Şefika Kutluer Festivali 24 Kasım'da başlıyor
Şefika Kutluer Festivali 24 Kasım'da başlıyor
Dünyanın en pahalı muzu
Dünyanın en pahalı muzu
Mehmet Ali Erbil hakkındaki iddianame
Mehmet Ali Erbil hakkındaki iddianame
Uğur Dündar'a açılan babalık davası
Uğur Dündar'a açılan babalık davası
123456789
Şefika Kutluer Festivali 24 Kasım'da başlıyor
Şefika Kutluer Festivali 24 Kasım'da başlıyor
Dünyanın en pahalı muzu
Dünyanın en pahalı muzu
Mehmet Ali Erbil hakkındaki iddianame
Mehmet Ali Erbil hakkındaki iddianame
Uğur Dündar'a açılan babalık davası
Uğur Dündar'a açılan babalık davası
123456789

'Adı Var Kendisi Yok' Üniversitesi

Hasan AYDIN

Bir toplumun geleceği eğitim sistemi içerisinde örülür. Eğitim sisteminden çağın gereklerini karşılayan, ufku geniş, donanımlı ve nitelikli insanlar yetişirse, ancak o zaman toplumun ekonomisi, bilimi, felsefe ve sanat kültürü kökleşir. Tabii eğitim sisteminin, donanımlı ve nitelikli insan yetiştirmesinin ilk ve temel koşulu, bilim, sanat, felsefe ve kültür alanlarında geniş bir özgürlük alanının yaratılması ve bu alanların siyasi müdahale ve baskılardan uzak olmasıdır. Bu olmazsa olmazdır. Bu anlamıyla, geçmişte dinle bilim nasıl ayrıldıysa, artık bilimle gündelik siyaset ayrılmalı, bilimsel kurumlar özerk ve özgür bir yapıya kavuşturulmalıdır. Bu, o kadar önemlidir ki üniversitelerde sadece bilimsel düşüncenin egemen olması, liyakat sisteminin oturması, kayırmacılığın son bulması, nitelikli olanların seçilmesi ve yükselmesi ancak ve ancak siyasi müdahalelerden bağımsız bir eğitim sisteminin ve kurum kültürünün oluşmasıyla mümkündür. Aksi durum, her şeyin belirsizleştiği, kaosa dönüştüğü ve tek gücün siyasi iktidar olduğu bir üniversite yapısıdır. Bu yapı ise sadece ontolojik ve epistemolojik temeli olmayan ‘her şey giderci postmodern bir üniversiteye’ neden olabilir.

Bu açıdan bakıldığında, Türk eğitim sisteminin bir bütün olarak gittikçe yozlaştığını, deyiş yerindeyse epistemik olarak doğru ve yanlışın dışlandığı postmodern bir yapıya doğru evrildiğini belirtmek gerekiyor. Yozlaşma ve postmodernleşme ilk ve orta öğretimde de gözlenmekle birlikte, en büyük yansımasını yükseköğretimde, yani üniversitelerde bulmaktadır. Aslında bu durumun son dönemlerde YÖK başkanlığı yapmış bazı kişiler ve sorumluluk hissi yüksek kimi öğretim üyeleri tarafından da itiraf edildiğine tanık oluyoruz. Sözgelimi Taha Akyol'un 30 Mart 2015’te, dönemin YÖK Başkanı'na atıfla yazdıkları oldukça ilgi çekicidir:

