Şefika Kutluer Festivali 24 Kasım'da başlıyor
Şefika Kutluer Festivali 24 Kasım'da başlıyor
Dünyanın en pahalı muzu
Dünyanın en pahalı muzu
Mehmet Ali Erbil hakkındaki iddianame
Mehmet Ali Erbil hakkındaki iddianame
Uğur Dündar'a açılan babalık davası
Uğur Dündar'a açılan babalık davası
123456789
Şefika Kutluer Festivali 24 Kasım'da başlıyor
Şefika Kutluer Festivali 24 Kasım'da başlıyor
Dünyanın en pahalı muzu
Dünyanın en pahalı muzu
Mehmet Ali Erbil hakkındaki iddianame
Mehmet Ali Erbil hakkındaki iddianame
Uğur Dündar'a açılan babalık davası
Uğur Dündar'a açılan babalık davası
123456789

Evrim, Erekselcilik ve Rastlantı

Hasan AYDIN

Evrim karşıtlarının sıklıkla atıf yaptığı önemli argümanlardan birisi, erekselcilik kavramına dayanır. Erek, Yunanca ifadesiyle têlos, tamamlanma, bitiş noktasına varma, sona ulaşma, kemale erme, yetkinleşme gibi anlamlara gelir. Erek, bir neden olarak ele alındığında, son amaç, son neden, final neden diye nitelendirilir. Söz gelimi ereği bir neden olarak ele alan Aristoteles, tüm doğal nesnelerin ereklerini, kendi içlerinde taşıdıklarını, bu ereklere göre biçimlendiklerini söyler. Ereği devinimi ve gelişimi açıklarken de kullanır. Aristoteles’in bazı metinleri, içkin ereğin yanında, dışsal bir ereğin de bulunduğunu, her varlığın aynı zamanda bir üst ilkeye ve nihayet hareket etmeyen ilk hareket ettiriciyi taklit ettiğini ya da ona benzemeye çalıştığını ima eder. Buna göre, doğada boşuna olan hiçbir şey yoktur, her şey iyiyi gerçekleştirmeye çalışır. İşte Aristoteles gibi düşünenler, bütün varlıkların bir ereği (gayesi, hedefi, telosu) bulunduğunu iddia ederler. Dolayısıyla her şey, bu ereğe göre, düzenli ve planlı olarak gerçekleşir. Onlara göre, evrene sağduyuyla bakan herkes bunu görür. İşte evrim teorisi, bu erekliliği yadsır. Cansız nesneler dünyasını bir kenara koysak bile canlılarda bir ereğin bulunmadığı nasıl ileri sürebilir? Bu apaçık olan gerçeğe gözleri yummak değil midir?

Gerçekten de sağduyuyla baktığımızda canlı organizmalar ile cansız doğa arasında nitelik yönünden köklü bir fark varmış gibi görünür. Söz gelimi hayvanlar ile insanların bağımsız davranma yeteneğine sahip oldukları, bu davranışlarının kendi yararlarına yönelik belli bir planı gerçekleştirmeyi hedeflediği söylenebilir. Bu planlı davranışlar, gelecek gereksinimlerin kestirilmesine dayanır. Bu yüzden kuşlar yuva yaparlar, tarla fareleri yer altında yuvalanırlar ve yiyeceklerini depo ederler, arılar bal yaparlar vb... Bitkilerin ilk bakışta planlı denilen bir eylem sergilemedikleri sanılabilir, ancak bitkiler de suya ve besine ulaşmak için köklerini toprağın altına salarlar, yeşil yaprakları güneşe doğru çevirirler.

