Şefika Kutluer Festivali 24 Kasım'da başlıyor
Şefika Kutluer Festivali 24 Kasım'da başlıyor
Dünyanın en pahalı muzu
Dünyanın en pahalı muzu
Mehmet Ali Erbil hakkındaki iddianame
Mehmet Ali Erbil hakkındaki iddianame
Uğur Dündar'a açılan babalık davası
Uğur Dündar'a açılan babalık davası
123456789
Şefika Kutluer Festivali 24 Kasım'da başlıyor
Şefika Kutluer Festivali 24 Kasım'da başlıyor
Dünyanın en pahalı muzu
Dünyanın en pahalı muzu
Mehmet Ali Erbil hakkındaki iddianame
Mehmet Ali Erbil hakkındaki iddianame
Uğur Dündar'a açılan babalık davası
Uğur Dündar'a açılan babalık davası
123456789

AGORA MI KÜRSÜ MÜ?

Cioran, “Felsefe ancak agorada, bahçede ya da evde öğrenilir. Kürsü, felsefenin mezarıdır, her canlı düşüncenin ölümüdür. Kürsü, yas tutan zihindir” der. Cioran’ın bu sözü, felsefenin hayatla iç içe olması gerektiğini telkin eder. Çünkü agora, bahçe, ev hayatın döndüğü yerlerdir.

Agora, özgür yurttaşların buluştuğu, devlet ve toplum sorunlarının konuşulduğu yerdir. Bugün, kamusal alan olarak nitelediğimiz alana karşılık gelir. Orada geçerli olan sözdür ve söz üzerinden ilişki kurmak esastır. Söz üzerinden ve söz ile ilişki kurmak, diyalogdan başka bir şey değildir. Felsefe de bir diyalogdur. Diyalog halinde felsefe yapmak, düşünceler arasındaki karşıtlıktan bir senteze doğru gitmeyi sağlar. Bu diyalogda asıl olan ve diyaloğu besleyen de sorudur. Onu bir monolog, kendi kendine bir konuşma olarak düşünmek doğru olmaz. Kürsü, daha çok bir monolog tarzına uygundur. Çünkü kürsü denildiğinde akla vaaz gelir. Vaaz, bir sorun hakkında kendi içinde çözüm bulmuş ve o çözümü başkalarına uygulamaları için yapılan bir konuşma ama bir söylev olan konuşma biçimidir. Kürsü ile dinleyenler arasında mesafe vardır. Kürsü, bir otoriteyi temsil eder. Otorite de itaat ister. Orada canlı, hareketli, çelişkileri aşan bir düşünme biçimine, diyalektik bir düşünme biçimine rastlanmaz. Çünkü orada diyalog yoktur. Diyaloğun olmadığı yerde soru ile muhatap olunmaz. Kürsü, soruları tartışmaya açmaz, kendi cevaplarını vaaz eder. Cevapları hazırdır. Otoritenin itaat istediği kürsü, özgürlüğe uzaktır. Sınırlarını kendisi koyar ya da konulmuş sınırlarda hareket eder. Kürsüde sınırlar kutsaldır, onlar aşılamaz. Kürsünün sınırlarının aşılması, otoriteye karşı girişilmiş bir isyan ya da başkaldırı gibi düşünülür ve algılanır. Kürsünün bir arkhesi vardır. Onun arkhesi hem hareket noktasını hem de varılması gereken sonucunu belirler. Bu arkhe, kurallar çerçevesinde mevcut bilgilerin zihinlere aktarılmasını sağlamaktır. Bu bilgiler, dıştan ve dolaylı olarak aktarılır. Bu bilgilerle varılmak istenen bir amacın gerçekleştirilmesine hizmet edilir. Amaç, düzeni korumak ve düzene uygun insan yetiştirmektir. Oysa felsefe, sorularla çıkılan bir yolculuktur ve bu yolculuğun nereye varacağı bilinemez. Hatta bir yere varması da gerekmez. Bu açıdan felsefe yolculuğu bir maceraya atılmak gibidir. Bir kavramın, bir sorunun peşine düşmek ve yeni kavramlar ve sorularla karşılaşmak demektir. Bu yolculukta filozofa yol gösteren mantıktır. Mantık, filozofa nasıl yol alması gerektiğini söyler. Yolculuğunun aşamaları arasında tutarlılık olup olmadığını öğretir. Bu yolculuk, mantığın eşlik ettiği bir yolculuk olduğu için dağınık, gelişigüzel, rastgele atılan adımların yolculuğu değildir. Kürsü, kendisi yolculuk yapmaz, yapılmış olan yolculukları anlatır ve yeni bir yolculuk için heyecan uyandırmaz. Bundan dolayı da kürsüden yaratıcılık beklemek zordur. Hatta kürsü, yapılmış olan yolculuklardan bir tanesini ideal yolculuk olarak gösterir.