“YÖK Başkanı Sayın Prof. Yekta Saraç telefonla aradı, konuştuk. Bir de bilgi notu gönderdi. Araya başka konular girdiği için bugün yazıyorum. (…) Konu şu: 21 Mart’taki yazımda, Prof. Dr. İlter Turan için Bilgi Üniversitesi’nde yapılan töreni anlatmış, onun sözlerini aktarmıştım. İlter Hoca’nın bilhassa şu sözleri: ‘Bugün üniversiteler özgürlük ortamından, her türlü konunun tartışıldığı, araştırıldığı bir kurum olmaktan uzaklaşıyor... Son derece vasata doğru giden bir akademik ortamdayız!’ YÖK Başkanı Prof. Yekta Saraç şöyle dedi: ‘İlter Hoca çok toleranslı konuşmuş. Akademik ortam bugün değil vasat, vasatın altındadır maalesef!’ Üniversitenin akademik anlamını bilen herkes, bugünkü akademik ortam hakkında nelerden şikâyet ederse, Yekta Saraç da onlardan şikâyetçi: Gittikçe kalite düşmesi, akademik kriterler yerine kayırmacılık, tarafçılık, kolaycılık gibi eğilimlerin ağır basması... ‘Çok iyi üniversitelerimiz de var’ diyen Saraç, kariyer sınavlarının bazı üniversitelerde yozlaştığını anlattı. Gerçekten bazı üniversitelerde doktora tezini okumadan hatır gönül için onay verildiğini ben de duyuyorum. Tabii bu yozlaşmanın sebeplerinden biri, üniversite içi seçimlerdir. Kendi adamını akademik kadroya almak ‘seçmen kazanmak’ anlamına da geliyor! Üniversitelerin ‘elitist’ olması gerektiğini söylediğimde, hiç popülizm yapmadı: ‘Elbette üniversite elitizm; bilim sahasında en iyilerle çalışan, en iyileri yetiştiren kurumlar olmalıdır.’ Siyasette elitizm kötü, bilimde iyiden öteye zorunludur.”

‘Akademik ortam bugün değil vasat, vasatın bile altındadır.’ Durumun vahametini görmek açısından bu itirafı ciddiye almak gerekir. Ancak Saraç’ın soruna yönelik teşhisinin doğru olmadığı açıktır; yozlaşmışlığı ve kayırmacılığı 15 Temmuz öncesi işleyen rektör seçimlerine bağlamaktadır. Bu durum, kafasının gerisinde demokratik ve özerk bir üniversite imgesinin bulunmadığına işaret etmektedir. Üniversitelerin ve akademik ortamın vasatın bile altına düşmesinin gerçek nedenlerini saptamadan çözüm yolları bulmak olası değildir. Bu yüzden kimi nedenleri, acı da olsa yalın bir biçimde saptamak ve itiraf etmek gerekiyor.

Türkiye’de üniversite sistemi neden yozlaşmakta, neden gittikçe gerilemektedir? Kanımca bunun yaygınlaşan postmodern kültür ve postmodern siyasetle diyalektik içinde gelişen pek çok nedeni vardır; ancak ilk bakışta görebildiğim belli başlı nedenler şunlardır:

