Şefika Kutluer Festivali 24 Kasım'da başlıyor
Şefika Kutluer Festivali 24 Kasım'da başlıyor
Dünyanın en pahalı muzu
Dünyanın en pahalı muzu
Mehmet Ali Erbil hakkındaki iddianame
Mehmet Ali Erbil hakkındaki iddianame
Uğur Dündar'a açılan babalık davası
Uğur Dündar'a açılan babalık davası
123456789
Şefika Kutluer Festivali 24 Kasım'da başlıyor
Şefika Kutluer Festivali 24 Kasım'da başlıyor
Dünyanın en pahalı muzu
Dünyanın en pahalı muzu
Mehmet Ali Erbil hakkındaki iddianame
Mehmet Ali Erbil hakkındaki iddianame
Uğur Dündar'a açılan babalık davası
Uğur Dündar'a açılan babalık davası
123456789

Gömmek de kısmet olur umarım

Yusuf Kanlı

Kimse hiçbir diğer arkadaştan daha az milliyetçi, yurtsever ya da vatansever değildir. Hoşumuza gitmeyen laf eden herkesi “5’inci kolcu” ya da daha da iğrenç bir şekilde “Hain” diye damgalamak demokrasinin esasıyla çelişkili, ilkel bir düşünce yapısıdır.

Sıklıkla anlatırım Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nde görülen İngiltere’ye karşı Handyside davasını her demokratım diyen vatandaş ama öncelikle devleti yönetme pozisyonlarında oturan zevat iyi incelemelidir. Özetle, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi İngiltere’ye karşı 1976 yılında aldığı kararda “İfade özgürlüğü, sadece hoşa giden ya da insanları incitmeyen bilgi ve düşünceler için değil, aynı zamanda devleti veya toplumun herhangi bir kesimini inciten, şok eden veya rahatsız eden bilgi ve düşünceler için de geçerlidir” ibaresiyle o çok tartışılan ifade özgürlüğü sınırını net bir şekilde çizmiştir. Nokta.


Kabadayılığın faturası

Birleşmiş Milletler Barış Gücü üzerine dozer sürer, “Sür de korkma kaçacak” diye de ahkam keserseniz, sonuçları olacağını bilmeniz gerekir. Ülkenin baş diplomatı değil de bir “adi ustabaşı” demiş bu sözü diye savunma olmaz, emir aldı ki uyguladı ve ardı da sıvandı, bir kahraman olarak övüldü.

Yazdım daha önce. Ankara bu olayda kendini kucağına sıcak patates fırlatılan pozisyonda buldu, hoşlanmadı. New York planları vardı. Dünya lideri pozu falan hesaplanıyordu. Ukrayna ile şişen egoya Kıbrıs çuvaldızı batırıldı. Emir geldi, “Düzeltin bu saçmalığı, hemen!”

Emri veren sıradan bir adam değil. 80 yaşında Atatürk gibi çizme giyip Kocatepe’ye çıkamasa da lüks makam odasında volta atıp tesbih çeken, güç sarhoşu arkadaş hiç değil. Gözleri büyüdü mü, “Eyyyy” diye kükredi mi yedi cihanı dize getiren birisi lafı eden.


Keskin sirke kabına zarar

Ne oldu? Cürümü yapana çözdürdü. Efendi efendi güya BM ile görüşürmüş gibi, tanınmadan asla olmaz dediği Rum ile al-ver tartışmasına girdi. 40 yıldır tüm yönetimlerin asla olmaz, orası Türk toprağı, KKTC hudutları içerisinde, BM’ye sadece devriye yapma izni verdik, orası ara bölge değil dedikleri bölgenin ara bölge olarak BM yönetiminde imara açılması karşılığında Pile halkının sorunu çözülür gibi oldu.

Kim yaptı? İki devleti kabul etmeden Rumla asla görüşme olmaz diyen. Nasıl yaptı? Görüşe görüşe, ödün vere vere.

Keskin sirke kabına zararlı. Rum verilen lütfu birkaç haftaya anlar, başka lütuflar peşinde koşar. Yeni görüşmecimiz başarılı taviz veriyor, umarız almayı da becerir.

Şimdi varılan uzlaşının bazı sıkıntıları var. Hem Pile kapısını alır, hem de Ruma verdik dediğimizi vermeden durumu idare edebilir miyiz? Zor kardeşim, diplomaside işler öyle yürümez.


Bob'u anarken 

Amerikalı bir dostum dinle ilgili konulara geldiği zaman “That’s it” diye kestirip atar, klişe bir cevap verir, anlayışlı olmamı beklerdi.

Ömrünün büyük bir çoğunluğu Türkiye ve Irak topraklarında geçmiş bir asker, ya da daha çekici olsun istihbarat görevlisiydi arkadaşım. Bir gün Kuzey Irak’ta misafir olduğu bir yerel ağanın ikramından gıda zehirlenmesine uğrayıp yataklara düştü. Ardından, zaten karaciğer sorunları vardı, bu mikrobik rahatsızlıkla bağlantılı olarak sağlık sorunları kötüleşti. Bu durum dolayısıyla biraz da istemeye istemeye emekli oluncaya kadar Baba George Bush’un kilit ekibinde idi.

