Şefika Kutluer Festivali 24 Kasım'da başlıyor
Şefika Kutluer Festivali 24 Kasım'da başlıyor
Dünyanın en pahalı muzu
Dünyanın en pahalı muzu
Mehmet Ali Erbil hakkındaki iddianame
Mehmet Ali Erbil hakkındaki iddianame
Uğur Dündar'a açılan babalık davası
Uğur Dündar'a açılan babalık davası
123456789
Şefika Kutluer Festivali 24 Kasım'da başlıyor
Şefika Kutluer Festivali 24 Kasım'da başlıyor
Dünyanın en pahalı muzu
Dünyanın en pahalı muzu
Mehmet Ali Erbil hakkındaki iddianame
Mehmet Ali Erbil hakkındaki iddianame
Uğur Dündar'a açılan babalık davası
Uğur Dündar'a açılan babalık davası
123456789

Din, Bilim ve Deprem

Hasan AYDIN

I

Hemen her doğal afet karşısında, bunların tanrısal bir uyarı, tanrısal bir ceza, kaderin bir planı, tanrısal bir imtihan olarak gören ve bu şekilde takdim eden insanlarla karşılaşılıyor. Hatta bu tarz söylemler, en üst düzeyde politik alanda bile karşılık buluyor. Aynı şeyi, yaşadığımız son depremde de gözlemledik.

Deprem gibi doğal felaketleri, Tanrı ile ilişkilendiren, insanî kötülüğe ya da dinsel buyrukları çiğnemeye veyahut günaha karşı tanrısal bir ceza veya ilahi bir uyarı yahut imtihan olarak gören ya da kaderin bir planı olarak niteleyen bu bakış açısının kökleri nelerdir? Hangi paradigmanın ürünüdür? Ve bu paradigma, felsefî bakımdan ne türden sorunlara yol açmaktadır? Bu sorulara yanıt bulmak için, öncelikle söz konusu düşüncenin soy kütüğünü ortaya çıkarmak gerekmektedir.

Aslında bu tür söylemler, oldukça eskidir ve mitolojik evren tasarımına değin gerilere gitmektedir. Bu nedensiz değildir; mitolojik evren tasarımlarına baktığımızda, her şeyin iyi ya da kötü tanrısal ya da büyülü güçlerle açıklandığına, her şeyin nedeni olarak onların ileri sürüldüğüne tanık oluruz. Söz gelimi, Sümer mitolojilerinde, hemen herkesin karşılaşılabileceği doğal felaketlerin, tanrılara karşı görev ihmali, kusurlu davranış, günah, tanrıların insanlar üzerindeki korumalarının kalkması veya kişiyi ya da kişileri cezalandırmasıyla meydana geldiği ileri sürülür. Sümer inancına göre, herkesin ne kadar yaşayacağı, yaşadığı sürede başına gelecek olaylar, daha insanlar doğmadan kader levhalarına yazılmıştır. Bu yüzden, aslında tüm olup bitenin kaderle de ilişkisi vardır. Hatta Sümer panteonundaki tanrıların, insanlar üzerinde egemenlik kurmak adına, kader levhalarını ele geçirmek için çatıştıkları söylenir. İşte Sümer inancına göre, insanların suç işlediği zaman tanrılar onları korkutmak için dünyayı sallamaları sonucu deprem meydana gelir. Antik Mısırlılar da afetlerin, insanın günahı ile ilişkilendirirler; yazılan nüshalarda ve okunan dualarda İsis ve Osiris'den ya da Ra'dan yardım dilerler. Onlara göre, Seth, tabiatın hem verimlilik hem de felâket getiren karanlık bir gücüdür ve doğal kötülüklerle ilişkisi olan bir tanrıdır. Yine onlara göre, Geb dünya tanrısıdır ve mağaralardaki değerli taşları ve mineralleri sağlar. İşte deprem Geb’in hiddeti yüzünden meydana gelir. Yunan mitolojisinde, deprem, Olympos tanrılarının içerisinde belki de en çok korkulan Posedion’a atfedilir. Posedion, Olymposlu tanrılar arasında denizi simgeleyen ve aynı zamanda depremlere de neden olan tanrıdır. Üç dişli mızrağını (trident) yere vurduğunda toprağı sarsar, denizi allak bullak eder. Bu yüzden ona, toprağı sarsan anlamına gelen enosigaios da denilir. Onun, aynı zamanda suç işleyen insanlara ceza vermek için onların yaşadığı yerlere sarsıntıyı asası ile gönderdiğine inanılır.