1) Yozlaşmanın en temel nedeninin, YÖK’ün bizzat kendisinde, siyasî, merkezî ve otokratik yapısında gizli olduğunu itiraf etmek gerekir. Geçmişten günümüze bu yapının içindekiler, siyasal iktidarı temsil etmektedir. Yapının içindekiler değiştikçe üniversiteler ve üniversitelerin idari yapısı da değişmektedir. Bu anlamıyla üniversitelerin ‘kendinde sağlam bir ontolojik ve epistemolojik temelinin’ olduğu söylenemez, genel bir belirsizlik hâkimdir. Bu belirsizliği iktidar yapısı değişimi belirli hale getirmektedir ve bu yüzden çok değişkendir. Üniversiteler üzerinde, deyiş yerindeyse, iktidar ile birlikte bazen Demokles’in kılıcı bazen ise Prokrustes’in yatağı gibi duran YÖK, kuruluşundan bu yana hiçbir zaman ideolojik ve siyasi çatışmaların ötesine uzanıp, üniversiteler arasında koordinasyonu sağlayan çok sesli seçkin bir bilim kuruluna dönüşemedi, üniversitelere sağlam bir ontolojik ve epistemolojik zemin sunamadı. Bu, kısmen mevcut Anayasa’dan ve buna tâbi olan YÖK Yasası'ndan ve bu Yasa'nın YÖK’ü siyasi müdahalelere açık bir kurum haline getirmesinden kaynaklanmaktadır. Mevcut haliyle YÖK, üniversiteleri bilimsel ve demokratik olarak temsil etmekten uzaktır. Öğretim üyelerinin demokratik olarak YÖK üyelerini ve YÖK başkanını seçememeleri, bu yeterlilikte görülmemeleri, bunun tümüyle siyasete bırakılması akıl alacak bir şey değildir. YÖK, mevcut yapısıyla siyasi müdahaleler yüzünden, bilim ve koordinasyon kuruluna dönüşememekte ve öyle anlaşılıyor ki bu yapı devam ettikçe de dönüşemeyecektir. YÖK başkanlarının ve YÖK üyelerinin içinde iyi niyetli kimi insanların bulunması da bu sonucu değiştirmemiştir ve öyle görünüyor ki değiştiremeyecektir. Bu yüzden YÖK yapısının, acilen değiştirilmesi ve üniversitenin yapısında reforma gidilmesi kaçınılmazdır. Bu, üniversitede bilimin yerleşmesi ve özgürleşmesi için önceliklidir. Bu YÖK yapısının değişimiyle birlikte, ayrı statüleri olan ve ekonomik ayrıcalığa neden olan devlet üniversitesi ve vakıf üniversitesi ayrımı da sona erdirilmelidir. Vakıf üniversitelerinin, vakıf değil, özel üniversiteler gibi işlediği ve hiç de demokratik bir yapılarının olmadığı ve bilimi öncelemedikleri, bu üniversiteler üzerinde son dönemlerde yapılan çalışmalar tarafından da tescil edilmektedir. Bu konuda, Kemal İnal-Serdar M. Değirmencioğlu’nun keleme aldığı, “Yükseköğretimin Serbest Düşüşü: Özel Üniversiteler” başlıklı Ayrıntı Yayınları’ndan çıkan kitap okunmaya değerdir.

2) Türkiye’de üniversiteler, YÖK yapısı ve Cumhurbaşkanlığı'nın etkisi yüzünden daima, onların ideolojik tercihlerine göre eğilip bükülmektedir. 15 Temmuz öncesi, rektörler, aday oluyorlar, öğretim üyelerinin oyları adaylarının ilk altı sıralamasını belirliyordu, YÖK, bunların üçünü eleyip, kalan üçünü Cumhurbaşkanı'na sunuyordu. Bu sıralamaya yönelik seçim sisteminde öğretim üyelerinin verdiği oyun önemi çok azdı ve nihai belirleyici değildi. Bu yüzden üniversite rektör seçimleri adına sahte bir demokrasi oyunu oynanıyordu. Bu kısmi etki dahi kayırmalara, çatışmalara, sürtüşmelere, ideolojik kamplaşmalara yol açtığı bahanesiyle eleştiriliyordu. 15 Temmuz darbe girişimi bahane edilerek, seçim sistemi tümüyle sonlandırıldı, artık Cumhurbaşkanı, YÖK’e rektör olmak için başvuran adaylardan istediğini atamaktadır.

Bu durum, rektörler ile öğretim üyeleri arasındaki bağı tümüyle kopartmış durumdadır. Rektör olmak isteyen bir kişinin, tarafsız olması ve bilimselliği öncelemesi, bunu da kişiliği ve yayınlarıyla belgelemesi gerekir. Ama herkesin bildiği gibi, rektör adayı olacak kişiler, olmayı tasarlayanlar, siyasal iktidara, Cumhurbaşkanı'na, YÖK’e yaranmak için, bilimden çok ideolojik faaliyete girişmektedirler. Üniversite rektör adayları üniversitenin bilimsel ve fiziki yapısını geliştirici projelerini anlatmak yerine, etkili olan siyasal partiye, YÖK’e ve Cumhurbaşkanlığı'na yakınlığı ile anılmaktadır. Bilim ve bilimsel projeler, vizyonlar, misyonlar yerine, Cumhurbaşkanlığı'ndaki tanıdık, siyasi köken, YÖK üyelerinden himmet, başköşeye oturmaktadır. Bu süreç üniversiteleri o hale getirmiştir ki, son dönemlerde İslamcı gelenekle ilişkisi olmayan birisinin rektör olması neredeyse olanaksızlaşmıştır. Buna ek olarak imam hatiplilik ve ilahiyatçılık merkeze oturtulmuş, söz gelimi Karadeniz Bölgesi'ndeki üniversitelerin büyük çoğunluğu ilahiyatçılara teslim edilmiştir. Atanan rektörler, eski seçim süreci olsaydı, muhtemelen ilk altıya bile giremezlerdi. Böyle siyasallaşmış, dinselleşmiş, keyfileşmiş bir üniversitenin bilimselleşemeyeceği, bilimi önceleyemeyeceği apaçıktır.

