Şefika Kutluer Festivali 24 Kasım'da başlıyor
Şefika Kutluer Festivali 24 Kasım'da başlıyor
Dünyanın en pahalı muzu
Dünyanın en pahalı muzu
Mehmet Ali Erbil hakkındaki iddianame
Mehmet Ali Erbil hakkındaki iddianame
Uğur Dündar'a açılan babalık davası
Uğur Dündar'a açılan babalık davası
123456789
Şefika Kutluer Festivali 24 Kasım'da başlıyor
Şefika Kutluer Festivali 24 Kasım'da başlıyor
Dünyanın en pahalı muzu
Dünyanın en pahalı muzu
Mehmet Ali Erbil hakkındaki iddianame
Mehmet Ali Erbil hakkındaki iddianame
Uğur Dündar'a açılan babalık davası
Uğur Dündar'a açılan babalık davası
123456789

ZAMANA DAİR

Ali Osman Gündoğan

Bizim maddi varlığımızı iki şey kuşatır: Zaman ve mekân. Varlığımız, zaman ve mekânda bir varoluş kazanır. Mekân ile zaman arasında da sıkı bir ilişki vardır. Ancak zaman, mekânın ötesine geçmek bakımından daha güçlüdür. Mekân, tersine çevrilebilir olduğu halde bu konuda zamana hükmümüz geçmez. Çünkü biz Camusvari söylersek zamanın malıyız, Bergsonvari söylersek üzerimizde dişlerinin izini bırakan ve bir tarafımızda zamanın yazıldığı bir defteri olan varlığız.

Karşısında belki de çaresiz olduğumuz tek şey zaman. Bizi var eden yaratıcı bir öze sahip olduğu gibi bizi yok eden bir öze de sahiptir. Zaman, bizi hem gösterir hem de gizler. Her iki durumda da ona bağlıyızdır ve bizi sürekli olarak kendi içinde tutar. Zamanla kurduğumuz ilişki, hayatla kurduğumuz ilişkidir. Bu açıdan hayat, zaman demektir. Zamana katılmak, hayata katılmaktır.

Zamanın varlıklar üzerindeki etkisini Kronos’dan beri biliriz. Çocuklarını yaratıp sonra da yok eden o Tanrı, kendisine karşı hiç rakip kabul etmez. Kronos’un özü böyle olsa da onu yenen şey, belki de Hera’nın çocuklarına karşı duyduğu merhamettir. Kronos’un merhameti yoktur, çünkü yerine başka bir Tanrı’nın geçmesini istemez. Her varlığın kendisine tabi olmasını ve her varlık üzerinde hakimiyet kurmak ister.

Zaman hep geçer. Bu bir yanılgı gibi geliyor bana. Aslında zamanda geçen bizleriz sanki. İnsanlık, zaman karşısında kendisini garantiye almak ve ona bir çeki düzen vermek için uğraşmıştır hep. Onu yıllara, mevsimlere, aylara, haftalara, günlere, saatlere ayırmak suretiyle onun bütünlüğünü ve gücünü kırmak istemiştir. Buna mecburdur da. Çünkü hayatını tanzim etmek için zamanı tanzim etmek gerekir. Zaman, insana kendisini tanzim edebilmesi için de kolaylık sağlar. Çünkü takvim zamanı açıkça şunu söyler bize: Her şey ebediyen aynı şekilde döner durur. Bu, elbette Nietzsche’nin bengi dönüş dediği şey değildir. Takvim zamanı, kosmolojik zamanın ürünüdür. Kosmos, kendindeki düzenliliğe uygun bir takvim zamanı, fiziki zaman anlayışına neden olur. Bu, kosmosun düzenli hareketinin sonucudur. Takvim zamanı, bu düzenli hareketin sayıya vurulmuş halidir. Bu açıdan zaman, Aristoteles’in de tanımladığı gibi “hareket ve sükunetin ölçüsüdür”.