Canlılar dünyasında gözlemlenen ve planlıymış gibi görünen eylemlerin, bireyin ve türün varlığını korumaya dönük olduğu söylenebilir. Taşların düşmesi, rüzgârın esmesi, suyun akışı gibi cansız doğanın kör işleyişiyle karşılaştırıldığında, canlıların etkinliklerinin belli bir planı gerçekleştirmeye dönük amaçlı davranışlarmış gibi görünür. İşte bu sağduyuya dayalı gözlem, daha Aristoteles’ten itibaren ereksel açıklamaların ön plana çıkmasına yol açmıştır. Hatta nedensel açıklamalarla ereksel açıklamalar iç içe sokulmuştur. Dinler ve teologlar sağduyuya dayalı bu basit gözlemleri kullanarak, sadece canlıların değil, cansız varlıkların da erekli olduğunu; Tanrı’nın her şeyi bir amaç ve plan için var ettiğini savunmuşlardır. Buradan yola çıkarak da her şeyin insan için olduğu sonucuna ulaşmışlardır.

Kimi düşünürlerin, insanın neden böylesi bir düşünceye yöneldiğini açıklamaya çalıştıkları görülür. Söz gelimi Spinoza, ereksel açıklamaların insandaki epistemolojik kökünü göstermeyi, bu kökün sakatlığını ortaya koymayı dener. Ona göre, bütün insanlar, varlıkların nedenlerini bilmeden doğarlar; herkes önce kendisine fayda sağlayacak şeye arzu duyar, bu arzularının da farkında olur. Spinoza, bu öncüllerden iki sonuç çıkarır: İlkine göre, insanlar kendilerinin özgür olduğunu düşünürler, çünkü kendi seçim ve arzularının farkındadırlar. Ancak kendilerini bunları seçmeye ve arzulamaya yönelten nedenlerden bihaberdirler. İkincisine göre, insanlar daima bir amaç doğrultusunda hareket ederler, özellikle elde etmek istedikleri çıkarları doğrultusunda davranırlar. Bu iki sonuç ışığında Spinoza Ethica, I, XXXVI ekinde şöyle der:

“Bu iki sonuç dikkate alındığında, anlaşılır ki insanlar sadece gerçekleşen olayların erek/son nedenlerine bakar, bu nedenleri dış bir kaynakta bulunca da rahatlar ve tabii daha başka bir neden aramaya ihtiyaç duymazlar. Ama diyelim ki bu erek/son nedeni dış bir kaynakta bulamadılar; işte o zaman kendilerine dönmekten başka çareleri kalamaz. Ardından hangi amaçların kendilerini benzer eylemlerde bulunmaya zorladığına dikkat etmeye başlarlar ve böylece zorunlu olarak kendi yaratılışlarına bakarak başkalarının yaratılışları hakkında fikir yürütürler. Dahası kendilerine fayda sağlayacak şeyleri araştırırken, hem kendilerinde hem de kendilerinin dışındaki bir sürü araçları keşfederler. Örneğin, görmelerini sağlayan gözler, yiyecekleri çiğneyecek dişler, besinlerini karşılayan bitkiler, aydınlatan güneş vb. Bütün bu doğal şeyleri, kendi çıkarlarına hizmet eden şeyler olarak görmeye yönelirler. Bu araçları, hazır buldukları, kendi yapmadıkları açıktır. İşte bu farkındalık onları bir başka şahsa, yani bütün bu araçları onların hizmetine sunan bir şahsa inanmaları için bir neden olmuş olur. Böylelikle, kendileri belli amaçlar için araçlar üretmelerinden yola çıkan bir analojiyle, doğanın da insan gibi özgür, her şeyi insan için gözeten ve her şeyi insan kullansın diye üreten bir yöneticisi ya da yöneticileri olduğu sonucuna varırlar. Ancak bu yöneticinin yaratılışıyla ilgili hiçbir şey işitmemiş olduklarından, mecburen kendi karakterlerinden hareketle onlara karakter biçerler ve böylece tanrıların insan kendilerine tabi olsun ve kendilerine en yüksek onuru bahşetsin diye, her şeyi insanın çıkarı doğrultusunda yönlendirdiğine karar kılarlar.”