Üniversitelerimizi vasatın altına düşüren işte sözünü ettiğimiz bu yapıdır. Bu yapı da acilen gelişmiş ülkeler örnekliğinde çözüme kavuşturulmalıdır. Çözüm, demokratikleşme sürecinden geçmektedir; YÖK Başkanı ve YÖK üyelerinin seçimi üniversitelere bırakılması gerektiği gibi, rektörlerin seçimi de tümüyle üniversitelere bırakılmalıdır. En çok oy alan aday atanmalıdır. Bugünkü atama sistemi içerisinde, rektörler öğretim üyeleriyle ilişkisini kesmiş durumdadırlar; onlara ve bilimsel teamüllere karşı sorumluluk hissetmemektedirler. Bu yüzden bir öğretim üyesinin rektörden randevu alıp görüşmesi bile sorunlu hale gelmiş durumdadır. Üniversitelerde demokratik bir düzen yaratamayan, yöneticisini yönettiği kimselere karşı sorumlu tutmayan, öğretim üyelerinin verdikleri oylara güvenmeyen bir toplumsal yapıda demokrasi asla yerleşemez. Demokrasi, ailede, eğitimde, tüm kurumsal yapılarda görünür olmak durumundadır. Siyasetin üniversitelerde ne denli belirleyici olduğunu üniversitelerimizin adında bile görmek olasıdır. Her ile bir üniversite kampanyasıyla (?) açılan üniversitelerimizin adlarında bu açıdan büyük sorunların olduğu ortadadır.

Üniversitelerimizin çoğuna siyasetçilerimizin hatta yaşayan siyasetçilerin adı verilmiş durumdadır. Bu isimlerin çoğunun toplumun her kesiminin onayını almamış olduğu da bilinmektedir. Doğrusu üniversitelerimize, bilim, sanat ve felsefe alanında seçkin yeri olan insanların adlarını vermek olsa gerektir. Üniversitelere siyasilerin adını vermek, açıkçası öğrencilerin önüne model olarak onları koyduğumuz anlamına gelmektedir. Her yere siyaseti bulaştırmak, siyasetçilere yağ çekmek, kraldan çok kralcı olmak bu toplumun en temel açmazlarından birisidir. Bundan acilen kurtulmak gerekir. En azında üniversitelerden bunu tümüyle silmek gerekir.