Diyalog halinde yapılan felsefede somut ilişkiler içinde elde edilenler teorik bir söyleme dönüştürülür. Teorik, yaşamsal olandan kopuk değildir. Çünkü diyalog, somut bir ilişki biçimini gerektirir ve bu ilişki biçiminde söz ile birlikte eylem de felsefenin asli unsurlarından birisi haline gelir. Öğretici olan sadece söz değildir, eylemdir de. Pierre Hado, İlkçağ Felsefesi Nedir? kitabında tam da bu konuyla ilgili Sokrates’e ilişkin bir örnek verir: Şölen diyaloğunda Sokrates salona girdiğinde Agathon ile konuşmasını ele alır. Agathon, Sokrates’e hitaben, “Sana temas ederek sende uyanan bilgelikten ben de yararlanabilirim” diyerek Sokrates’in yanına oturmasını rica eder. Sokrates’in cevabı ilginçtir: “Bilgi, doludan boşa doğru akabilen bir şey olsaydı ne büyük mutluluk olurdu” diye karşılık verir. Hadot, buradan “bilginin, yazıyla veya herhangi başka bir söylemle doğrudan aktarılabilen, hazır yapılmış bir şey, tamamlanmış bir içerik olmadığı anlaşılır” der. Hadot, bu duruma uygun olarak yine Sokrates’ten başka bir örnek daha verir. Adalet konusundaki tartışmada Hippias Sokrates’e, “Uzun zamandır habire soru sorarak ve savları çürüterek insanlarla alay ediyorsun, ama bu arada ne kimseye hesap veriyorsun ne de fikrini açıklıyorsun” dediğinde Sokrates’in cevabı da şudur: “Bana doğru geleni başkalarının da görmesini sağlamaktan hiç geri durmuyorum. Bunu sözle değil, davranışlarımla görmelerini sağlıyorum”. Hadot’nun, Sokrates’in bu sözlerinden çıkardığı anlam şudur: “Adaleti en iyi belirleyen, dürüst bir insanın varlığı ve yaşamıdır”. Bundan dolayı felsefe, Berdyaev’in de haklı olarak söylediği gibi filozofun kaderinin entelektüel ifadesi olarak karşımıza çıkar. Ne felsefe filozofun hayatından bağımsızdır ne de hayatı felsefesinden bağımsızdır. Filozofun bunu gösterdiği yer, agoradır.

Simplicus’un şu sorusu ve yine kendisinin verdiği cevap, bu konuda oldukça zihin açıcıdır: “Filozofun kentteki yeri ne olacaktır? İnsan yontuculuk”. Filozof, insanların arasındadır. Sokrates’in dediği gibi “Ben bilgi dostuyum. Öğretmenlerim ise ağaçlar ya da kırlar değil, sitede oturan insanlardır”. O, öncelikle kendi mermerini kendisi yontar ve sonra da Simplicus’un dediği gibi, insan yontuculuk görevine başlar. Filozof, insan heykeltıraşıdır. Heykeltıraş kaba, hantal, biçimsiz olana biçim verir. Niteliksiz olan mermere nitelik kazandırır. Mermerde gizli olan bireysel olanı yontarak açığa çıkarır. Biçim vermek, biçimsiz olana sınır çizmektir. Bireyselleştirme işini yapar ve o mermeri belli bir hüviyetle görünür kılar. Apollon gibi aydınlatıcıdır ve göz önüne getiricidir. Filozof da insana biçim vermek suretiyle onu görünür ve kendisi kılar. Goethe, insan için ilginç olanın insan olduğunu söyler. Filozof için insan, daha da ilginçtir. Evet felsefe, agorada yapılır. Kürsünün bulunduğu yer agora değildir. Filozof, kürsüden değil, insanların arasından konuşur.

Nietzsche, Zerdüşt Böyle Buyurdu’da, Erdem Kürsüleri Üzerine olan kısımda kürsüden konuşan bir bilgeyi söz konusu eder. Hayattan uzak, insanlardan uzak olan ama insanların beğenisini de kazanmış bir bilge. İnsanlar için bilge, Nietzsche için bir soytarı. Oysa Nietzsche’nin Zerdüşt’ü de bir tür insan yontucu gibidir, sanki Nietzsche’nin kendisi de. Üstün İnsanı yontan, onun heykeltıraşı olandır Nietzsche.