Bu yüzden Spinoza’ya göre, her insan kendi kaprisine göre bir Tanrı icat emiş, herkesten çok kendini sevsin ve kayırsın istemiştir. Bu önyargı sonraları batıl bir inanca dönüşmüş, insan zihninin derinliklerine kök salmıştır. İşte herkesin varlıkların nihai amaçlarını anlamak ve açıklamak için bunca uğraş vermesinin nedeni bu önyargıdır. Ancak insan doğada hiçbir şeyin boşuna yaratılmadığını göstereceğim diye, yana yakıla araştırmalar yaparken, sadece doğanın ve tanrıların insanlar gibi hezeyan içinde olduğunu gösterebilmişlerdir. Başlarına gelen, sel, deprem vb. felaketlerin, tanrıları öfkelendirdikleri, ibadetlerini yapmadıkları için başlarına geldiğini düşünmeye yönelmişlerdir. Günlük yaşamlarından edindikleri deneyimler, onlara bunun tersini söylese de yaşadıkları sayısız örnek, bu tür felaketlerin hiç fark gözetmeden hem dindarların hem de dinsizlerin başına gelebileceğini kanıtlasa da yine de kafalarında kök salmış bu önyargıdan kurtulamamışlardır. Çünkü başlarına gelen bu olayları, nasıl kullanacaklarını bilmedikleri aletler gibi değerlendirmek, onların kolaylarına gelmiş, böylece sistemi toptan yok edip yeni bir sistem kurmaktansa, nasıl cahil doğdularsa öyle yaşayıp gitmişlerdir. Bunun sonucunda da kesin bir karara varmışlar; demek ki tanrıların hükümleri insan algısının çok üstünde diye hayal etmişlerdir. Spinoza’ya göre, insanda ereksel düşüncenin doğuşuna ilişkin bu açıklama, doğanın belli bir amacının olmadığını, doğaya amaç koymanın insanın hayal gücünün bir ürünü olduğunu açıkça göstermektedir.
Spinoza’nın erek düşüncesinin kökenine yönelik düşünceleri, erek düşüncesini kuşkusuz yıkmaz. Bir düşüncenin kökenini serimlemek, onun hayal gücünden çıktığını söylemek, illa o düşüncenin yanlış olduğu anlamına gelmez; doğruluk ve yanlışlık olgusal bir şeydir. Hayal gücüyle bulduğumuz şeyin gerçeğe uyduğu gösterilirse, kaynağına bakılmaksızın doğrulanmış olur. Ancak dikkatli bakıldığında, erek neden düşüncesinde köklü bir felsefi sorunun olduğu görülür. Spinoza, bunun da farkındadır ve erekselliğin sonucu neden yaptığını söyler. Bunu görmek için nedensellikle erekselliği kısaca karşılaştırmak yeterlidir.

Nedensellik, geçmişin, şimdi aracılığıyla geleceği belirlemesi, nedenin, şimdiden geçerek sonucunu üretmesidir. Örneğin, istekayla bilardo topuna vurduğumuzda, topun hareketinin vuruştan sonra olduğu ortadadır. Ancak ereksellik, geleceğin, şimdiyi ve geçmişi belirlediği inancına dayanır. Örneğin, rüzgâr, ağacın dallarının eğilmesinin nedenidir; olağan nedensellik bunu söyler ama erekselliğe göre, "dalların eğikliği rüzgâra neden olmuş" gibi bir sonuç çıkmaktadır. Nedensellik doğruysa, yani geçmiş şu anı ve geleceği belirliyorsa, gelecek şimdiyi ve geçmişi belirlemez; yani ereksellik doğru olmaz. Ereksellik nedensellikle uyumlu kılınacaksa, geçmişin belirleyiciliği anlayışından vazgeçmek gerekir. İnsan söz konusu olduğunda, şu andaki geleceğe yönelik tasarımlarımızın, planlarımızın, eylemlerimizi belirlediğini söylemek olasıdır. Ancak burada bile, gelecek şimdiyi üretmez, olan şey, şimdideki geleceğe yönelik planlarımızın, şimdideki davranışlarımızı belirlediğidir. Nitekim planımızdan vazgeçtiğimizde, davranışlarımızı değiştiririz. Örneğin, geleceği düşünerek bir fidan dikebiliriz; ancak onu söküp, büyümesini de engelleyebiliriz. Ereksellikte savunulduğu gibi, gelecek şimdiyi ve geçmişi üretseydi, bunu yapamazdık. Kısaca ereksellik, Reichenbah’ın da kaydettiği gibi, zamanın yönünü tersine çevirmektir. Geleceğin şu anı ve geçmişi ürettiğini iddia etmektedir. Bunların felsefi bakımdan sorunlu olduğu açıktır.