3) ‘Kariyer sınavları pek çok üniversitede yozlaşmış durumdadır.’ Yüksek lisans ve doktora sınavlarında, tezleri hiç okumadan, telefonla, hatır, gönül ilişkisiyle ya da yandaşlık mantığıyla olumlu oy veren öğretim üyelerinin sayısında gittikçe artış söz konusudur. Tabii bu yozlaşmanın temeline inildiğinde, üniversitelerdeki idari hiyerarşinin atanma usulünün başat rolü oynadığı söylenebilir. Buna doktora yapmış ve öğretim üyesi olmayı hak etmiş insanların atanmalarında rektörlerin yetkisini ve yine akademik yükselme ve atamalardaki rektörlüğün sınırsız rolünü de eklemek gerekmektedir. Üniversitelerarası Kurul’dan doçentlik belgesi alsanız dahi, sizin doçentlik kadrosuna atanmanız, yine profesörlüğü hak etseniz dahi bu kadroya yükseltilmeniz, tümüyle rektörün inisiyatifine bırakılmış durumdadır ve bu konuda hiçbir denetim mekanizması da bulunmamaktadır. Yani rektörlük makamı, bu konuda oldukça keyfidir. Rektörle aynı ideolojiden değilseniz, ağzınızla kuş yakalasanız, o kadroya atanamazsınız. Bu süreçte, öğretim üyeleri arasında kadro rekabeti yüzünden yaşanan gerilimlerin, birbirini rektörlük makamına kötülemelerinin, belden alta vurmaların etkin bir biçimde, örtük olarak işlediği anlaşılmaktadır. Eğer rektör, dedikodulara kulak veren biri ise ve insaf, vicdan, adalet ve insanlık nitelikleri bakımından eksikse, o zaman kadronuzu almanız olanaksızlaşmaktadır. Kimi öğretim üyeleri, haklarını almak için eğilip bükülmekte, eğilip bükülmeye razı olmayanlar ise ezilmekte, mobbinge uğramaktadır. Bu durum, öğretim üyelerinin, onurlu ve özgür olması gereken kimliklerini negatif yönde etkilemektedir. Öte yandan Üniversitelerarası Kurul’un yaptığı doçentlik sınavında da jüri belirlemelerinde şayialar bulunduğu söylenmektedir; ideolojisi farklı olduğu gerekçesiyle kimi öğretim üyelerine son yıllarda hiç görev verilmediği söylenmektedir. Yine belirlenen jüri üyeleri arasında telefon trafikleri döndüğü, yandaşlık, arkadaşlık, ahbaplık, tarikat ve cemaat vb. bağların bu süreçte etkin olduğu söylentisi hiç eksik olmamaktadır. Bu süreç aslında kültürümüzde medreseleri yozlaştıran beşik ulemalığı sisteminin modern versiyonu gibi işlemektedir. Özgür düşünen, sorgulayan, ideolojik bağları ve ideolojik gruplara aidiyeti olmayan, cemaat vb. yapılarla ilişkileri bulunmayan, sadece bilime gönül vermiş ve araştırmalarıyla uğraşan sıra dışı entelektüel akademisyenlerin, sürekli değişen koşulları kat be kat sağlasalar da yükselmeleri hep sorunlu olmuştur, bugün de bu sorunlu olma hali devam etmektedir. Bu atama ve yükseltmelerde liyakatin işlediğini söylemek hâlâ ham hayalden ibarettir.

