Şefika Kutluer Festivali 24 Kasım'da başlıyor
Şefika Kutluer Festivali 24 Kasım'da başlıyor
Dünyanın en pahalı muzu
Dünyanın en pahalı muzu
Mehmet Ali Erbil hakkındaki iddianame
Mehmet Ali Erbil hakkındaki iddianame
Uğur Dündar'a açılan babalık davası
Uğur Dündar'a açılan babalık davası
123456789
Şefika Kutluer Festivali 24 Kasım'da başlıyor
Şefika Kutluer Festivali 24 Kasım'da başlıyor
Dünyanın en pahalı muzu
Dünyanın en pahalı muzu
Mehmet Ali Erbil hakkındaki iddianame
Mehmet Ali Erbil hakkındaki iddianame
Uğur Dündar'a açılan babalık davası
Uğur Dündar'a açılan babalık davası
123456789

Kendini bilmek: Yollar-Engeller

İnsan söz konusu olduğunda kadim söze atıf yapmamak mümkün değildir: “Kendini tanı, kendini bil”. Her ahlakın, dinin, felsefenin, bilimin nihai hedeflerindendir insanın kendini tanımasını sağlamak. Çünkü birinci dereceden bilgi, mutlak olan kavrayış, yanılmayacağı durum insanın kendisi hakkındaki bilgisi ve kavrayışıdır. Kendi dışımıza yönelmekle kurduğumuz özne-nesne ilişkisinde elde ettiklerimiz görece olduğu için yanılabiliriz, onlar bize kendilerini kendileri olmayan bir şekilde gösterebilirler. Özne olarak hem kendi konumumuza hem de nesnenin ya da başka olanın konumuna göre tanıma hali değişebilir. Ama insanın kendisi kendisine ne ise o olarak görünebilir. Niyetli bir kendini kandırma ve derin psikolojik yarılmalar da yoksa önemli olan insanın kendisine dürüstçe bakabilmesi, kendisine nazar edebilmesidir. Yine önemli olan kendisini araştırabilmesi, kendisini kendisi olarak görebilecek bir olgunluk seviyesine ulaşabilmesidir. Herakleitos, bütün araştırmalarının sonucunun, kendisini araştırmak olduğunu, “Kendimi araştırdım” ifadesinde dile getirir. Yunus Emre; “İlim ilim bilmektir/İlim kendin bilmektir/Sen kendini bilmezsen/ Ya nice okumaktır” derken de asıl hedefi gösterir: Kendini bilmek. Farklı bir biçimde, “haddini bilmek” olarak da dile getirilen bu söz, kolay bir biçimde gerçekleştirilebilecek gibi de görünmüyor.

Kendini bilme ve tanımayı, “kerameti kendinden menkul” bilme ve tanımaları bir kenara bırakarak düşünebiliriz. Zira “kerameti kendinden menkul” bilme ve tanıma, cehaletin örtülmesidir, gösterilmemesidir. Çünkü herkesin kendisi hakkında duygularının etkisiyle bir fikri vardır. Hatta sadece kendisi hakkında değil belki de daha çok olmak üzere başkaları hakkında fikri ve kanaatleri vardır. Kendimiz hakkında duygular sürekli uyanıktır. Kendimiz hakkındaki algılarımız ile anılarımız arasında mutlak bir kavrayışa sahip olamadığımız zamanlar hiç de az değildir. Başkaları hakkında da öyledir. Algılarımız ile anılarımız arasındaki bulanıklıktan, belirsizlikten duygular yararlanır. Anılarımız, tecrübelerimizle ilgilidir. Tecrübelerimiz hafızamızda yer eder. Algılarımız, hafızamızda yer eden tecrübeleri uyandırır. Yanlış algı, doğru bir tecrübeye tekrar hayat veremez. Bunu şu şekilde dile getirmek daha doğru olabilir: Algıların hafızadaki anılarla ilişkisinde algılar ilgisiz bir anıyı canlandırabilir ya da anıyı tam olarak canlandıramayabilir. Algı ile anı arasındaki uyumsuzluk, farkında olmadığımız yanlışın, belirsizliğin nedeni durumundadır. İşte böylesi durumlarda duygular iş başındadır. Duyguların sıkça iş başında olduğu kişilerde sürekli kendisi ve başkası hakkında duyguların yanlış yöne sapması, kanaatler ve fikirler ortaya çıkar. Tartıştığımız kendini bilmezin, “benim kim olduğumu biliyor musun sen?” biçimindeki çıkışmalarında kendini nasıl da bildiğini gösterme tarzlarından bahsediyorum. Bunun önüne geçmenin yolu, duyguların böylesi serbestliğine izin vermeyecek olanı bulmaktır. Burada şu sözü hatırlamak gerekiyor: “El tokadı yememiş olan kendi tokadını balyoz zanneder”. Aslında bu söz, yukarıda bahsettiğim, kişinin kendisi hakkındaki yargısının, kendisinden menkul olduğu durumları dile getiriyor olmasıdır. Kendini bilmek ve kendini bilmeyenin kendisini bilmesini sağlamak, başkasıyla olan bir ilişkiyi şart koşar. Bu ilişki, kendimiz hakkında beslediğimiz her şeyin alt-üst olmasına da neden olabilir.