Bana isyan ederek, "ereksellik düşüncesinin hiç mi değeri yoktur?" dediğinizi duyar gibi oluyorum. Evet, kimi düşünürlere bakarsak, ereksellik düşüncesinin canlıları anlamak için bilimsel bir değeri olabilir. Ancak, gözün ereğinin peşine düşmek, Theodor Gomperz’in işaret ettiği gibi, çoğu kez nedensel süreçleri görmezden gelmemizi, ereği görünce ayrıntıyı araştırmamızı engelleyebilir. Bu açıdan olumsuz bir yanının bulunduğu ortadadır. Sonra sonucun nedeni belirlediğini söylemek mantıksal açıdan saçmadır. Örneğin yanmış milyonlarca ağaç, yangını ve ağacı var edebilir mi? Yine amacın olgusal, bilimsel açıdan nedeni var ettiğini söylemek saçmadır. Ayrıca göz görmek için mi vardır, yani gözü görme amacı mı var etmiştir; yoksa yaşamda kalmayı sağladığı için mi ortaya çıkmıştır? Yine, gece dinlenmemiz için mi vardır, yani geceyi dinlenme amacı mı var etmiştir; yoksa buna uyum sağladığımız için mi gece uyumaktayız? Dahası cansız nesnelere erek yüklemek, onları canlı gibi algılamak, onlara antropomorfist (insanbiçimci) yaklaşım değil midir? Yine şu soruyu soramaz mıyız: El, ayak, göz, kalp gibi organların tek tek amaçlarından söz etsek de onların oluşturduğu bütünün tek bir amacından nasıl söz edeceğiz? Güneş'in, gündüzün, gecenin, yıldızların tek tek işlevlerinden söz ederek, bir bütün olarak evrenin amacını epistemolojik olarak nasıl belirleyeceğiz? Bu açıdan bakıldığında tüm tanrısal tasarımların, tanrı-evren ilişkisinde erekselciliğe gönderme yaptıkları için, bilimsel düşünme açısından kimi sıkıntılar doğurduğu söylenebilir.

Klasik Tanrı tasarımlarında, evrende bir amaç aransa da evrenin var edicisi olan Tanrı’ya bir amaç-gaye-erek yüklenmez. Erek sadece varlıklar içindir. Tanrı için erek yoksa, erek varlıklar içinse, canlı varlıkların konumunu, durumunu doğal çevreye uyuma bağlamak, amaçsız bir Tanrı'nın hem cansız hem canlı varlıklar dünyasına amaç koyduğuna inanmaktan daha ussal değil midir? Böylece hem sonucun nedeni belirlediği saçmalığından kurtulmuş hem de doğal nedenleri araştıran bilimsel düşünmeye daha yakın durmuş olmaz mıyız?

Aslında, felsefi olarak düşünsel karmaşayı engellemek için, Alâeddin Şenel’in, Vernadsky ve Chardin’den yola çıkarak oluşturduğu yaklaşım, önemli bir hareket noktası sağlayabilir. Buna göre, nedensellik, cansız dünyaya (jeosfer); bir nedensellikler seti olarak görebileceğimiz işlevsellik canlılar dünyasına (biosfer); ereksellik de akılsal varlıklar dünyasına (noosfer) özgülenebilir ya da onun ayırıcı vasfı olarak görülebilir. Cansız dünyada (jeosfer) sadece nedensellik söz konusuyken, biyosferde, nedensellikle birlikte bir de işlevsellik bulunur. Noosferde ise nedensellik ve karmaşık nedensellikler paketi olan işlevsellik yanında nesneler değil, simgeler arası ilişkiler olarak, nedensellikten bambaşka bir olgunun varlığı yani ereksellik de söz konusudur. Bu olgunun sadece insan yapımı kültür dünyası noosferin ayırıcı vasfı olduğunu biliyoruz. Bu alanda, zamanın tek yönlü akışı yerine, antropolojik zaman söz konusudur ve antropolojik zamanda gelecek tasarımı, bugünü ve geçmişi etkileyebilir. Şu halde, jeosferdeki evrimin (kimyasal, fiziksel düzeyde), neden-sonuç ilişkileriyle; biyosferdeki evrimin yani canlıların evriminin nedenselliğe ek olarak işlevsellikle; noosferdeki evrimin, yani kültür dünyasındaki değişimin ise ereksellikle açıklanabileceğini söylemek gerekmektedir. Şimdi, evrene ereksellik atfetmek, açıkça onu noosfere taşımaktır.