4) Yükseltme ve atama sistemindeki belirsizlik, alanların ve mesleklerin yeterince tanımlanmamış olması gibi hususlar yüzünden, alan uzmanı olmayan ya da alanla doğrudan bağları kurulmayacak kimseler, ilgisiz alanlara okutman, öğretim görevlisi, Dr. öğretim üyesi, doçent ve profesör olarak atanabilmektedir. Hatta bölüm başkanı, anabilim dalı başkanı, dekan bile olabilmektedirler. Bunlar derslere de girdiği için, üniversitenin yapısı daha da gerilemektedir. Söz gelimi, su ürünleri mezunu birisinin eğitim fakültesine, doktora ve doçentlik temel alanı ilahiyat olan birisinin turizm fakültesine, sosyoloji, sanat tarihi, felsefe, psikoloji, tarih, sosyal bilgiler öğretmenliği, sınıf öğretmenliği, Türk dili ve edebiyatı gibi bölümlere; öğretmenlik mesleğiyle hiçbir ilişkisi olmayan, fizikçi, kimyacı, tarihçi, edebiyatçı ve hatta ilahiyatçıların eğitim fakültelerine atanabilmesi sistemin nasıl yozlaştığının birer kanıtıdır. Bu kimselerin alan dışında istihdam edilmeleri, öğrenciler karşısında onları da zor durumda bırakmakta ve öğrenci gözünde akademisyenin saygınlığını azaltmaktadır. Özellikle her ile bir üniversite kampanyasıyla yaygınlaştırılan ‘tabela üniversitelerinde’ durumun daha da içler acısı olduğu görülmektedir. Burada multisipliner ve inter disipliner yaklaşıma karşı çıktığım gibi bir sonuç çıkarılmamalıdır. Multidispliner ve interdisipliner yaklaşımların, Avrupa ülkelerinde de olduğunu ve Gulbenkian Komisyonu raporunda teşvik edildiğini bilmeyen yoktur. Sorun olan, bir bölümün ya da fakültenin asli kimliğini bozacak kadar yabancı alanlardan insanların o bölümlerde istihdam edilmesi ve onların bölüme başkan yapılmasıdır. Söz gelimi, sosyal bilgiler öğretmenliğine, tarihçi elbette istihdam edilebilir; ama hiç felsefecisi, tarih eğitimcisi, sosyoloğu, yeterli coğrafya eğitimcisi, siyaset bilimcisi bulunmayan bir sosyal bilgiler öğretmenliği bölümüne, 5-6 tane cumhuriyet tarihçisi istihdam etmenin mantığını anlamak güçtür. Yine felsefe bölümüne, bölümde çoğunluğu ele geçirecek düzeyde, temel alanları ilahiyat olan din felsefecisi, İslam felsefecisi, din sosyoloğu vb. istihdam etmek de aynı şekilde düşündürücü olsa gerektir. Benzer durum, diğer bölümlerde de gözlenmektedir. Bölüm kendi kimliğine kavuştuktan sonra, farklı disiplinlerden insanların bölümlerde, fakültelerde misafir öğretim üyesi olarak istihdam edilmeleri, seçmeli dersler aracılığıyla disipline dıştan farklı bakış açıları getirmeleri ve yaklaşımlarını öğrencilerle paylaşmaları elbette yararlıdır; ancak bölümün kimliğini bozacak tarzda atamalar, bölümü yozlaştırıcıdır. Türkiye’de son on yıllarda gittikçe artan bu durumun, üniversitelerin bilimsel yapısını, formasyonunu ve hatta akademik düzeyini vasatın da altına düşürmektedir. Bir de alan uzmanı olmayan bu kimselerin yüksek lisans ve doktora tezleri yönettiğini ve yaptırdığını düşünürsek, durumun vahameti daha da anlaşılacaktır.

5) Her ile bir üniversite kampanyasıyla altyapısı olmayan, öğrenciler için yeterli sosyalleşme ve kültürlenme olanakları barındırmayan yerlere, ekonomik kaygılarla üniversitelerin açılmış olması büyük bir sorundur. Bu üniversitelerin kimilerinde yeterli öğretim üyesi dahi bulunmamaktadır. Ancak buna rağmen, bu üniversitelerin kimilerinde yüksek lisans ve doktora programları açılmış durumdadır ve bunlar öğretim üyesi yetiştirmektedir. Bu durum doğal olarak yetersiz öğretim üyelerinin sayısının artmasına yol açmaktadır. Bu üniversitelerin ve Türkiye’de bilim kültürünün geleceği bakımından büyük bir sorundur; öğretim üyesi yetirme, özellikle doktor unvanı verme işi, araştırma üniversitelere bırakılmalıdır.

6) Üniversitelerin bir diğer sorunu, temel bilimlerde yaşanan çöküştür. Fizik, kimya, biyoloji, felsefe gibi alanlar büyük bir kan kaybına uğramaktadır. Bu bölümlerin kendilerini revize edememeleri, meslek alanlarıyla ilişkilerini yeter düzeyde kuramamaları, öğrenci niteliğini düşürdüğü gibi yer yer hiç öğrencinin tercih etmemesine bile neden olabilmektedir. Zeki öğrencilerin uygulamalı alanlara kaymaları, temel bilimleri olmayan üniversite modellerine neden olmaktadır. Bu yüzden fen ve edebiyat fakültelerine giden ve mezun olan öğrencilerin istihdam sorununu ya da fen ve edebiyat fakültesinin çekiciliğini artırmak için, ‘pedagojik formasyon sertifikası satmak’ –bu sertifikaların devlet üniversitelerinde parayla verilmesi düşündürücüdür- gibi ara bir çözüm bulunmuş gibidir. Fakat bu çözüm geçerli bir çözüm değildir. Bunun iki nedeni vardır; ilki, ülkemizde eğitim fakültesi mezunları bile işsizdir; ikincisi ise parayla satılan pedagojik formasyon derslerine, eğitim bilimleriyle hiçbir ilişkisi olmayan insanlar da girmektedir. Formasyonu eğitim fakülteleri verdiği için, eğitim fakültesine istihdam edilmiş, eğitimci olmayan pür bilimciler, fizikçiler, tarihçiler, kimyacılar, sosyologlar, edebiyatçılar vb. pedagojik formasyon derslerine girmektedirler. Bu konuda ekonomik bir rant bulunduğu için, adam kayırmacılığın, yandaşlığın, dekanlığa ve rektöre yakınlığın, pastadan pay almada, etkin bir biçimde işlev yüklendiği, ideolojisi farklı diye alan uzmanları eğitimcilere ders verilmediği gözlenmektedir.