Bu tasarımın kısmi revizyonlarla tek-tanrılı dinlerin metinlerine de nüfuz ettiği açıktır. Kimi tek-tanrılı dinî geleneklerde, şeylerin ortaya çıkışında, doğanın ve insanın rolleri elbette söz konusudur; ancak bunlar salt vesilelerdir; etkin neden değillerdir; etkin neden Tanrı’dır.

II

Depremi Tanrı yahut tanrılarla ilişkilendiren mitik gelenek, MÖ VI. yüzyıllardan itibaren Antik Yunan’da mitos’tan logos’a geçiş sürecinde felsefi çevrelerde büyük ölçüde eleştiriye uğrar. Aristoteles’in söylemiyle, Thales gibi ilk filozoflar, Hesiodos tipi ilk teologlara karşı çıkarlar. Aristoteles’in söylemiyle, ilk filozofların temel özelliği, akılcı ispat yöntemleriyle ilerlemeleridir; buna karşın teologlar mythikos sophizomenoi yani mitler aracılığıyla öğretenlerdir. Buna göre, ilk teologlar belli öğretiler hakkında bilgi vermeleri (sophizontai) açısından ilk filozoflara benzerler; ancak onların aksine bunu mitsel bir form (mythikos) içinde yaparlar. Onlar neden ve ilke olarak tanrıları temel alırlar, her şeyin onlar tarafından üretildiğini savlarlar. Aristoteles’e göre, tanrıları neden olarak konumlandırmak insan kavrayışını aşar. Bu yüzden olsa gerek, Thales, dünyayı suyun üstünde duran bir gemiye benzetir ve depremin bu suyun sallantısından meydana geldiğini iddia eder. Anaksimandros, dünyanın çok ağır bir kütle olduğu fikrini benimser ve dünyanın kendi ağırlığının altında ezilerek kırıldığını ve böylece depremlerin meydana geldiğini iddia eder. Anaksimenes, nemli ya da kuru toprağın yağmur sonrası kırıldığını ve depremlerin bu kütlelerin yıkılmasından dolayı oluştuğunu belirtir. Bu nedenle, kuraklık ve şiddetli yağış zamanlarında depremlerin meydana geldiğini ileri sürer. Yeryüzünün içindeki boşluklu yapı yağmurun yağmasıyla beraber dolar, yağmur mevsimi bitince sıcaklık yeryüzünü kurutur bu da toprağın çatlamasına sebep olur. Oluşan bu çatlamalar da depremlere neden olur. Archelaus, depremlerin oluş sebebini yeraltında esen şiddetli rüzgârlara bağlar. Aristoteles, Meteorologia adlı eserinde kendisinden önceki düşünürlerin fikirlerini de inceleyip kendi kuramsal yaklaşımını ortaya koyar. Aristoteles’e göre, depremler yeraltındaki büyük boşluklarda oluşan hava hareketleri sonucunda meydana gelir. Ayrıca Aristoteles, denize yakın yerlerin depreme daha elverişli olduğu görüşünü de savunarak, en şiddetli depremlerin deniz akıntısının güçlü, toprağın geçirgen ve derin olduğu bölgelerde olduğunu belirtir. Theophrastus’a göre, depremler, dünyanın içindeki mağara ve boşlukların çökmesi sonucu meydana gelir.

Antik Yunan’da başlayan, doğa ve doğadaki olgu ve olayları, doğal nedenlerle açıklamayı ilke edinen bu yaklaşım tarzı, bizim bu gün bilimsel düşünce dediğimiz anlayışın ön versiyonudur. Bu yaklaşım tarzı, Antik Yunan’da doğayı, akılsal bir kosmos olarak görmekte; varlıkları ve olayları doğanın akılsal düzeninden hareketle açıklamaya çalışmakta; tanrısal nedenleri ise, insan aklı kuşatamadığı için, onları bir kenara bırakmayı önermektedir.