Evrim karşıtlarına göre, evrim düşüncesi, erekselciliği yadsıdığı gibi, evrende gözlemlediğimiz düzenli ve planlı yapıları da tümüyle rastlantıya indirger. Bu rastlantı, aynı zamanda nedenselliği de sorunlu hale getirir. Evrende ve özellikle canlılar dünyasında gördüğümüz planlı imiş gibi bir izlenim uyandıran davranışları, rastlantı ve şans eseri diye geçemeyiz. Şu halde, evrim teorisinde bir yanlışlığın bulunduğu apaçıktır. Nitekim Reichenbach Bilimsel Felsefenin Doğuşu adlı eserinde şöyle der:

"İstatistikçinin anlayışı buna isyan eder: Ona göre, böyle bir şeyin rastlantı olma olasılığı o denli düşüktür ki öyle bir yorumu benimsemeye olanak yoktur. Nedensel açıklama isteği bir açmaza düşmüş görünmektedir. Nedensellik nasıl olur da erekli davranış görünümü alabilir?"

Reichenbach, bu durumu bir örneğe dayanarak şöyle açıklar:
"Deniz kıyısındaki çakılları ilk kez gören bir kimse, bunların belli bir plana göre olduğunu pekala düşünebilir. Suyun kara ile birleştiği yerde iri çakılların, yukarı doğru bunlardan daha ufak çakılların, daha da geride kum tabakalarının yer aldığı görülür. Kum tabakalarında bile bir düzenleme gözden kaçmaz: Suya doğru ön kısımda kaba kum, geride daha ince kum serilidir. Görünüşe bakılırsa, sanki birisi bu düzenlemeyi bir plana göre özellikle gerçekleştirmiştir. Böyle antropomorfik türden bir açıklamayı benimsemek zorunda olmadığımızı biliyoruz. Çakıl ve kumları taşıyan su kıyıya vurduğunda, bunları fırlatmaktadır; iri ve ağır olanların daha yakına, küçük ve hafif olanların ise daha uzağa düşeceği kuşkusuzdur. Büyüklüğe göre düzenleme böylece kendiliğinden oluşur. Gerçi, bireysel dalgaların etkileri belli bir düzene bağlı olmaksızın rastgele oluşur ve hiç kimse herhangi bir çakıl ya da kum tanesinin sonunda nereye düşeceğini önceden kestiremez. Ama bir seçme ya da eleme sürecinin işlediği de yadsınamaz; bir dalga biri iri, diğeri ufak iki çakıl taşıyorsa karaya vurduğunda ufak olan daha ileri sıçrar ya da sürüklenir. Düzeni, eleme hareketi ile birleşen şans yaratır.”

İşte Reichenbah’a göre, canlı organizmaların görünürdeki erekliliğini, aynı şekilde şans ve seçme birleşimi ile açıklama, Charles Darwin'in en büyük buluşunu oluşturur. Birçok büyük düşünceler gibi Darwin'in eleme ilkesi de daha önceki çağlarda sezinlenmiştir. Söz gelimi Grek filozofu Empedokles, geliştirdiği akıl almaz teorisinde, canlıların yerden parçalar halinde büyüdüğü savına yer verir. Buna göre kol ve bacaklar, baş, gövde ve diğer bölümler rastgele oluşup dolaşırken birbirleriyle garip biçimlerde birleştiler. Bunlar arasında yalnızca en uygun ve yetkin olanı kalır, diğerleri elenirler. Ne var ki iyi bir düşünce yetersiz bir kuramsal çerçevede sunuyorsa, açıklama gücünü yitirir ve çok geçmeden unutulur.