7) Üniversitelerde, siyasetin güçlü ve belirleyici oluşu, üniversitelerde yapılan bilimsel faaliyetleri de olumsuz etkilemektedir. Üniversitelerde, bilimin tartışıldığı paneller, konferanslar, sempozyumlar yerine, daha çok siyasetin ve yandaşlığın, mesaj vermenin odağa oturduğu paneller, konferanslar ve sempozyumlar ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla Türk üniversitelerinin çoğunda, bilimsel paneller, söyleşiler vb. yerine siyasi mesajlar içeren postmodern etkinlikler yaygınlaşmış durumdadır. Herhangi bir üniversitenin web sayfasında yaptığı bu tür etkinliklere bakılırsa, söylediklerimin nesnel temeli daha iyi görülebilir. Bir de rektör ya da rektör yardımcıları, milletvekili olmayı hedeflemişse, bu etkinliklerin dozunu ve siyasal mesajları varın siz düşünün. Durum böyle olunca, üniversitelerde derinlikli, bilimsel, felsefi, analitik, yeni bilgi ve bulgulara dayalı etkinlikler, özgün görüşler yer aldığı faaliyetler genelde düzenlenememektedir. Oysa üniversitelerin temel görevi, üretilen bilgileri ve araştırma sonuçlarını öğrenciler ve toplumla paylaşmak olmalıdır.

8) Politikleşen bu süreçte, üniversitenin etkin özneleri olan bilim insanları ve öğrenciler kamplaşmakta, kısır gündelik siyasetin içine girmektedir. Bilim eğitimi ve öğreti ile bilimsel araştırma, ayrıcalık sağlamadığı, ayrıcalığı politik ve siyasal duruş belirlediği için, çatışma ya da yalakalık kültürü alıp başını gitmektedir. Yükselmelerde, akademik liyakatten çok politik ve siyasal duruşun belirleyici olması, yandaşlık, ahbaplık mantığının işlemesi, öğrencilere de kötü örnek olmakta, onları kolaycılığa sevk etmektedir. Zaten ortaöğretimden yetersiz bilgi birikimiyle gelen öğrenci, bu ortamda daha da yozlaşmaktadır. Çünkü özgür, çok sesli, farklılıklara açık bir eğitim ve araştırma ortamıyla karşılaşmamaktadır. Son yıllarda, eğitilmiş insan kalitesinin düşmesinde ve üretilen yüksek lisans ve doktora tezlerinin yozluğundaki en temel etmen bu olsa gerekir. Tabii bu süreçte, ödevlerde, seminerlerde, tezlerde, kes-yapıştır mantığının alabildiğine yayıldığını, özgün araştırma ve çözümlemeler yerine, taklit, kopya ve intihalciliğin yayıldığını gözlemlemek hiç de şaşırtıcı değildir. Ulusal düzeyde iyi bir denetim mekanizması da olmayınca, bu tür sahtekârlıklar yapanın yanına kalmaktadır.

