olmuş çağdışı iktidarlardır. Bu yüzden olsa gerek, Müslüman ülkelerdeki herkes ironik bir biçimde küfür diyarı diye niteledikleri Batı’ya göç etmeyi hayal etmekte, fırsatını bulan bu hayali gerçekleştirmek için elinden geleni yapmaktadır. Hatta bu hayali gerçekleştirmek için ölümü bile göze almaktadırlar.

Bu manzaranın, bütünüyle bugüne özgü olduğu sanılmamalıdır. İslam dünyası, 8-12. yüzyıllar arasında Antik Yunan, Hint ve Pers kültürü üzerinde yükselen kimi başarılar elde etmiş olsa da manzarayı umumiyenin, geçmişte de şimdikinden çok iyi olduğunu söylemek oldukça zordur. İslam kültürünün henüz doğduğu 7. yüzyılda, Hz. Peygamber'in ardından sahabeleri, eşi Ayşe ve damadı Ali (Cemel Savaşı), ardından Muaviye ve Ali (Sıffin Savaşı) birbirini öldürmeye kalkışmadılar mı? Kimilerince neredeyse kutsal bir kimliğe büründürülen ilk dört halifenin üçü siyasal nedenlerle katledilmediler mi? İslam uygarlığının felsefi nitelikli kuzey kültürleriyle etkileşim sonucu zirve yaptığı, kimilerince İslam’ın altın çağı olarak nitelenen Abbasiler döneminde barışın egemen olduğu ve iç kargaşanın yaşanmadığı kaç gün vardır? Bu kargaşalar yüzünden, bağımsız felsefi aklı geliştirme çabası içine girenlere baskı uygulayıp onların kimileri katletmedi mi? Ellerinden kitapları alınıp yakmadı mı? Batı’nın engizisyonu olduğunda ballandıra ballandıra anlatanlar, İslam dünyasındaki zulümler söz konusu olduğunda genelde susmayı ve örtmeyi tercih ediyorlar.

Sözünü ettiğimiz olumsuz manzaraya belki, modern dönemin kattığı en temel unsur, Batı’nın açgözlülüğü, beyaz ırk-üstün ırk, üstün kültür olma ve demokrasi ve insan hakları götürme iddiası altında yürüttüğü ekonomik sömürü ve çıkarlarını korumak için yarattıkları karışıklıklardır. Bunda Batı’nın üstünlüğüne duyulan hayranlığın yarattığı körlüklerin de etkisine değinmek gerekir. Bu durumu kavrayan Mehmet Akif Ersoy bakın ne diyor:

“Öyle ya gözümüzü açtık, Avrupa medeniyeti, Avrupa irfanı, Avrupa adaleti, Avrupa efkar-ı umumiyesi nakaratından başka bir şey işitmedik. Kiminin adaleti, kiminin hamiyeti, kiminin dehası, kiminin terakkiyatı kulaklarımızı doldurdu. Lisan bilenlerimiz doğrudan doğruya bu heriflerin eserlerini, bilmeyenlerimiz ise tercümelerini okuduk. Edebiyatları, hele edebiyatlarının ahlaki, insani, ictimaî mevzuları çok hoşumuza gitti. Müelliflerin kıymeti ahlakiye ve insaniyyelerini, eserleriyle ölçmeye kalkıştık. İşte bu mukayeseden itibaren aldanmaya, hatadan hataya düşmeye başladık. Bu adamların sözleriyle, özleri arasında asla münasebet, müşabehet olmayacağını bir türlü düşünemedik. İşte okuyup yazanlarımızın çoğuna arız olan bu hata, bir zamanlar bana da musallat oldu. Bereket versin ki, yaşım ilerledi, tecrüben arttı, hususiyetle Avrupa’yı, Asya’yı, Afrika’yı dolaşarak, Avrupalı dediğimiz milletlerin esareti altına, tahakküm altına aldıkları biçare insanlara karşı reva gördükleri zulmü, gadri, hakareti gözümle görünce aklımı başıma aldım. (…) Siz o sömürgecilerin elinden zavallı Asya’nın neler çektiğini biliyor musunuz? Sömürgeciler tarafından idare olunan hangi memleketin bir şehrine gitseniz, iki mahalle görürsünüz ki, biri sömürgecilere, diğeri yerlilere aittir. Hiçbir yerli için yabancılar cemiyetine girmek kabil değildir. Bu yerli temiz giyinmek istese, vergi vermeye mecbur tutulur. Şimendiferlere binseniz görürsünüz ki, yerliler için ayrı ayrı vagonlar vardır. Hastahanelere gidiniz, ayrı koğuşlar vardır. Biçareler o vagonlara binmeye, o koğuşlarda yatmaya mecburdur. Sömürgecilere: Niçin bu biçarelere insan muamelesi etmiyorsunuz? diye soranlara: Maymunlar adam olur, bunlar adam olmaz, cevabını verirler. Bir sömürgeci, yerliyi istediği gibi döver, ceza lazım gelmez. Şayet öldürürse, hafif bir cezay-ı nakdî ile kurtulur. Yerlinin kazancının yüzde altmışı hükümet tarafından alınarak sömürgecilerin ihtiyaçlarına sarf olunur. (…) Sömürgeciler, Asya’da kumaş tezgahlarını yok etmek için ustaların baş parmaklarını kesmekten bile çekinmemişlerdir. Bunlar yerli sanayi yok etmek için hiçbir melanetten geri durmazlar. Seksen milyon yerli için lise derecesi tek bir mektep var. Sömürgeciler bu mektebe son derece düşmandırlar. Bir yerli en küçük bir silah bile taşıyamaz. Büyük çakı taşıyanlar şiddetli cezaya çarptırılır. (…) Cezayir’de, Tunus’ta, Fas’ta Müslümanlara, sömürgeciler tarafından hayvan muamelesi edilir. Oradaki Hıristiyanlar, Yahudiler a’şar gibi, ağnam gibi vergilerin hiçbirini bilmezler. Müslümanlara gelince, bizim zamanımızdan kalma vergilerin hepsini verdikleri gibi, sömürgecilerin vaz ettikleri, kapı, pencere vergilerini de verirler.”

