En yoğun tarihi eser iadesi ABD'den yapılıyor
En yoğun tarihi eser iadesi ABD'den yapılıyor
The Guardian gazetesi X'te paylaşım yapmama kararı aldı
The Guardian gazetesi X'te paylaşım yapmama kararı aldı
Beyonce üniversitede ders olarak işlenecek
Beyonce üniversitede ders olarak işlenecek
Jennifer Lopez, Suudi Arabistan'da konser verdi
Jennifer Lopez, Suudi Arabistan'da konser verdi
123456789
En yoğun tarihi eser iadesi ABD'den yapılıyor
En yoğun tarihi eser iadesi ABD'den yapılıyor
The Guardian gazetesi X'te paylaşım yapmama kararı aldı
The Guardian gazetesi X'te paylaşım yapmama kararı aldı
Beyonce üniversitede ders olarak işlenecek
Beyonce üniversitede ders olarak işlenecek
Jennifer Lopez, Suudi Arabistan'da konser verdi
Jennifer Lopez, Suudi Arabistan'da konser verdi
123456789

Kavramlarımızda Büyük Devrim

Doğan Göçmen

Kavramlar dünyamızda son otuz yıldır köklü değişimler yaşanıyor. Bu köklü değişimler Ludwig Wittgenstein’ın “mantıksal mekân” dediği bilinç ve düşün dünyamızda henüz hiçbir şekilde idrak edilmiş değildir. Doğal olarak dilimiz de henüz eski çağın, yani son otuz yılda kesinlikle geride bırakılmış olan dünyanın dilidir. Anlam dünyamız da bundan muaf değildir. Anlam dünyamız da doğal olarak artık kesinlikle geride kalan insanlığın modern örgütlenme biçiminin içeriğini taşımaya devam ediyor. Bilinç ve düşün dünyamızın, anlam ve değerler âlemimizin ve buna uygun olarak kullandığımız dilin, insanlık olarak içinde bulunduğumuz durumun gereklerine göre değişebilmesi için son otuz yılda yaşanan köklü değişikliklerin bilince çıkarılması kaçınılmazdır.

Kavram dünyamızda yaşanan büyük değişikliklerin başında “toplum” kavramına yüklediğimiz anlamda gerçekleşen değişiklik gelmektedir. Çok değil, otuz yıl öncesine kadar “toplum” dediğimiz zaman, bununla genellikle herhangi bir şekilde biçimlenmiş ulusal toplumları kastederdik. Antiklerin politik ve toplumsal çerçevesi sitedir. Onları site ilgilendirmektedir. Modernler için “site” artık bir ulustur, eş deyişle birçok siteden oluşan bir ülkedir. Thales, İyonya’da böyle bir birlik önermiştir fakat bu öneri gerçekleşmemiştir. Oluşturulan kalıcı ilişki, kentler arasında az çok kalıcı iş birliğinden öte götürülememiştir. Ama Antikler için ideal olan bir siteden, bir kentten ve örneğin Atina ve çevresinde olanlardan (Atika) öte gidememiştir. Ulusal devletler Orta Çağ'a has çok uluslu imparatorlukların çözülüp dağılması sonucu ortaya çıkmıştır. Tüm modern toplum sözleşmesi kuramları aslında birer "ulusal toplum" tasarılarıdır. Bu konuda belki bir istisna olduğunu düşünebileceğimiz Jean-Jacques Rousseau bile “Toplum Sözleşmesi” adlı eserinde amacını “ulus oluşturmak” olarak belirlemiştir.

Halklar veya uluslar Rousseau’nun Thomas Hobbes’tan esinlenerek önerdiği toplum sözleşmesini kendi hayatlarına uygulamakla kendilerini bir ve aynı uygarlığın, yani modern insanlığın farklı ulusları olarak inşa edecektirler. Hobbes toplum sözleşmesini öyle bir tasarlamıştır ki tüm kültürler, toplumlar, uluslar, uygarlıklar aynı toplum sözleşmesini temel almakla aynı insanlığın farklı unsurlarını kuracaklardır. Sözleşmeci geleneğinin karşısında oluşan ve David Hume, Adam Smith, Adam Ferguson ve Hegel gibi isimlerle ilişkilendirilen tarihsel okul da modern dünyayı farklı ulusların biraradalığı olarak düşünmektedirler.