Kendini bilmek, öncelikle epistemolojik bir açıklamaya muhtaçtır. Tersinden gitmek gerekirse kendini bilmek, kendinin ne olmadığını bilmeye bağlıdır. Bu diyalektik, zorunlu olarak kendi olmayanla karşılaşmayı gerektirir. Zira kendini bilmek sınırının ne olduğunu, nelerden korkup nelerden kaçınılacağını, nelere yaklaşılacağını, zaaflarının neler olduğunu bilmekle mümkündür. Hatta neleri bilebileceğini, neleri yapabileceğini ve yapamayacağını bilmektir. Aslında bu, kendi varlığımıza bir sınır çizmektir. Ancak sınır çizmek, elbette aslına bakılırsa sınırımızın nereye kadar olduğunu bilmemizi gerektirir. Sınırımızın nereye kadar olduğunu bilmek, bulunduğumuz yerden dışımıza doğru genişlemeyi ya da gitmeyi talep eder. Burada iki husus, sınırın çizilmesine katkı sağlar: İlki, sınırın öte tarafını bilmek, diğeri de başkasının bize, “başka bir alandasın” ikazına muhatap olmaktır. Sınırın öte tarafını bildiğimiz ve o tarafı kabul ettiğimiz taktirde bu ikaza muhatap olmayız. İkincisi, başkası marifetiyle had bilmeye, ilki ise kendi bilme çabamızla kendimizi bilmeye imkân tanır. Asıl olan ilki olmakla birlikte ikinci hakkında bir “hayır”a muhatap olmanın ne olduğu üzerinde durulabilir. Aralarındaki ortak nokta, ikisinde de başkasıyla karşılaşmanın kaçınılmazlığıdır. Başkası olmadan kendimizi bilmek mümkün değildir.

Başkasının ikazı, bir gerilim nedenidir. Çünkü bu ikaz, bize karşı bir başkaldırı olarak düşünülebilir. Başkaldırı, “hayır” diyenin tavrıdır. “Buraya kadar tamam ama bundan sonrasına hayır” tavrı, bir şeye evet, başka bir şeye de hayır demektir. Bizim sınırımız ve kendimizi bilmemiz, bu evet ile hayır arasındaki ilişkide ortaya çıkar. Bu ilişkiyi sağlıklı hale getirecek olan, bahsettiğim ilk husustur: Epistemolojik hususun devreye girmesi. Bütün mesele, sınırın doğru çizilmesidir. Bu, sınırın öte tarafını bilmeye bağlıdır. Öyleyse ben’in, kendisi için sınır çizebilmesi öteki’nin bilinmesiyle mümkündür. Ben bilgisi, öteki bilgisine ihtiyaç duyar. Yoksa ben’in kendini tanıması mümkün olmaz. Öteki, kendimizi bilmenin epistemolojik garantisidir. İşte bu noktada bilgi, ben ve öteki arasındaki ilişkide ahlaka yol açar. Hatta bu bilgi ahlak ile birlikte siyasete, hukuka kapı açar.

Bu bilginin ahlaka yol açması, ötekinin ben tarafından kabul edilmesi sayesindedir. Kendimizi tanımak için ötekinin bilinmesi, ötekinin bilinmesi için de onun ne ise o olarak kabul edilmesi gerektiğine göre öteki, değerlidir. Kabul etmediğimiz, onun bizim için ne anlam ifade ettiğini bilmek istemediğimizdir ve kabul ettiğimiz de onun saygı değer olarak tasdik edilmesidir. Çünkü öteki, bizim için kendisinde kendimizi gördüğümüz aynadır. Aynada kendimizi net olarak görebilmemizi için ayna olan öteki’ne özen gösterilmelidir. Ona, ne ise o olarak karşımızda durmasına, tavır almasına imkân verilmesi durumunda biz onda kendimizi açık olarak görme imkanına kavuşuruz. Yoksa öteki, kendisine bu imkân verilmediğinde bize karşı tavır alışında, “olduğu gibi olmaktan” uzaklaşır ve bizim onun vasıtasıyla hem onu hem de kendimizi şaşı bir gözle görmemiz durumu ortaya çıkar. Şaşı bakış, gerçeği tahrif eder, onu bozar.