Mehmet Akif burada durmuyor; yaşadığımız hemen her sorunu Avrupalılara bağlayarak şöyle diyor:

“Bizim hani senelerden beri kanımızı, iliğimizi kurutan dahilî meseleler yok mu, Havran meselesi, Yemen meselesi, Şam meselesi, Arnavutluk meselesi, bilmem ne meselesi. (…) Bunların hepsi, düşman parmağı ile çıkarılmış meselelerdir. Onlar öyle olduğu gibi, bugünkü Adapazarı, Düzce, Yozgat, Bozkır, Gönen, Konya isyanları da hep mel’ûn düşmanın işidir.”

Tam bu bağlamda insan aklına şöyle bir soru takılıyor: İyi de Müslüman dünyanın yaşananlarda hiç mi suçu yoktur? Buna hayır demek elbette olası değildir. Nitekim Mehmet Akif Ersoy gibi bir Müslüman bile 20. yüzyıllarda gözlemlenen İslam topraklarının durumu ile ilgili isyan etmektedir. Durum pek değişmediği için onun saptamaları hala geçerliliğini koruyor. Bu yüzden sözü ona bırakmakta yarar vardır:

“Dönün de âtıl olan Şark’ı seyredin: ne geri!

Yakında kalmayacak yeryüzünde belki yeri!

Zaman zaman görülen âhiret kılıklı diyar

Cenazeden o kadar farkı olmayan canlar

Damarda seyri belirsiz irinleşen kanlar;

Sürünmeler, geberip gitmeler, rezaletler;

Dilencilikle yaşar derbeder hükûmetler;

Esaretiyle mübâhi zavallı milletler;

Harabeler, çamur evler, çamurdan insanlar;

Ekilmemiş koca yerler, biçilmiş ormanlar;

Durur sular, dere olmuş akar helâlar;

Sıtmalar, tifolar, türlü mevt-i sâriler;

Hurafeler, üfürükler, düğüm düğüm bağlar;

Mezar mezar dolaşıp, hasta baktıran sağlar...

Ataletin o mülevves teressübatı bütün!

Numune işte biziz... Görmek isteyen görsün!

Bakın da haline, ibret alın şu memleketin!

Nasıldın ey koca millet? Ne oldu akıbetin?

Yabancılar ediyormuş -eder ya- istikrah

Dilenciler bile senden şereflidir billâh.”