Orta Çağ, tek-tanrılı Yahudi, Hristiyan ve İslam düşüncesinin egemenliğinin olduğu bir döneme işaret eder. Ancak bu dönem, aynı zamanda felsefi çevrelerde Antik Yunan felsefesiyle bu dinler arasında kurulan sentezlere de ev sahipliği yapar. Bu yüzden olsa gerek, özellikle felsefi çevrelerde Antik Yunan felsefesinin ve biliminin doğal neden arayışı; teolojik çevrelerde ise, daha çok tanrısal neden kavrayışı ön plana çıkar. Hatta bazı düşünürler, iki yaklaşımı sentezlemeye bile çalışırlar. Söz gelimi yeryüzünün şekillenmesinde depremin önemli bir rolü olduğunu ileri süren İbni Sina, depremlerin oluş sebebini, Antik Yunan geleneğine dayanarak, göklerin etkisi ile oluşan buharın toprak altında sıkışması neticesinde patlamasına bağlar. Ancak evrendeki her şeyi, ilk neden olan Tanrı’ya geri götürmeyi de ihmal etmez. Yine el-Makdisî, depremleri nihai olarak Tanrı’ya bağlasa da Aristoteles’in görüşlerinden hareketle depremin fiziksel sebebiyle ilgili olarak yeryüzünün tabiatı icabı kuru olduğunu, yağmur sonrasında güneş ışınlarıyla kuruyan yeryüzünde yaş ve kuru buhar meydana geldiğini, buharın yukarıya doğru yükselmesi esnasında sert bir zemine çarpmasıyla yeryüzünün sallandığını söyler. Makdisî, deprem sonrasında meydana gelen jeolojik değişmeler ve sıvılaşmalar üzerinde de durur. Onun açıklamalarının Zekeriyyâ el-Kazvînî, İbnü’d-Devâdârî gibi sonraki bilginler tarafından geliştirildiği görülür. Bu bilginler depremlerin yeryüzünde kırılmalarla yükseltiler oluşturduğunu belirtirler. Onlar, depremin sebebiyle ilgili olarak meşhur öküz, balık ve Kafdağı efsanelerine de temas ederler ve bu tür açıklamaların Müslümanlar arasında Ehl-i kitap vasıtasıyla yayıldığına dikkat çekerler.

Bir teolog olan Gazzâlî’ye göre, evrende görülen her türden şey Tanrı’nın eylemidir; bu yüzden deprem gibi doğal kötülükler de Tanrı’nın eylemi olmak durumundadır. Mutezili düşünürlerin ‘Tanrı’nın en iyiyi (aslah) yapmasının vacip olduğu’, ‘kötülüğün Tanrı’dan değil insandan kaynakladığı’ söylemlerini eleştiren ve en iyi diye bir şeyin bulunmadığı beyan eden Gazzali, deprem, sel, salgın hastalıklar, sakatlık gibi durumları tanrısal uyarılar olarak görür ve bunların insanları ahirette ebedi ceza karşısında uyarmak, Tanrı’nın hikmetini ve yüceliğini göstermek için tanrı tarafından gerçekleştirildiğini iddia eder. Gazzâlî, (el- Hikme fî Mahlûkât Allah Azze ve Celle, Mecmu‘a Resâ’il el-İmâm el-Gazzâlî, cilt: III; Beyrût 1986: 35) söylemini şöyle sürdür:

“İnsanları, dehşet içerisinde bırakan, onları zulüm ve isyandan vazgeçirerek, Tanrı’dan sakınmalarını anımsatmak için, tanrısal bir uyarı olan depremlerden ibret al. Zaman zaman meydana gelen bu depremler, onun hikmetlerinden birisidir… Eğer, kuraklık, sel ve deprem gibi bazı afetlerle zarar meydana gelmektedir, denilirse, şöyle deriz: Bu, insanları Tanrı’nın nimetleri, fazlı ve rahmeti karşısında nesnelerin zıtlarıyla uyarmak içindir. Görmez misin, hasta olan insan, sağlığına kavuşmak için, ağzını buruşturan kötü tatlı ilaçları nasıl içiyor? Tanrı der ki: Tanrı kulları için rızkı genişletseydi, yeryüzünde azgınlık ederlerdi (Şûrâ Sûresi, 27).”