Darwin'in, doğal eleme ve en uygunun yaşamda kalması ilkesi, bilimsel araştırma sürecinde gelişmiş ve evrim teorisi adı altında son derece ayrıntılı bir kuram örgüsünde sunulmuştur. Bu nedenledir ki doğal eleme ilkesini içeren bu evrim anlayışı Darwincilik adıyla da simgelenmiştir. Darwin'in bilimsel çalışmasının kapsamı göz önüne alınırsa, önceliğin neden genç çağdaşı A. R. Wallace'e değil de ona verildiği kolayca anlaşılır. Wallace doğal eleme ilkesine bağımsız olarak ulaşmıştı, ama bilimsel çalışması Darwin'inki ile karşılaştırıldığında sönük kalmaktadır. Var olan türleri farklılık derecelerine göre sınıflarken bir türden ona anatomik yapı ve organsal kuruluş bakımından en yakın olan türe gideriz. Böylece sistematik bir düzene, yani, benzerlik ilişkileri içinde her türün yerini bulduğu bir sıralamaya ulaşırız. Sıranın üst ucunda insan türü yer alır, ondan sonra aşağıya doğru maymunlar ve sırasıyla diğer hayvanlar gelir; kuşlar, sürüngenler ve balıklardan geçen çizgi çeşitli deniz yaratıklarına ulaşır, sonunda en alt uca yaklaşarak tek hücreli canlılarda, örneğin, amiplerde son bulur. Darwin, birlikte var olan türlere ait bu sistematik sıralamanın, türlerin ortaya çıkışına ilişkin tarihsel sırayı temsil ettiği sonucuna ulaşır. Şöyle ki yaşam tek hücreli amipte başlamış, milyonlarca yıllık bir gelişme çizgisini izleyerek daha karmaşık organizmalara ve en sonunda insana ulaşmıştır. Darwin’in yaklaşımında, açıkça şans ve rastlantı gündemdedir; ancak onun büyüsü, bize düzenli ya da planlıymış gibi görünen davranışları adaptasyonla açıklamasıdır. Bu yaklaşım tarzı hem empirik verilerin açıklanmasında daha işlevseldir hem de doğaya antropomorfik bakışı engellemektedir.

Evrim karşıtlarına göre, evrim teorisi bilimsel bir teori değildir; çünkü gözlemi aşmaktadır ve sınanabilir değildir. Evrimin gözlemi aştığı savı, ilk bakışta doğrudur ancak tümevarımsal akıl yürütmenin bir sonucu olduğu da açıktır. Yine Reichenbach’ın kullandığı bir örnek üzerinden gidelim.

“Yaşamı ancak bir gün süren mayıs sineğini göz önüne alalım. Diyelim ki, insan tiplerini incelemektedir bu sinek. Bebekleri, çocukları, gençleri, yetişkinleri ve yaşlıları görecek, ama bireylerdeki büyüme ya da değişiklikleri fark etmeyecektir. Mayıs sinekleri arasında biri Darwin olsa, bu üstün nitelikli sinek gördüğü farklı aşamaları tarihsel bir gelişim sırasının ürünü sayacaktır herhalde. İmdi zaman bölümleri yönünden mayıs sineği bizden daha avantajlı durumdadır: Evrimin zaman uzunluğu ile karşılaştırıldığında bir insan ömrü, en uzun ömürlü bir insanın zaman uzunluğu ile karşılaştırıldığında mayıs sineğinin bir günlük ömründen daha kısadır. Öyleyse, sürüp giden evrimsel değişikliği gözlemleyemememize şaşmamalıyız. Bu öyle uzun bir süreyi kapsamaktadır ki insan tarihinin yazının bulunuşundan bu yana geçen son altı bin yıllık dönemi bu süre içinde çok kısa bir an gibi kalır. Bu nedenle biz daima sistematik sıralamadan tarihsel gelişme sırasını çıkarmak zorunda kalacağız. Çıkarsamamız eşzamanlık sırasından birbirini izleme sırasınadır. Bu çıkarsama lehine getirilebilecek daha başka kanıtlar da var kuşkusuz. Kuşkusuz bu kanıtların çoğu dolaylı kanıtlardır. Bu dolaylı kanıtlar, aslında evrim teorisinin sınanabilir olduğuna da işaret etmektedir.”