II

İslam dünyasında durum neden böyledir? Olumsuzluklar bir yazgı gibi neden değişmiyor? Her şeyi dış güçlere bağlayıp, belki kendimizi aklayabiliriz. Ancak, kendimize acı da olsa şu soruyu sormamız gerekmiyor mu: Müslüman zihniyette ve bir bütün olarak o zihniyetin inşa ettiği kültürde büyük sorunlar yok mudur? Kimileri sorunların üstünü örtmeye, geçmişi allayıp pullasa, geçmişe ütopyalar düzmeye çalışsa da doğuşundan günümüze şekillenmiş Müslüman zihniyette ve kültürde kanımca köklü sorunlar vardır. İşte onlardan ilk bakışta gözüme çarpanlar:

Her şeyden önce İslam kültüründe bilgi ve değer üretilmiyor. Bunu açıkça geçmişte üretilmiş ve kutsallaştırılmış İslami kültür engelliyor. İslam kültüründe bilgi ve değer üretilememesinin temelinde, öznenin kendine yabancılaştırılması, her şeyin yanıtının kutsanan geleneklerde, dinsel metinlerde yahut mistik gizemlerde aranması yatıyor. Bu açıdan İslam dünyasında kültür düşünsel meşruiyeti tümüyle dinsel bir zemine oturtmuş durumdadır. Bu durum toplumu ve kültürü adeta tarihsizleştiriyor. Donmuş, ezeli, ebedi, kapalı bir kültür haline getiriyor. İslam kültürü bu açıdan tarihsiz bir kültürdür denilebilir. Farklı bir bağlamda bu soruna dikkatleri çeken ünlü filozofumuz Takiyyettin Mengüşoğlu şöyle diyor:

“Tarihsizlik, insanın zaman dimension’larından şimdiye yahut da düne saplanıp kalmasıdır. Böyle bir durumda dün-sferi, geçmiş şimdiye alınır; dün dün olarak yaşanmaz; şimdi olarak yaşanır, yani geçmiş, mazi şimdiye getirilerek gelenekçiliğe saplanıp kalınır; artık burada dünü bir tenkit süzgecinden geçirmeyi kimse aklının ucundan bile geçirmez. Bütün şarklılar böyle bir tarihsizliğin, tek dimension’lu bir zaman içerinde yaşarlar. Şarkta dün positiv manada ele alınmaz, tenkit sürecinden geçirilmez, yarın da çok kısa mesafelidir; şarklının davranışında şimdi tek başınadır; yapılan edilen hep şimdi içindir. Yarın uzak bir gelecek, hemen hemen yok gibidir; herkes gününü gün etmekle yetinir. Şarklı insan böyle tek dimension’lu zaman içinde yaşamakla hayvana yaklaşmaktadır; aradaki biricik fark, hayvanın dünü unutmasıdır. Tarihsizlik, şarklının yapıp ettiklerinde birbirine zıt gibi görünen, aslında aynı kaynaktan gelen iki şekilde ortaya çıkar: Donmuş gelenekçilik ve kontunuite’den mahrum olma. Bu yüzdendir ki, şarkta yapılan-edilenin bir kontunuite’si yoktur. Şarklı yapıp ettiklerinde dünle hesaplaşmadığı, yarını hesaba katmadığı için, o devam fikrinden yoksundur; onun kontunuite hakkında bir duygusu yoktur. Onun yapıp-ettikleri yap-boz tahtasına benzer; bir müessesenin başında bulunan insanın yaptığı bir şeyi, kurduğu bir düzeni, onun yerine geçen başka bir kimse, yapılan-edilen üzerinde bir inceleme yapmadan, başka bir şekilde yapmaya kalkar; böylece, kendinden önce yapılan-edilenler arasında bir continuite kurulmaz; ya her şey tersine çevrilir yahut da olduğu gibi kalır. Yapılan tecrübeler kıymetlendirilmez; bunun için de yapılan hata, hata olarak kalır; yapılan hatadan ders almak diye bir şey olmadığı gibi, positiv bir başlangıcın da az sonra kökü kazınır; ancak yapılan hatalara yenileri katılır. Şarktaki tarihsizlik her alanda kendisini gösterir.”

