Şefika Kutluer Festivali 24 Kasım'da başlıyor
Şefika Kutluer Festivali 24 Kasım'da başlıyor
Dünyanın en pahalı muzu
Dünyanın en pahalı muzu
Mehmet Ali Erbil hakkındaki iddianame
Mehmet Ali Erbil hakkındaki iddianame
Uğur Dündar'a açılan babalık davası
Uğur Dündar'a açılan babalık davası
123456789
Şefika Kutluer Festivali 24 Kasım'da başlıyor
Şefika Kutluer Festivali 24 Kasım'da başlıyor
Dünyanın en pahalı muzu
Dünyanın en pahalı muzu
Mehmet Ali Erbil hakkındaki iddianame
Mehmet Ali Erbil hakkındaki iddianame
Uğur Dündar'a açılan babalık davası
Uğur Dündar'a açılan babalık davası
123456789

ANADOLU İRFANI VE AYDINLANMA

Julia Kristeva, “Benden insanlığın tarihini yazmamı isteseler bu, hoşgörüsüzlüğün tarihi olurdu” der. Oldukça haklı görünüyor. Habil ve Kabil’den beri değişen pek bir şey yok sanki. Günümüzde toplumumuz da dahil olmak üzere, İslam dünyası fanatizmin, dogmatizmin, hoşgörüsüzlüğün, şiddetin, mezhepçiliğin, sofuluğun hâkim olduğu bir coğrafya. En son örneği, geçenlerde İran’da mollalar rejiminin ahlak polislerinin gözaltına aldığı ve orada ölen İranlı kadın, Mahsa Amini. Yaşatması gerekirken öldüren, kabul etmesi gerekirken reddeden, sevmesi gerekirken nefret eden insan, nasıl ve hangi gerekçelerle en yakınındakine, kendi türüne böyle zalimce davranabilir? Zalimlik, sadece İslam dünyasında değil, dünyanın her bölgesinde karşılaştığımız bir tutum.

Din, ahlak, hukuk, ideoloji yani ne olursa olsun, insani olma özelliğini yitirdiğinde cazibesini, değerini ve anlamını da yitirmeye başlar. Baskıya dayalı uygulamalar, çöküşü görünüşte yavaşlatsa da çöküşün önüne geçilemez. İnsan, insani olanın peşinden gitme eğilimindedir. İnsani olan, ona özgürlük imkânı sağlayanda bulunur. Tarih, özgür olmayan toplumların yaşama şansının olmadığına dair örneklerle doludur. Geçen haftaki özgürlük üzerine olan yazımda, insanın kendisiyle ve toplumla olan ilişkisinde özgürlük imkânının açığa çıkması durumundan bahsetmiştim. Özgürlüğün açığa çıkışı aslında insanın kendisini, kendi eliyle eğitmesine de imkân tanır. Onun açığa çıkmasını engelleyen her hareket, insanı insani olana yabancı hale getirir. İran’daki olay, insanın insana yabancılığının ve Mahsa Amini’nin bir nesne varlığı haline dönüştürülüşünün örneğidir. Nesne haline dönüştürülmüş insan, hangi dini duyguya sahip olabilir ki! Ahlak polisleri Mahsa Amini’yi nesne gibi gördükleri için kendileri de özgürlüğü elinden alınmış nesnelerden ibarettir. Oysa din ahlakın kendisidir denildiği halde, bir ahlak polisine, ahlakçılığa ihtiyaç duyan anlayışın dinle ilgisi olamaz. Son zamanlarda bunun çok fazla örneği olduğunu görüyoruz. İslam dünyasının bir aydınlanmaya, sadece akıl konusunda bir aydınlanmaya değil, gönüllerde, vicdanlarda bir aydınlanmaya ihtiyacı vardır. Bu aydınlanma duygularda, gönüllerde, iç dünyamızda başlaması gereken bir aydınlanma olmalı.

Aydınlanma kavramı açısından Batı’da üç merhale önemlidir: Reformasyon, Rönesans ve Aydınlanma. Bizim tarihimiz açısından bu üç merhalenin ıskalandığı biçiminde bir iddia bulunmakla birlikte 8. ve 12. yüzyıllar arası özellikle felsefe bakımından önemli bir dönemdir. Bunun dışında 11. ve 12. yüzyıllardan itibaren Anadolu’nun yurt edinilmesi, Anadolu’ya gelen dervişlerin Anadolu’ya çaldıkları maya ile oluşan ve temelinde insan-sevgi ve hoşgörü kavramları bulunan bir gelenek olarak tasavvuf hareketi içerisinde vücut bulmuş Anadolu irfanı söz konusudur. Anadolu irfanı, temelinde bulunan kavramlar nedeniyle edep, alçakgönüllülük ve merhamet ile insani bir ahlak ve yaşama biçiminin oluşmasını sağlamıştır. Bu insani ahlak, dışlayıcı değildir. Özellikle kapsayıcı olmak bakımından heterodoksiye imkân veren ve başkasına açık olan bir İslam’ı temsil eder. Bu kapsayıcılığın en güzel ifadesini Ahmet Yesevi’nin şu sözlerinde görürüz:

"Nerde görsen gönlü kırık, merhem ol / Öyle mahzun yolda kalsa yoldaş ol / Mahşer günü dergahına yakın ol / Ben-benlik güden kişilerden kaçtım ben işte."