Her yerde ahlak ve erdemler üzerine vaaz verildiğine şahit oluyoruz. Erdem ve ahlak üzerine konuşanlar, sanki bir kürsüden konuşur gibiler. Politikada, ekonomide, vatan müdafaasında, okulda, camide, kilisede, sokakta, sosyal medyada kısacası her yerde karşılaşır vaizlerle. Cioran, her insanın içinde bir peygamber gizlendiğini söyler. Vaizler, gizli olan peygamberi açığa çıkaranlardır da. Rahat uyku uyumanın yollarını anlatan bilge de böyledir.

Bilgenin yaptığı, gece rahat uykuya dalmak için gündüz nasıl yaşamak ve hangi erdemlere bağlı kalmak gerektiğini anlatmaktır. Gündüz, kural geçerlidir ve her yerde otoriteler, denetleyenler bulunur. Gece, otoritenin ve denetleyenlerin olmadığı saatlerdir ve bu saatlerde gezinenler, otorite ve denetleme mekanizmalarından kaçanlardır. Bilgi, hiç kimsenin bu mekanizmalardan kaçmasını istemez ve onları gece uykuya yollamak ister. Bilgenin vaaz verdiği kürsü, bir şeye hizmet eden yer durumuna dönüşür. Hizmet ettiği yer, hiçbir yeteneği olmasa bile rahat bir uyku için orayla sorunlu olmamak gerekir.

Bilenin vaaz verdiği kürsü, afyon erdemleri, insanları uyutan erdemleri öven bir kürsüdür. Bu kürsü, uyutmayı bilir. Halk uyumayı, uyanık kalmaya tercih eder. Onları rahatsız edecek her şeyden onlar kaçmak isterler. Bilgenin kürsüsü buna hizmet eder. Oysa Nietzsche’nin gözünde bilge denilen bir soytarıdır. Uyutan erdemleri baş tacı yapmak, insanları yaşamadan uzaklaştırmak demektir.

Kürsü, bir otoriteyi temsil eder demiştik. Bu, kürsünün resmi bir yer olduğunu da söylemek demektir. Resmi yer, devletin yeridir. Nietzsche, böylesi kürsülerin bulunduğu yerler için şunu söyler: “Edinilen tecrübeye göre, devlet üniversitelerinde kötü filozofları desteklemek alışkanlığı kadar, büyük filozofların gelişme yolunu tıkayan şey yoktur. Hiçbir devlet, Platon ve Schopenhauer gibileri desteklemeyi göze alamaz. Devlet daima korkar onlardan”. Cioran’ın kürsünün felsefenin mezarı ve canlı düşüncenin ölümü olarak tasvir ettiği durum, Nietzsche’nin sözünde de var gibidir.

Kürsü ile agorada felsefe yapma arasındaki fark, kürsünün agoraya göre felsefeyi hayattan daha uzak tutması, agoranın ise felsefeyi hayatın içine dahil etmesidir. Bir bakıma bilgilenme ile yaşama arasındaki ilişkinin kürsü tarafından kurulamayışıdır. Kürsü, sadece bilgilenmeye yönelik iken agora yaşamaya da yöneliktir. Bu açıdan agorada felsefe, yaşama değer katan özelliğiyle de karşımıza çıkar. Goethe, “etkinliğimi çoğaltmaksızın ya da doğruca yaşamıma mal olmaksızın bana öylece öğretilmiş olan her şeyden nefret ediyorum” der. Bilgi, yaşama katkısı olması bakımından değerlidir. Bu bakımdan biz bilgiye yaşam ve eylem bakımından ihtiyaç duyarız. Nietzsche, tarih konusundaki bir yazısında, “gereğinden fazla bilgilenme, en gerekli olanı bilmenin düşmanıdır” ifadesinde bulunur. Tarihe “bilgi çokluğu ve bilgi lüksü olarak” bakmak, “en gerekli olan şey konusunda yanıltır”. Aynı durum felsefe ve felsefe tarihi için de geçerlidir, denilebilir.

Kürsü ve agora hakkında söylediklerimiz, felsefenin hayatla ilişkisinin hangi yolla kurulması gerektiğine dair bir fikir vermesi açısından düşünülmelidir. Çünkü bir kürsü sahibi olan filozof sayısı da az değildir. Önemli olan, kürsünün nasıl kullanıldığıdır.