Tarihsizlik, zaman kavrayışıyla ilgili bir durumdur ve sanki şeylerin ezeli-ebedi bir şimdide var olduğunu ima eder. Bu ise sürekliliğin, değişimin ve gelişimin olmaması demektir. İslam dünyasında Farabi ve İbn Haldun gibi kimi düşünürler, tarihsel sürekliliği ve sosyal değişimi öncelemiş olsalar da bu düşünce İslam toplumlarında yer edinememiştir. Kendini tanrısal olana dayandıran İslam toplumu, hakiki özün, peygamber ve hulefayı raşidin dönemine odaklamıştır. Bu yüzden, hâlâ geçmişi şimdide yaşamaya ve yaşatmaya devam etmektedir. Geçmişi bugünde yaşatmaya ve yaşamaya çalışmak, aynı zamanda geleceğe onu ideal olarak sunmak demektir. Bu yüzden, bilim, felsefe, sanat, hak ve özgürlükler söz konusu olduğunda hemen her düşünce İslami geleneğe ya da İslam’ın kutsal bildirilerine arz edilmekte, onlardan olur almayan düşünceler dışlanmaktadır. Bu açıdan İslami gelenek ve İslam dinsel bildirileri, her türden yeniliğin tepesinde Demokles’in kılıcı gibi durmaktadır. Sanki İslami bir öz vardır ve bu öz, Prokrustes’in yatağı gibi işlev görmektedir. Örneğin, evrim teorisi, İslam kültürüne girecekse, dinsel olandan cevaz almak zorundadır. Yine kadınların hak ve özgürlüklerine ilişkin yeni bir gelişme olacaksa, bunun İslam’la ilişkilendirilmesi şarttır; aksi halde olanaklı değildir. Din her şeydir; din dışı diye bir şey yoktur. Seküler olandan söz etmek dinsizliktir.

İşte bu durum değişimi önceleyen, ilişkiler içinde yaşam bulan aklı da atıllaştırıyor, bağımsız eleştirel aklın gelişimini köstekliyor. İslam kültüründe akıl, tanrısal olana açık, ilahi ışığa dönük bir yeti yahut verilmiş kutsallardan çıkarım yapan bir şey olarak düşünülmüştür ve hâlâ da öyledir. Bu akıl, göstergecidir, erekselcidir, döngüseldir, doğal nedenselliği yadsır, süreklilik içinde bağlar kuramaz; hepsinden önemlisi sürekli kendisini dinselle sınırlar. Oysa aydınlanma, nesnel bir biçimde geçmişin muhasebesini ve eleştirisini yapan, realiteye dönen, gerçeğe gözlerini yummayan, hatalardan ders alan, yeni gelecekler tasarlayan, idealler koyan toplumlar için söz konusudur. Aksi halde tarihsiz yaşamaya ya da yönümüzü ileri diye geriye çevirmeye devam eder dururuz. Tarihsiz toplumlar, Selefiyecilik, Neo-Osmanlıcılık, Neo-Seleficilik, Neo-Mutezililik gibi geçmiş akımları şimdide tekrar eder durur. Tabii bu arada atı alan Üsküdar’ı geçer; geçemeyenler de onların uşakları ya da sömürgeleri olur.

Tarihsizliği aşmanın tek yolu, hangi metin olursa olsun –kutsal metinler de dâhil, evrensel kimi ufuklar içerseler de pek çok öğesiyle tarihsel ve yerel olduğunu görmektir. Her şeyin tarihsel bir bağlamı olduğunu kavramaktır. Bu olguyu, İslam kültüründe, birkaç cılız ses dışında neredeyse dillendiren yok gibidir. Onlar da bunu kendi ülkelerinde değil, Avrupa’da ve ABD’de yaşayarak yapıyorlar. Çünkü ülkelerinde bunu savunacak demokratik bir tutamak bulamıyorlar.

Kısaca söylemek gerekirse, bilgi ve değer üretmek için özne olmak, tavır almak, eleştirel aklı kullanmak, demokratik bilinci geliştirmek, diyalektik bakmak, her şeyi sorgulamak, evrimsel bir bakışa sahip olmak, yani tarihsiz olmamak gerekli olduğu gibi, hümanist bir metafiziği de egemen kılmak gerekiyor. Bu hümanist metafizik, aynı zamanda, olup bitene gözleri kapamamak için, bilinci çarpıtmamak, var olanı kendiliğindenliği içinde görmek için zorunlu gibi görünüyor. İslam kültüründe ise bu metafiziğin almaşığı olan insanı kendine yabancılaştıran teosentrik metafizik hâlâ baş tacı ediliyor. Eğitimle de bu metafizik sürekli pekiştiriliyor. Sorgulamanın ve bilmenin değil, inanmanın ve itaat etmenin erdem olduğu öğretiliyor. İnsanların gözü yeryüzüne değil, gökyüzüne döndürülüyor. Bu yüzden dinden bağımsız nesnel temelli seküler bir kültür üretilemiyor; seküler kültür üretilemeyince de gelişme gerçekleşmiyor. Kültür seküler temellere dayandırılamadığı için, her yenilik bidat diye dışlanıyor, yenilikler ileri sürenler kâfirlikle, dinsizlikle, toplumu bozmakla ve hatta Batı’nın ajanı olmakla suçlanıyor. Böylece her şey zamansızlaşıyor. 7-8. yüzyılın yargıları, kavgaları, mezhep kavgaları altında yeniden ve yeniden üretiliyor.