Yunus Emre’nin sözleri de bu doğrultudadır:

"Ben gelmedim dava için / Benim işim sevi için / Dostun evi gönüllerdir / Gönüller yapmaya geldim."

Anadolu irfanının ve Müslümanlığının dışlayıcı olmadığı ve hatta başkasına açık oluşunun, başkasını da onu öylece kabul ederek insani damarını bulduğunu anlamak için, “Ben 73 milletle beraberim” diyen Mevlâna ya da “Yetmiş iki millete kurban ol aşık isen” diyen Yunus’ta demlenmek gerekir. Onların yolu, alçak gönüllük ve edeplilik, kibri dışlayan ve bundan ötürü başkası karşısında üstünlük kabul etmeyen bir ahlakı doğurur. Yunus’un, “Benim yüzüm yerde gerek, bana rahmet yerden yağar” ifadesi kibirsizliğin, alçak gönüllülüğün ve edebin ifadesidir. İnsanı merkeze alan bu ahlak, diğer kurumları da insan merkezli olarak düşünür. “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın”, tam da bu zeminden hareket eder ve Osmanlı’nın da kuruluş felsefesini oluşturur. Osmanlı'nın, ilk dönemlerde cihatçı bir felsefeye sahip olmadığı ama zamanla temel harcı atan ve mayayı çalan dervişlerin yerini bürokratik bir devlet yapısı almaya başladıktan sonra işin değiştiği söylenebilir. Aşiretten devlete gidişte, Rudi Paul Lindher’in "Göçebeler ve Osmanlı" adlı kitabında belirttiği gibi, “Popüler halk dini uygulamalarının rolü, uyum sağlamaya yöneliktir, uyumsuzluğa değil ve bu tarz, münferit sofulara değil, geniş halk kitlelerine daha çekici gelecektir” ve öyle de olmuştur.

Anadolu irfanında insan ile kâinat arasında tam bir uyum vardır. Hacı Bektaş’ın dilinde insan kâinatın aynasıdır, Hakk'ın varlık deryasıdır, ne ararsan insanda vardır, insan Hak’ta, Hak insandadır. Bu insan tasavvuru, çoğulculuğu, farklılığı içinde barındırır. Başkası için tehdit oluşturmaz. Misyoner bir ruha sahip değildir. Fetihçi görüşe uzaktır. İnsan, kendisine dönüp baktığında, kendisinin kâinatın özeti olduğunu anladığında, başkasının da kendisinde içerildiğini ve farklılığın sadece görünüşte ve bir derece farkı olduğunu da kavrar. “Her ne ara isen kendinde ara / Kudüs’te, Mekke’de, Hac’da değildir”.

Anadolu irfanının insanı, içe dönük ve miskin bir tembelliğin değil, insani olmayana isyan edebilen bir ahlakın da sahibidir. Çünkü o, kendi kendini tesis eden ve tesis etmesi esnasında bir yolculuk halinde olandır. Daha mükemmele olan bu yolculuk, kendisini aşmaya zorlayan bir amaca yöneliktir. Kendisini aşma hali, somut bir varoluş hali örneği oluşturur. İşte isyan, bu aşma halinin gerçekleşmesinin şartıdır. Kendine, kendini sınırlayan dışsal olan ne varsa onlara bir isyandır. Bu insanın esası da gönlüdür. Gönül, özne-nesne ayrılığını aştığı için epistemolojik bir ilişkiyi kabul etmez. Ona, bilgelik yoluyla gidilir. Onun içindir ki Anadolu irfanı, arifler yetiştirir ve arifler yoluyla yayılır. Gönlü esas alan bu insan anlayışı, bir birlik arayışı olarak insanı evrensel olanla buluşturmak ister. Evrensel olanla buluşmak, insanın kendisini keşfidir. Çünkü aranan şey ancak insanın kendisinde bulunur. Bütün farklılıkların, zıtlıkların aşıldığı birlik düşüncesi, Batı metafiziğindeki ikicilikten farklıdır ve burada ortaya çıkan şey sentez değil, birliktir ve zaten birlikte bütün zıtlıklar içerilmiştir. Batının diyalektik mantığının anlayamayacağı bir durumdur bu.

Yalçın Koç, "Anadolu Mayası" adlı kitabında, ele almaya çalıştığımız insan anlayışında “göstererek anlatmanın” önemini, Nasrettin Hoca örneğiyle dile getirir. Bu örnek, Hoca’nın göle maya çalmasıdır. Bu örnekte akli olan ile aklı aşan unsurların bir arada bulunduğunu söyler. Nasrettin Hoca, mayanın tutmayacağını bile bile (akli unsur) göle maya çalar (akıl dışı unsur). Akli unsur, nedenlerle ilgilidir ve tamamen olgusal olarak düşünülür. Ya tutarsa düşüncesiyle (akıl dışı) aslında bir umuda işaret eder. Bu, imkânsız olan ile umudun birlikteliği olarak anlaşılır. Burada akla vurgu vardır ama aklın yetersiz oluşuna da bir gönderme söz konusudur. Bu örnek çerçevesinde söylemek gerekirse Anadolu irfanı, aklın yetersizliğini kavrayan ama buna rağmen umudu olan bir yaşama halidir. Böyle bir yaşama halinde, günümüzde bir bunalım olarak yaşanan hayatın ve varoluşun anlamı sorunu yoktur.