Aynı anlayış, Batı Orta Çağı'nda da devam eder. Söz gelimi Aurelius Augustinus, "Biz öyle bir Tanrı’ya ibadet ediyoruz ki, bu Tanrı, yarattığı doğaların (natures) hem varlıklarının başlangıç ve sonlarını hem de hareketleri tayin eder; nedenlerin ilkesi, bilgisi ve kontrolü onun elindedir ve onları düzenleyen kendisidir; yarattığı tohumsu nedenlerin gücünü meydana getiren de odur; o, dilediğini yapar; insan soyunun düzeltilmesini ve cezalandırılmasını amaçlayan savaşların başlangıcını, sürecini ve sonucunu belirler; yetkin doğanın unsurlarını kullanarak ateşi ve yangını yaratır, orantılı bir biçimde yönetir; o, sadece ilk nedenleri (principal causes) değil, ikincil nedenleri (subsequent causes) de bilen ve düzenleyendir" der. Dolayısıyla Augustinus’a göre, hastalıklar, fırtınalar ve depremler gibi kötülüklerin nedeni de Tanrı’dır; bunlarda ikincil nedenlerin rolü olsa da ikincil nedenler ilk neden olmaksızın eylem ortaya koyamazlar. Tanrı doğal kötülük olarak görülebilecek deprem gibi afetleri, günahın cezai sonuçları olarak verir. Augustinus gibi, tabiattaki olayları açıklarken Hristiyanlıktaki tanrısal ve antik Yunandaki doğal nedenleri sentezleyen Thomas Aquinas, her şeyin ilk nedeni olarak Tanrı’yı görür; bu yüzden deprem gibi afetlerin her zaman Tanrı’dan kaynaklandığını söyler. O, teolojik anlam dışında doğal bir açıklamaya ihtiyaç duyduğunda, öncü olarak kabul ettiği Aristoteles’e uyarak depremleri yeraltında esen rüzgârlar gibi doğal nedenlere dayanarak açıklama yoluna gider. Deprem gibi doğal nedenleri ilk günah ve insanların günahlarına karşı bir ikaz ve uyarı olarak görür.

III

Rönesans döneminde, Antik Yunan’ın akılsal kosmosu yerine, makine evren tasarımı; 19. yüzyılda ise, evrimci evren tasarımı ön plana çıkmıştır. Ancak bilimsel alandaki tüm bu gelişmelere ve değişmelere rağmen, bilime burun kıvıran, onunla çatışan, eğitimsiz kitleler üzerinde etkin olan mitik ve dinsel bir gelenek ve onun ifadesi olan halk metafiziği kesintisiz varlığını sürdürmüştür. Bu gelenek ya da halk metafiziği, doğal ve bilimsel açıklamaları, Tanrı’yı bu dünyadan kovmak ve uzaklaştırmak olarak nitelemiş, bilimi dinsiz ve ruhsuz bir dünyanın peşinde olmakla itham etmiştir, hala da etmeye devam etmektedir. Öyle anlaşılıyor ki, bu dünya görüşünü benimseyenler, insanların kırılgan oldukları, umut ve korkularının ön plana çıktığı afet dönemlerinde, daha fazla görünür hale gelmektedir. İnsanların umut ve korkuları kullanarak, onları dine yöneltmeye, hatta bu duyguları kullanarak, maddi bakımdan onları sömürmeye yönelmektedirler. Doğal afetler sürecinde, inanç bağlamında yapılan tartışmaları ve dinsel uygulamaları ancak bu şekilde açıklamak olasıdır.

Modern felsefe ve bilimin, tanrısal açıklamaları bir kenara bıraktığı doğrudur. Ancak bunun nedensiz olmadığı da aşikârdır. Felsefe, her şeyi Tanrı ile açıklamanın, kötülüğü de Tanrı’ya iliştirmek anlamına geldiğini; iyi bir Tanrı ile kötülüğü uzlaştırmanın doğurduğu paradoksların yanında, insan zihninin tanrısal olanı kuşatamadığının bilincine varmıştır. İnsanın kuşatamadığı, kavrayamadığı şeylerle uğraşması, olumlu bir sonuca ulaştırmayacağı için, boş bir çaba olmaktan öteye gidemez. Bu yüzden modern felsefenin Tanrı’yı ve tanrısal açıklamaları bir kanara bıraktığı görülür. Bilim ise ancak sınanabilir, yani doğrulanabilir ve yanlışlanabilir olanla kendisini sınırlamıştır; doğal afetleri tanrısal ceza ve imtihan olarak görme yaklaşımı, sınabilir değildir. Kaldı ki, bu türden dinsel açıklamalar ve onlara uygun kimi dinsel uygulamalar, umut ve korku temelli psikolojik tesellileri bir kenara bırakılırsa, yaraların sarılmasında ve insanların kendi eksikliklerinden kaynaklanan sorunların yükümlülüğünü üstlenmelerinde somut olarak bir işe de yaramamaktadırlar. Bu yüzden olsa gerek, dinsel halk metafiziğinin yaygın olduğu ortamlarda, yıkılan binaların sorumluluğunu ne mühendisler ne müteahhitler ne de siyasal iktidarlar üstlenmektedir. Her şey, kader, takdir, tanrısal imtihan denilerek geçiştirilmektedir ve toplumda herhangi bir bilimsel gelişme ortaya çıkmamaktadır. Yapanın yanına yaptığı kâr kalmaktadır. Bu tür olaylar Tanrı’ya iliştirildiği için, sorumlulara işaret edenler ve eleştirmeye yönelenler, din düşmanı olarak görülmektedir.