Bob ile tanışıklığım 1980’lerin ikinci yarısına dayanmasına rağmen, 1990’lı yılların sonuna kadar benim açımdan “istihbarat kaynağı” onun açısından da “toplumun nabzını tutan bir gazeteci” ötesinde bir ilişkim yoktu. Eşi Rose ile daha tanışmamıştım o günlerde.


Milliyetçilik, yurtseverlik

En sevdiğim çalışma alanlarından birisiydi Karum binasının altıncı katındaki ofisim. Gazete yeni Doğan Holding’e satılmış ve bir anda ne kadar kötü yönetildiğimiz acı gerçeği ile burun buruna gelmiştik. Çok uzun yıllar süren kötü yönetimin sonucu oluşan çok ciddi sorunları aşmaya çalıştığımız bir dönemdi.

Bir gün milliyetçilik ve vatanseverliği karıştırmamak gerektiğini, Türkçede çok ciddi bir kavram karışıklığı olduğunu, milliyetçilik kavramının kökeninde ırksal birliktelik falan var sandığımızı halbuki İslam’a göre tek millet olduğunu, bunun da ancak İslam milleti olabileceğini anlatmaya çalışmıştım. Aynı yazıda vatanseverliğin ya da yurtseverliğin ise bizim kullandığımız anlamda milliyetçiliğin doğru tanımlaması olabileceğini vurgulamıştım. Bugün de aynı görüşteyim. 25 yıl fazla bir şey değiştirmemiş.

Bir gün sabah toplantısından çıktığımda Handan Hanım beni Bob isimli bir yabancının aradığını, öğleden sonra Türkiye’den ayrılacağını, mümkün ise bir kahve içmek için beni ziyaret etmek istediğini söyledi.

“Olur” dedim, “Nereyi arayacağını biliyor musun?” Daha Handan Hanım cevap vermeden ekledim, “Bob hep Hilton’da kalır, ara davet et lütfen!”


Aykırı Bob haklıymış

Kahve diye gelen Bob ile akşamüstüne kadar “Milliyetçilik” ve “Yurtseverlik” üzerine entelektüel bir tartışma yaptık. Türkiye’de bu kavramların çok kirletildiğini ve birbirine karıştırıldığını söyleyip durdu. Ataları İrlandalı olan, Amerikan kazanında eski kıta anlayışından farklı bir vatan ve yurtseverlik bilincine sahip Bob ile birçok alanda uzlaşır gibi görünsem de temelde bir türlü anlaşamıyordum. Benim yazımda tarif etmeye çalıştığımdan öte milliyetçiliği neredeyse tüm günahların başı gibi gösteren, yurtseverliği ise aynı vatanda bir ebru gibi tüm renkleri yansıtan, bir senfoni gibi uyum içinde seslerini birleştiren, kökeni ne olursa olsun beraber gelecek kuran insanlar, o insanların üzerinde doğa ve diğer yaşayanlarla uyum içerisinde olmalarını vurgulayan Bob bana oldukça aykırı gelmişti o gün.

Değilmiş. Ben çok katı çizgilere kendimi hapsetmeye, üstelik de bir aydın olarak başkalarına “zincirlemeyin kendinizi” diye laf ederken, çok alışmışım. Kolayıma gelmiş.

Rahatsızlığı ve emekliliğe ayrılması sonrasında kardeş gibi olduk Bob ile. Türkiye’ye geldiğinde ben ve dostlarımla bir araya gelir, Amerika’ya gittiğimde birlikte zaman geçirmeye çalışırdık. O zamanlar daha mektup çağıydı biraz, bolca elektronik mektup atar, danışır, sohbet ederdik. Rose ile de bu son dönemde karşılaştık. Hastalığının son evresinde Bob’un mesajlarını o yazıyordu, benimkileri ona okuyordu. 


Son görüşme

Ta ki bir gün, halbuki Stanford Üniversitesi'nde benim verdiğim “Siyasi İslam ve Türkiye’nin AKP tecrübesi” başlıklı konuşmam için bir araya gelmiştik. 10 Ekim 2015. Türkiye tarihinin en büyük katliamlarından birisinin Ankara Garı önünde siyasi İslamcı teröristlerce sahnelenmesinden saatler sonra ben kürsüde siyasi İslam’ın dört halife devrinden bu yana İslam milletine neler yaşattığını Ankara’da yaşananları da örnek vererek anlatmaya çalıştım. San Francisco'dan ben New York oradan da Ankara’ya devam ettim. Bob kendi evine döndü. Son görüşmemizmiş meğer.


Hayatta rasgele bir şey olmaz

Hayatta rasgele hiçbir şey olmaz derler ya, inanasım var. Zihni gelişimimde yolumun kesiştiği kendine has duruşu olan onlarca diğer arkadaşım gibi Bob’un da büyük katkısı var.

Milliyetçi takıntının başımıza açtığı onca sıkıntıyı, ilk ciddi toprak tavizinin bu sıkıntıyı yaratan milliyetçi arkadaşımız eliyle yapılmış olmasını belki ders alırız diye ümit ederek hatırlatmak istedim.