Söz gelimi jeolojinin, paleontolojinin ve genetiğin bulguları ortadadır. Çeşitli jeolojik tabakalarda değişik fosil türlerine rastlanmaktadır, ama bu türlerin dağılımı öyle ki, alt tabakalara indikçe daha basit ve tekdüze türlerin yer aldığı görülmektedir. Tabakaların yersel sırası ile onların oluşumlarına ilişkin zaman sırasını özdeşleştirmek doğru görünmektedir. Jeolojinin böylece herhangi bir dönemdeki hayvan yaşamının bir tür kaydını tuttuğu söylenebilir. Kaldı ki kazılar pek çok yok olmuş türe ait örnekler ortaya çıkarmaktadır. Böylece sistematik sıralamada boş kalan yerleri doldurma olanağı elde ediliyor. Özellikle insanlarla maymunlar arasındaki gediğin kapanması ilginç olmuştur. Kazılarda çıkan bazı kafatasları, birçok özellikleriyle maymunu andırmakta, öte yandan beyin kapasitesiyle insana daha yakın görünmektedir. Bununla birlikte basık olan alın ön beyin için pek az yer bıraktığından, bu maymun-insanın beyni kimi zihinsel etkinliklere olanak verdiği halde, geçmiş deneyimlerden yararlanma yeteneğinin gelişmesi son derece ilkel bir düzeyde kalmıştır. İlginç nokta şu ki bu maymun-insan hem insan türünün hem de yaşayan maymunların ortak atası sayılmaktadır. Böylece insanların maymunlardan geldiği yolundaki yaygın iddia da geçerliliğini yitirmiştir. Yine hayvanlar dünyasıyla aramızdaki genetik ortaklıkları, vücudumuzu oluşturan maddelerle fiziki dünyadaki maddeler arasındaki ortaklıkları evrim teorisinden daha iyi açıklayacak bir teoriye sahip olmadığımız ortadadır. Eğer dolaylı olan bu kanıtlar yeterli görülürse, yaşamın amipten insana uzanan bir evrim olduğu tezine katılmak durumundayız.

Ancak hâlâ şu soru sorulabilir: Neden evrim? Yaşam neden giderek daha üst biçimler oluşturmuştur? Evrim sanki planlı bir süreç gibi görünmektedir. Hatta şunu söylememek için kendimizi zor tutarız: Evrim teleoloji için düşünülebilecek en güçlü kanıtı sağlamaktadır. Darwin’in büyük katkısı işte burada kendini gösterir. Darwin evrim sürecinin nedensellik dışında hiçbir ilişkiye başvurmaksızın açıklanabileceğini ortaya koymaktadır; teleolojik türden kavramlara ihtiyacın bulunmadığını göstermektedir. Ona göre, üremedeki rastgele farklılıklar bireylerde yaşamda kalmaya uygunluk yönünden farklar oluşturmaktadır. Var olma savaşımında çevreye en uyumlu ve güçlü olan hayatta kalmakta, zayıflar elenmektedir. Bu doğal ayıklanma mekanizmasıyla sonraki kuşaklar güçlülerden kaynaklanacağı için giderek daha yüksek biçimlerin oluşması kaçınılmazdır. Reichenbach’ın deniz kıyısındaki çakıl taşları örneğine dönersek, tıpkı onun gibi, biyolojik türlerde de bir eleyici neden aracılığı ile sıralamaya uğramakta; eleme ile birleşen şans ve tesadüf sıralamayı oluşturan etken olarak karşımıza çıkmaktadır.