Hegel, modernlerin temel politik değerini “yurtseverlik” (“Patriotismus”) olarak tanımlarken elbette bu gerçeği dikkate almaktadır. Hegel’e göre, yurtseverlik “normal koşullarda ve yaşam ilişkilerinde toplumsal ortak varlığı tözsel temel ve erek olarak kavramaya alışmış olmak” demektir. 

Montesquieu, demokrasiyi ve dolayısıyla cumhuriyeti, monarşiden ve despotizmden farklı olarak etik bir toplum olarak tanımlarken temele aynı ülkenin aynı yasalarına tabi olmaktan kaynaklanan yurtseverlik duygusunu yerleştirir.

Fakat aynı zamanda David Hume ile Adam Smith arasında yurtseverlik duygusunu çoktan aşan bir insanseverliğin mümkün olup olmadığı üzerine bir tartışma yürür. Hume, "İnsanseverlik (benevolence) mümkün olsaydı herkes herkesin ikinci beni (second self) olurdu" der ve insanlık sevgisinin, insanın dar görüşlü olmasından dolayı mümkün olmadığını söyler. Buna karşın Smith, Kant’ın “misafir hakkı” dediği dünya vatandaşlığı ilkesinin sunduğu çerçeveyi aşan insanlık çapında yardımseverliğin yalnızca mümkün olduğundan değil, aynı zamanda zorunlu olduğundan hareket eder. İnsanlık çapında yardımseverlik, insan olmaktan kaynaklanan bir ödevdir ve bunun örgütlenip gerçekleştirilmesi tarihsel bir ödev olarak karşımızda durmaktadır.

Son otuz yılda kavram dünyamızda yaşanan büyük devrimlerden birisi, dikkat çektiğim gibi bu konuyla ilgilidir ve kendisini toplumu kavrayışımızda göstermektedir. Belirttiğim gibi modern insan topluma ulus perspektifinden bakmıştır. Bu bakımdan toplum olarak insanlık, Kant’ın "ebedi barış" tasarısının ve Hume-Smith tartışmasının da gösterdiği gibi ancak gelecekte gerçekleştirilebilecek bir ütopya olarak görülmüştür. 18. yüzyılda kaçınılmaz olan, bugün artık bir gerçeklik olmuştur. Son otuz yılda dünya çapında yaşanan gelişmeler, iletişim teknolojisinde yaşanan büyük devrimler, ulaşım araçlarınızda gözlenen muazzam yenilikler, dünya ekonomisinin her parçacığının dahi birbiriyle ayrılmaz bir şekilde iç içe geçmiş olması, dünya siyasetinde ortaya çıkan zorunlu çok yönlü yoğun ilişkiler ağı, günlük hayatımızın ayrılmaz parçası olan ve insanlığın kendisine insanlık olarak bakma olanağı sunan sanal dünya, toplum algımızı, farkında olmasak da köklü bir şekilde değiştirmiştir. 20. yüzyıl bu köklü değişikliğin hazırlayıcısı olmuştur. 

18. yüzyılda insanlar günlük hayatlarında insanlığa ait oldukları ulusun penceresinden bakarken dünyada yalnızca ulusların bir arada olduğunu görüyordu ve insanlığın toplum olarak kalıcı örgütlülüğü en fazla soyut, çok uzak bir ihtimaldi. Tikelden tümele bakılıyordu, fakat bir uluslar çokluğundan başka bir şey görülemiyordu. İnsanlık dediğimiz tümel bir bakışta görülemiyordu, ancak soyut olarak kavranabiliyordu.