Anadolu irfanını oluşturanlar abdallar, babalar, ozanlar, veliler yaşamak ve örnek olmak suretiyle mayayı gönüllere çalanlardır. Bu maya, halk İslam’ı ya da Anadolu Müslümanlığı olarak büyük kitlelere ulaşmada zorluk çekmemiştir. Çünkü fıkıhçı, sofuca kurallarla insan hayatını tanzim etmeye çalışan baskıcı dini anlayışın kuruluğu, mekanikliği, sınırlı ve zayıf oluşu karşısında, coşkuyu ve heyecanı öne çıkarak gönüllerle buluşmak daha kolaydır. Bu, dinamik bir dindir. Bu dinin toplumu da dinamik ve açık bir toplumdur. Başka inançlarla, toplumlarla karşılaşmaktan korkmaz, çekinmez. Savunmacı bir anlayış ve davranış tarzının dışında olduğu için, sürekli kendisini yenileyebilme imkânına sahiptir. Donmuş, dogma haline gelmiş bir inanç sisteminin zayıflığı yerine, sürekli kendisini yenileyen hareketiyle farklı olanlarla ilişkilerinde gittiği yerlerde kabul görmede sıkıntı yaşamamıştır. Balkanlar bunun en güzel örneğidir.

Anadolu irfanı akıl ile gönül ilişkisinde dengeyi kurabilmiş özelliğiyle karşımıza çıkar. İnsan, akıl ve gönül arasında gidip gelen hareketin meyvesidir. Akıl olmadan duygu ve duyumların gönülde iyi, güzel ve doğru olarak yer etmesi mümkün olmaz. Bunun için akıl, maddi varlığımızla kazandığımız duyum ve duyguları gönle ulaştıran bir araç gibidir. Akıl yoksa gönül, kendisinden hareket edebileceği bir zeminden yoksun kalır.

Anadolu irfanının en önemli özelliklerinden birisi de dilidir. Dini kendi diline tercüme eden ve hükümleri kendi dilinde anlayıp içselleştiren, böylece de içselleşenin dilde ve eylemde gerçekleşmesini sağlayan bir dini tecrübe, aynı dili kullananların hem akıllarına hem de gönüllerine girmekte zorluk çekmemiştir. Dil, varlığa kendi tarzınca bakar. Bu, dili kullananın tarzıdır da. Tanrı’nın mesajını, kendini kuran dil ile duymak, anlamanın koşuludur. Çünkü bizi, konuştuğumuz dil kurar. Anlamanın olmadığı yerde yaşama, basit ve yüzeysel kalır. Oysa dini hayat, anlamaya dayalı bir yaşama biçimidir. Başka bir dilde Yunus’u, Yesevi’yi, Hacı Bektaş’ı, Pir Sultan Abdal’ı konuşturmak mümkün değildir. Anlamadığımız ve bizde samimi bir yaşantı ifadesi haline dönüşmemiş hükümler çerçevesinde dini hayat; kuru, mekanik, alışkanlığa dayalı hareketler yekunundan ibaret kalır. Kulağa hitap eden sözler ile gönle hitap eden sözler arasındaki ayrım, anlamadığımız sözlerin kulakta kalmasından başka bir şey değildir. Kulaktan akla, oradan gönle sirayet etmeyen söz, anlamlı söz değildir. Bizim toplumumuzda dini hayatın ahlaki bir mahiyet kazanamamış olmasının belki de en önemli nedeni, duyduğumuz ama anlamadığımız bir dine göre yaşıyor olmamızdır. Aydınlanma için, din dilinin anladığımız dile dönüşmesi ve böylece herkesin kendi kendisinin mürşidi olabilecek bir noktaya doğru gidilmesi sağlanabilir. Dini bir feodalizmden kurtulmanın yoludur da bu.

Anadolu irfanı, ortak iyiyi farklı olanlardan beslenerek oluşturan bir hareket olmasına rağmen yazının başlangıç kısmında da ifade ettiğim gibi, içinde bulunduğumuz durum, iç açıcı değildir. İslam dünyasında bir aydınlanmaya duyulan ihtiyaç ne kadar fazlaysa buna girişmeye cesaret etmek de o derece zor görünüyor. Dinde doğruluk, iyilik gibi konularda tartışma yapabilmek için tartışmanın yapılacağı ortamın tartışmacıları garanti altına alması gerekir. Devlet, her bakımdan özgürlükleri garanti altına almalı ki eleştiri ve farklı görüşler arasında bir tartışma ortamı oluşabilsin. Yoksa dini feodalizmden kaynaklanan farklı doğruluk iddialarının kör döğüşü devam edip gidecektir.