Zamanın sürekliliği içinde olup bitenler arasında bağlantılar kurmak, onları sınıflandırmak ve zamanın sürekliliğinde bir anlam yakalamak için olayları önce ve sonra ilişkisine göre tanzim ederiz. Zamanın işleyişinde olaylar arasında nedensel ilişkiler olup olmadığına bakılmaksızın bu önce ve sonra ilişkilerine bağlı olarak nedensel ilişkiler de kurmaya çalışırız. Böylece de zamana bağlı olarak olayları kronolojik biçimde düzenleriz. Bu düzenleme biçimi, tarihi oluşturur. Biz de bu tarihin içinde yer alırız. Kendimizi tarihsel varlıklar, her olay ve düşünceyi de tarihsel olarak nitelendiririz. Aslında bu durum, kosmolojik olarak düzenlenen zamana insanın katılmasıyla anlam yüklemedir. Bu açıdan tarih, zamanda olup bitenleri sadece sayıp dökmek, dökümünü çıkarmak işi değil, onlara anlam biçme ya da yükleme işidir. Bu durum, nesnel olanı öznel olan haline getirir. İşte tarih, olaylara yüklenen anlamlardaki öznellikler nedeniyle, ebediyen kendisini tekrar eden kosmosun her yeni anda bu öznelliklerin yaşatılmaya çalışılması olarak da anlaşılabilir. İşte bu çaba, zamanı sadece “önce” kavramı ile ifade edişin yanlış tarihi bir yorumudur. Oysa her an, yeni bir andır ve yeni bir yaratmadır. Bu açıdan zamanı, kosmolojik olanın insani forma dönüştürülmesi biçiminde değil, belki de insani olanın kosmolojik olandan sıyrılması gibi de düşünmek gerekir. Bu ifadenin muğlak olduğunun farkındayım. Burada söylemek istediğim şudur: Kendini tekrar eden kosmosun tekrar edişindeki zorunluluğuna özgürlük katmak. Bu çaba, şimdi ve geleceği zamanın en önemli kısımları olarak görmek anlamına da geliyor. Genellikle geçmişi şimdide yaşamak eğilimi çok daha güçlü gibi görünüyor. Oysa geçmiş, olmuş bitmiş bir şey olarak ne ise o olmaklık bakımından olgusal olarak değiştirilebilir bir şey olmaktan çıkmıştır. O bizim içinden geldiğimiz durumumuzdur. Onu reddedemeyiz. O, olgusal olarak yoktur ama anlam olarak vardır. Hatıralar olarak mevcudiyetini bellekte sürdürür. Şimdiye ait algılar bellekte anılara karşılık geldiğinde geçmiş, anlam ve anılar olarak açığa çıkar. Doğru ve yanlış, bu açığa çıkışta gerçekleşir. Çünkü algılar hiç de karşılığı olmayan anıları da canlandırabilir. Yanlış anıların canlandırılması, algıların yanlış anlamlandırılmasına neden olur. Tam da bu noktada ciddi bir sorun ve tehlike ortaya çıkar: Her an algılar belleğimizde yanlış anıları canlandırma tehlikesini taşıdığı için sürekli her an yanlış anlamlandırmalar tehlikesiyle karşı karşıyayız demektir. Geçmiş dediğimiz şimdiki zamanlarda da pek çok yanlış anlamlandırmalar yapmış olduğumuz anlamına gelir bu. Geçmiş tarihe mal olduğuna göre tarih, içinde pek çok yanlış anlamlandırmaların da bulunduğu bir toplam gibi varlık kazanmış olabilir. Bu sorun ve tehlike karşısında da olgusal olarak geçmiş değiştirilemediği halde onun anlamıyla oynar durur ve anlamını değiştirmeye çalışırız. Böyle bir durumda da şimdi ve gelecek olandan uzaklaşırız. Her şeye rağmen, Camus’nün dediği gibi “geçmişe dayanarak yaşarız”. Bunun ne sakıncası vardır, diye sorulabilir.