Fakat bugün artık bu bakış tersine dönmüştür. 21. yüzyılın insanının günlük hayatındaki bakışında artık önce insanlık vardır. Bugün "toplum" dediğimiz zaman aklımıza ilk gelen toplum tasavvuru, Adam Smith’in bir kavramı ile belirtecek olursak “büyük insanlık toplumu”dur. Çağımızda insanlar kendi uluslarına insanlığın, yani tümelin penceresinden bakıyorlar. Hemen herkesin kendi ulusuna bakışının arasına büyük insanlık toplumu yerleşmiştir. Hemen herkes bugün artık insanlığı görebildiği oranda kendi ulusunu görebilmektedir ve onu, Mustafa Kemal’in hâlihazırda Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında talep ettiği gibi, büyük insanlığa dair bütünleştirici unsuru olarak görmektedir. 

Toplum kavramımızda yaşanan bu büyük dönüşüm, insanın doğal oluş durumunun bakışına dönüştür aynı zamanda. İnsan dünyaya bir insan bebeği olarak, yani büyük insanlık toplumunun potansiyel bir ferdi olarak gelir ve sonra sosyalleşme sürecinde aynı zamanda bir halkın, bir ulusun üyesi olmaya eğitilir ve şekillenir. Toplum kavramımızda son otuz yılda sessizce ve çoklarımızın henüz doğru dürüst idrak dahi etmediği büyük devrim, yaşadığımız kapsamlı radikal dönüşüm, bu doğal bakışa dönüştür denebilir.

Büyük insanlık toplumu fikri hâlihazırda Stoacılarda olan bir fikirdir. İnsanlığın tek bir anayasaya dayalı olarak örgütlenmesini savunur Stoacılar. Modern çağın başlangıcı olarak alınan Rönesans’ın büyük isimleri Rotterdamlı Erasmus ve Thomas Morus, Stoacıların idealini yeniden dile getirirler. Fakat bunu artık bir ideal olarak değil, bir zorunluluk olarak ifade ederler, çünkü artık bütün bir dünya kent olmuştur. Ünlü İngiliz filozofu John Locke, 17. yüzyılın sonunda üretimin artık dünya çapında gerçekleştiğine dikkat çekmiştir. 18. yüzyılın son çeyreğinde Adam Smith bu gerçeği tekrarlayıp büyük insanlık toplumunu kurmak için gerekli girişimlerin şimdiden yapılmasını talep etmiştir. Birinci Dünya Savaşı, bu gereklilik politik olarak geciktirildiği ve zamanında gerçekleştirilmediği için yaşanmıştır. Aynı şekilde İkinci Dünya Savaşı da. Bugün yeni bir dünya savaşı tehlikesi ile karşı karşıyayız. İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra bu konuda atılan adımlar artık tarihini doldurmuştur, yeni köklü değişikliklerle tamamıyla yeniden yapılandırılması gerekmektedir.

İnsanlık, tarihinde ilk defa pandemi sürecinde kendi kendisini bir bütün olarak deneyimlemiştir. Bu deneyim sırasında herkesin öncelikli sorusu insanlığın geleceği sorusu olmuştur. Fakat aynı zamanda insanlığın mevcut politik örgütlülüğünün insanlığın kendisine dair özalgısının ne kadar geride kaldığını da gördük elbette. 

Çağımızın yurtseverliğinin ölçüsü kent olarak artık bütün bir dünyadır. Kendisini bu bakışa uyarlayıp iç örgütlenmesini ve zihniyet yapısını buna göre düzenleyebilen uluslar, insanlığın gelecek yüzyıllarına damga vuran halklar olacaktır. Modern çağın milliyetçilikleri çoktan insanlık düşmanı olan şovenist bakışa dönüşmüştür ve böylece ulus sevgisiyle artık bir ilişkisi kalmamıştır. 21. yüzyılın yurtseverliği artık kendi ulusuna büyük insanlık toplumunun penceresinden bakabilenlerin bakışında şekillenmektedir.