IV

Şu halde, doğal afetlere yönelik, dinsel açıklamaları ve uygulamaları ne yapmak gerekmektedir?

Kimi bakış açıların göre, din inançtır; inanç alanında kalmalıdır; onun yeri bireyin vicdanıdır. Dolayısıyla din ve inanç, her alana bulaştırılmamalıdır. Bu arzulanan bir şeydir; ama din, maalesef sadece dindarların vicdanlarda durmamaktadır. Hemen her alana müdahale ettirilmektedir.

Kimilerine göre, dinsel-inançsal açıklamalar ve uygulamalar, eski tarihsel paradigmaların ürünüdür; bu paradigmanın verileri ve ürünleri, modern bilimle örtüşmemektedir; bu yüzden onları tarihsel yerlerinde bırakmak gerekmektedir. Bu, tarihsel yöntemle bakıldığında doğrudur; ancak kitleler bir türlü buna ikna olmamaktadır. Çünkü din umut ve korkudan beslenmektedir.

Kimilerine göre ise, dinsel metinler, edebi, metaforik, alegorik metinlerdir; onların zahiri/literal anlamları değil, batınî/içsel anlamları esastır. Dinsel metinlerin gerçek anlamı, ancak bilimsel gelişmelere bağlı olarak yapılan batınî/içsel yorumlarda ortaya çıkar. Dolayısıyla, bunlara göre, dini bilimsel veriler ışığında sürekli yeniden yorumlamak gerekir. Bu dinin bilime aykırı görülen hususlarının aşılması ve dinsel düşüncenin yenilenmesi için uygun bir yaklaşımdır, ancak metin okuma yöntemleri bilimsel bakımından sorunludur. Bu soruna, dinin literal anlamına sarılanların da batıni/içsel yorumu reddetmelerini eklemek gerekmektedir. Dolayısıyla sorunun nihai bir çözümü yokmuş gibi görünmektedir.

Kanım odur ki, bu yaklaşım tarzlarından hangisi kabul edilirse edilsin, bilimsel sorunları bilime, felsefi sorunları felsefeye bırakmak, bu konulara inançları karıştırmamak esas olmalıdır. Bu yaklaşım tarzı aslında inanç sömürüsünün önlenmesi ve inançların vicdanlardaki saygınlığının korunması bakımından da esastır. Bu yüzden önerim, din ve vicdan özgürlüğü adı altında din eleştirisinin önünü kapatmamak, bu konuda eleştirel bir gelenek oluşturmak; eğim süreçlerinden dini tümüyle uzaklaştırıp ailelere bırakmak ve eğitimi sadece bilim ve çağcıl değerler ve becerilere odaklamaktır. Ancak bu sayede, bilimsel duyarlılığı ve yükümlülüğü yüksek olan bir toplum oluşturmak olası olacaktır.

Bu elbette uzun erimli bir çaba gerektirmektedir, ama bir yerden başlamak da bir zorunluluktur. Aksi takdirde, din Marks’ın deyişiyle bir tür afyona dönüşmekte, politik bir düzlemde, itaati sağlamak, insanları hizaya getirmek yahut yapılan yanlışları meşrulaştırmak ve sorumluluktan kaçmak için kullanılmaktadır. Bu kullanımlar, dünyayı tersine çevirmekte, insanı kendisine yabancılaştırmakta, insanın kendi eliyle yarattığı adaletsizlik, eşitsizlik ve kötülükleri ilahi bir temelde yazgıya dönüştürmektedir.