III

Burada İslam kültüründe felsefenin hiçbir dönemde tutunamaması sorununa da gönderme yapmak gerekiyor. Biraz filizlense teosentrik bakış yüzünden onu ya teoloji ya da mistisizm yutuyor. Felsefeye değinim nedensiz değil; zira tarihsel deneyimler, felsefi düşünce ile kültürlerin aydınlanması ve zamansızlığı aşması arasında, köklü bir ilişkinin olduğunu gösteriyor. Bir kültürde, felsefi düşünce bir biçimde kök salabiliyorsa, o kültürde belli bir aydınlanma süreci yaşanıyor, felsefi düşünce krize girdiğinde ya da çöktüğünde ise bir bütün olarak kültür dinamizmini yitiriyor, durağanlaşıyor ve bir süre sonra da kendini yeniden üretemez hale geliyor. Bu gözlemimi, Eski Yunan’da, Batı Hıristiyan dünyasında ve Doğu İslam dünyasında doğrulayan pek çok veri bulunmaktadır.

Bu neden böyledir?

Kuşkusuz sorunun yanıtı, üretim ilişkilerine değin uzanan karmaşık çözümlemeleri gerektirmekle birlikte, ilk bakışta şunları söylemek olasıdır: Felsefi düşüncede öne çıkan, eleştirel yaklaşım, dogmatik düşünceyi saf dışı ediyor, düşüncelerin serbestçe tartışılabileceği demokratik bir ortamın oluşumuna katkı sağlıyor, refleksif düşünme biçimiyle ortaya konan söylemlerin köklü bir analizini yapmayı olanaklı kılıyor, kavramsal çözümlemeler ve mantıksal uslamlamalar yoluyla var olan düşüncelerin kritik edilmesine olanak sağlıyor, daha da önemlisi, bilgi ve değer üretiminin önündeki engelleri kaldırıyor. Bu süreç, eleştirel düşünen, sorgulayan, analiz eden, körü körüne itaat etmeyen, değişim ve dönüşümü talep eden bireylerin yaşam bulmasını olanaklı kılıyor. Bu anlamda, bir kültürde felsefi düşünce kök saldığında, doğal bir biçimde o kültürde bilim, estetik, etik, siyaset, edebiyat vb. etkinlikler çok boyutlu bir perspektifle yaşam buluyor ve ciddi gelişmeler gösteriyor.

İslam dünyasında yaşanan kültürel krizi ve bunalımı aşmak için, aydınlanma gereklidir ve aydınlanmayı ancak eleştirel bakan felsefi aklın çözümlemeleri sağlayabilir. İnsanı 7. yüzyılın tarihsel değerleri arasına sıkıştıran bir kültürde, bilgi ve değer üretimi, kadın ve erkek insanın özneleşmesi mümkün olamayacağı gibi, geçici çözümlerle iktidarları devirerek ya da iç çatışmalar çıkarıp 7. yüzyıl zihniyeti içinde yaşamakla birlikte birilerine daha liberal görünenleri destekleyerek de demokratik kültür yerleşemez. Bunların köklü kültürel temelleri olmalıdır ve bu temelleri sağlamada kanımca bilim ve teknikten de önemli olan felsefi bilinç ve felsefi akıldır. Bunu iyi kavramak gerekir. Kültürü, düşünen, eleştiren özgür akıl kurar ve ancak o geliştirir. Düşünen aklı kovan, hapseden, ötekileştiren, yersiz yurtsuz kılan ve boğan bir kültürde, olsa olsa emperyalizm boy verebilir. Bunları görmeden, içsel eleştiri yapmadan, her türden olumsuzluğu emperyalizme bağlamak, sadece toplumsal bir paranoya olarak değerlendirilebilir.