9) Siyasetin bu denli belirleyici olduğu üniversitelerde, öğretim üyeleri mutsuzdur; kiminle konuşsanız şikâyet etmektedir. Atama, yükseltme, uygulamalar, ders saatlerinin çokluğu, ortaöğretimden gelen öğrencilerin bilgi yetersizliği vb. en çok şikâyet edilen konulardır. Son dönemlerde buna bir de ekonomik zorluklar eklenmiştir. Üniversiteler, son yıllarda öğretim üyelerinin bilimsel faaliyetlerini destekleme konusunda büyük sorunlar yaşamaktadırlar; sempozyum, kongre katılım giderleri karşılanmadığı gibi, kimi tez savunmalarındaki yol masraflarının öğrencilerin üzerine yıkıldığına tanık olunmaktadır. Tüm bunlara ek olarak öğretim üyelerinin alım güçlerindeki düşüşü de anımsatmak gerekmektedir. Yine yeni açılan üniversitelerde geliştirme ödeneği farkları yüzünden, öğretim üyeleri arasında gelir adaletsizliği bulunduğu, yine emeklilik yaşlarında da farklılıkların olduğu bilinmektedir. Bunlar eşitlik ilkesine aykırı hususlardır. Öğretim üyeleri alım güçlerindeki gittikçe artan düşüşü telafi etmek için, ders yüklerini artırmak ve ek ders alma yoluna başvurarak gidermeye çalışmaktadırlar. Üniversitelerin son yıllarda yaşadığı ekonomik sorunlar, hem bilimsel araştırma ve iş birliklerini olumsuz etkilemekte hem de üniversitelerin saygınlığına gölge düşürmektedir.

Nedenlerin sadece birkaçına değindiğimi, aslında bu konuda derin araştırmalar yapmak gerektiğini belirterek şunun altını çizmek isterim:

Bilim eğitimi ve bunu üstlenen üniversitelerin seçkinci/seçici olması, bilimsel alanında en iyisini yapanların, en iyisini yetiştirenlerin, en iyisini üretenlerin baş tacı edilmesi gerektiğidir. Üniversitelerin avamlaşması, postmodernleşmesi ve liseleşmesi, bu seçkinciliğin/seçiciliğin yok olması, bunun yerine kayırmacılığın, yandaşlığın ve ideolojilerin oturmasından kaynaklanmaktadır. Oysa üniversiteler, bilimin mabetlerdir; buraya bilimin dışında hiçbir şeyin girmemesi gerekir. Türkiye’de üniversitelerde, laboratuvar, kütüphane, araştırma ve teknoloji geliştirme merkezleri yerine, etnik, dinsel, cinsel, mezhepsel, siyasal tartışmaların alabildiğine yayılması, postmodern epistemik belirsizlik içinde bir manevrayla cami, mescit, ibadethane vb. yapma yarışlarının ve tartışmalarının ayyuka çıkması, kurumların işlevinin ne denli dışına itildiğinin bir göstergesi olsa gerekir.

Bilim insanlarının ve öğrencilerin elbette ideolojileri ve inançları olabilir. Bu insani ve öznel bir şeydir. Sorun olan, bu öznel ideolojilerin ve inançların, bilimsel liyakat ve yeterliliğin önüne geçmesi, tercih nedeni olması ve akademik atama ve yükseltmelerde temele oturmasıdır. Yine bu öznel inançların ötekileştirme aracı olarak kullanılmasıdır. Böyle giderse, Türk üniversiteleri vasatın da altında kalamayacak, ‘adı var kendisi yok’ bir kuruma ya da ‘tabela üniversitesine’ dönüşecektir. Yani tam bir postmodern belirsiz kimliğe bürünecektir. Bu Türkiye’deki bilim yaşantısının temeline dinamit yerleştirmektir.

Sorunumuz açısından üniversitenin yapısı kadar, üniversitedeki insanların nitelik sorununun da önemli olduğunun altının çizilmesi gerekir. İdeolojisinin dışında etik değerleri olmayan, bilime inanmayan rektörler, bilime inanmayan dekanlar, bilime inanmayan bölüm başkanları, bilime inanmayan öğretim üyeleri, bilime inanmayan öğrencilerin artması halinde, bilimin mabedi olan üniversiteler, adı var kendisi yok ya da tabela üniversitesi olmaya mahkûmdur. İşte bu tam da postmodern bir üniversite demektir.