Bergson, yaratıcı evrim düşüncesini açıklarken, her türün evrimi kendi üzerinde durdurmak istediğini söyler. Evrimin durması demek, hayatın yaratıcılığının sona ermesi demektir. Çünkü her tür evrimin kendisinde nihayete erdiğini, tamamlandığını düşünür. Bu bakımdan türler kıskançtır. Ancak hayatın yaratıcılığı karşısında maddenin ataleti vardır. Madde hayatı aşağıya çekmek ve evrimi durdurmak ister. Çünkü kendisi azaltılmış hayattır. Bir türde hayatın evriminin durdurulması demek yaratıcılığı, özgür oluşu, değişmeyi, kısacası zamanın süresini maddileştirmek de diyebileceğimiz bir duruma dönüştürmek demektir. Bunu şöyle de anlayabiliriz: Hayatın geçmişten getirdiklerinin toplamını şimdide sürekli hale getirmek için onları bir kum torbasının içine atmak, hayatı ağzı kapalı bir kum torbası haline getirmek. Artık içine ne bir şeyin girebileceği ne de içinden bir şeyin çıkabileceği bir torba. Organik hayatta karşılaştığımız bu durum, şimdi ve geleceğin artık tamamlanmış olan geçmişten ibaret olarak kalmasını istemek demektir. Zamanın sürekliliğinde dondurulmuş geçmişi sürekli kılarak onu maddileştirmek ve şimdi ile geleceğin imkanlarını reddetmek demektir. Oysa zaman, yine Bergson’un benzetmesiyle, tepeden yuvarlanan bir kar topu gibi şimdide biriktirdikleriyle büyüyerek yuvarlanmasına devam eder ve yolunu açarak geleceği de biçimlendirir. Bu şimdi, geçmiş ve geleceğin süre kavramı çerçevesinde birlikteliğine de vurgu yapar. Aksi taktirde kartopunu buz haline getirip hangi zamana aitse o zamanda onu durdurmak sonucu ortaya çıkar. Burada Sevgili Doğan Göçmen’in paylaştığı bir tweeti sizlerle paylaşmak istiyorum: “YAŞAMIN anlamı her taraftan fışkırıyor olmasında yatıyor. Yaşama hiçbir taş delinmez, hiçbir kaya parçalanmaz değildir. Yaşam kendi kendisini bile sürekli delerek parçalıyor, yok ederek yeniden var ediyor. Mutlak denilen bir şey varsa, o da olsa olsa bu hareketin kendisidir”. Bu tweetin altında, kayaların arasından çıkmış bir ağaç resmi yer alıyor.

Hareket ile zaman, ayrılabilir şeyler değildir. Çünkü zaman hareketin sayısı ise hareketin ritmi zamanın ritmini belirler. Hayat, hareket ve oluştan ibaret olduğuna göre hareket ve oluşun süresi, zamandan başka bir şey değildir. Hayat, hareket ve zamanın dinamizmini taşır, onu hareketsiz ve durgun bir hale getirmek mümkün değildir. Hayat, açılmak ve yayılmak ister. Hayatı idare eden ilke, Bergson’un kavramıyla söylersek hayat hamlesi, engelleri aşmak üzere kendi içinde taşıdığı gücü, maddeyi parçalamak üzere kullanır. Bu, hayat hamlesinin süre içinde ve süre ile birlikte yaratıcı bir evrimin nedeni olduğu anlamına gelir. Öyleyse hayat, hiçbir zaman herhangi bir yerde duraklasa da bütünüyle var olmaktan kesilmez. Bu nedenle zaman, sürekli olarak yeni şekiller yaratarak evrimi de sürekli kılar.

Maddenin organik hayatta oynadığı ve süreyi duraklatmak hatta bu suretle evrimi durdurmak istemesine ilişkin görevini insani dünyada geçmişte üretilmiş olan fikirler, inançlar, dinler, ahlak görüşleri üstlenebilir. Bu, organik hayatta gördüğümüz hayatı durdurma eğiliminden belki de çok daha fazla tehlikeyi beraberinde getirir. Her din, nihai dinin kendisi olduğunu, her ideoloji insanlığın ulaşabileceği son ideoloji olduğunu, her ahlak kendisinin mükemmel ve değiştirilmesi mümkün olmayan evrensel değer ve erdemlerle donatılmış bulunduğunu iddia eder. Eğe bütün bu iddialar doğru ise hayat için artık bir gelecekten bahsedilemez ve ununu eleyip eleğini asan bir tür olarak insan bütün yeteneklerini kullanmış sayılır. Bunun için dinler, ideolojiler, ahlaklar şimdi ve geleceğin imkanlarına karşı direnirler. Her din inanma ihtiyacını kendi üzerinde durdurmak ister. Her ahlak, nasıl davranılması gerektiği ve iyi ile kötü hakkındaki mutlak ölçüyü kendisinin koyduğunu söyleyerek insanın başka arayışlardan vaz geçmesini öğütler. Bütün bunlar, zamanın yanlış anlaşılmasının sonucudur. Nietzsche, Hıristiyanlık ve ahlakına bunun için itiraz etti. Çünkü zaman, vaktini doldurmuş olanın yerine yenisini ikame etmek eğilimindedir. Vakti dolmuş olan, çürümeye başlar. Zaman, çürümenin önüne geçmenin imkansızlığının tescil edildiği bir gerçeklik halidir. Zamanın bu eğilimine karşı koymak, zaman karşısında yenilgiyi kabul etmekten başka bir şey değildir. Gelecek, geçmişi olduğu gibi kabul etmez. Geçmişin kendisini yenileyerek geleceğe katılması geçmiş tarafından gerçekleştirilebilir bir şey olmadığında gelecek, kendini yeniden kurmanın imkanlarını sunar. İşte insana düşen, bu imkanlara yani geleceğe atılmaktır.