Ötekini bilerek kendimizi bilme durumunda oluş, kendimiz de dahil herkesi yerli yerine koyma imkanını sağlar. Aslında insanlar arasında sağlanması gereken adalet de böyle bir bilgiye dayanır. Liyakat, böyle bir bilgi sayesinde gerçekleşebilir ya da liyakat sahipleri böyle bir bilgi ile açığa çıkar. Bu durum, kendimiz hakkındaki cehaletin de ortadan kalkmasının ve bencilliğin bilgiye dayalı olarak yok edilmesinin de gereğidir. Ne var ki başkasına açık oluş ve onunla diyalog, cesaret gerektirir. Cesaret, bu konuda önemli bir erdemdir. Bu erdeme sahip olamayan, başkasına kendini kapatır ve ipek böceği misali ördüğü kozanın içinde havasız kalır ve ölür.

İki kişi arasındaki ilişkiye benzer olan ilişki biçimi aslında guruplar ve milletler için de geçerlidir. Kendi içine kapalı guruplar, kendileri hakkında en cahil guruplardır. Çünkü onların her şeyi, kerameti kendinden menkul olmanın ötesine geçemez. Kapalı guruplar, başkalarına açık oluşu özellikle engellemek isterler. Çünkü başkasına açık oluş, kendilerini tartma anlamına gelir. Onlar, kendi terazilerinin dışında başka bir terazi ile tartılmak istemezler. Siyasi, dini guruplarda, cemaatlerde, tarikatlarda bunu görürüz. Kendi kitaplarının dışında kitap okutmazlar, kendi yayınları dışında yayınlara izin vermezler, kendilerinin ulaştığını iddia ettikleri mükemmellik ile kendi aralarında birbirlerini eğlerler. Aksi durumda zayıflık ve güçsüzlükleri açığa çıkar. Ancak güçlü bir kişilik ve kültür, başka olana açık olabilir.

Siyasi partiler de dahil olmak üzere bütün guruplar, cemaatler, tarikatlar üyeleri arasında sıkı bir dayanışma oluşturmak isterler. Bu dayanışmanın sağlanması, aynı zamanda bir otoriteyi gerektirir. Otorite, dayanışmanın zayıflamasının önüne geçmek için üyeleri üzerinde sürekli kontrol sistemi oluşturur. Bu, iktidar ilişkilerinin olduğu her yerde gözlenen bir durumdur. “Kim nerede kiminle görüşür, konuşur, birlikte olur” biçimindeki gereksiz hassasiyetler, iktidarı sürekli gözetleme, haber alma, takip etme noktasına getirir. Bu durum, farklı kişilerin devreye girmesine neden olur. Yüz yüze ve kişilikli ilişkiler yerine üçüncü kişilerin dedikodu, ihbarda bulunma, güvensizlik oluşturma girişimlerine şahit olunur. Toplumsal paranoyalar bu türlü durumlardan beslenir. Bütün mesele, erdemli eylemde bulunmanın eksiltilmesi ve özgürlüğün yok edilmesidir. Çünkü dayanışma düzen ve bireye güvence sağlamakla birlikte bireyi başka bir şeye de esir hale getirir.

Öyle anlaşılmaktadır ki, kişinin kendini tanıması ve bilmesi, kendisiyle kendisi olmayan arasındaki farkın bilincinde olunmasını gerektiriyor. Bu bilinç, zorunlu olarak başkasına açılmayı gerektiriyor. Her ne nedenle olursa olsun, bu açılmanın ister kişinin kendisinden isterse kendi dışındaki nedenler tarafından olsun engellenmesi, kendini tanımanın engellenmesi anlamına gelir. İnsanın hedefi, özbilinç varlığı haline gelmektir. Kendini tanımanın engellenmesi, insanın özbilinç varlığı haline gelmesinin engellenmesidir. Özbilinç varlığı olan insan da özgür bir kişidir.