Şefika Kutluer Festivali 24 Kasım'da başlıyor
Şefika Kutluer Festivali 24 Kasım'da başlıyor
Dünyanın en pahalı muzu
Dünyanın en pahalı muzu
Mehmet Ali Erbil hakkındaki iddianame
Mehmet Ali Erbil hakkındaki iddianame
Uğur Dündar'a açılan babalık davası
Uğur Dündar'a açılan babalık davası
123456789
Şefika Kutluer Festivali 24 Kasım'da başlıyor
Şefika Kutluer Festivali 24 Kasım'da başlıyor
Dünyanın en pahalı muzu
Dünyanın en pahalı muzu
Mehmet Ali Erbil hakkındaki iddianame
Mehmet Ali Erbil hakkındaki iddianame
Uğur Dündar'a açılan babalık davası
Uğur Dündar'a açılan babalık davası
123456789

Şiirden Düzyazıya: Felsefe Açısından Bakış ve Sartre

Ali Osman Gündoğan

Filozoflar genelde sanatı ama özel olarak edebiyat ve edebiyat içinde şiiri küçümserler. İçinde felsefi fikirler bulunan edebi eserleri de “felsefemsi” olarak adlandırırlar. Bizim dünyamızda destan, masal, halk hikayeleri, deyişler, şiir felsefeye göre çok daha eski ve öne çıkmış edebi türler olarak görülür. Hatta bir Türk Felsefesi kavramına mesafeli durulur. Mehmet Kaplan, “Bir Türk Felsefesi yoktur, fakat bir Türk Edebiyatı vardır ve bu edebiyat duygular, hayaller ve semboller vasıtasıyla Türk milletinin hayat karşısında aldığı tavrı, yani Türk’ün insan, kâinat, toplum, din hakkındaki görüşlerini canlı bir şekilde ifade eder” der.

Mehmet Kaplan’ın ifadelerinde ön plana çıkan duygu, hayal ve sembol kavramlarıdır. Bu kavramlar insanidir ve aynı zamanda insanı tanımlarken de kendilerine başvurulur. Ama felsefe denildiğinde bu kavramlar yerine akıl ve kavram kavramının bizzat kendisi geçer. Bununla söylenmek istenen şudur: Duygu, hayal ve sembol ile felsefe yapılmaz. Bunlar edebiyatın kullandığı söz için uygun kavramlardır. Felsefe yapmak için kullanılan söz ise "logos"tur ve edebiyatın sözünden ayrılır. Bununla hayal, duygu ve sembollerde fikir yoktur gibi bir anlamı kastetmiyorum. Elbette onlarda felsefi denilebilecek fikirler bulunur ama asıl olan onları felsefileştirmek, kavramsal bir düzeye yükseltmektir, duygu ve hayal konusu olmaktan çıkarıp aklın konusu haline getirmektir.

Sartre, 20. yüzyıl için felsefeye bir rol biçer: “Ben bugün felsefeyi bir dram gibi düşünüyorum. Bugün artık sorun, neyse o olan özlerin durgun halini seyre dalmak değil, bir olaylar zincirinin kurallarını bulmak da değil artık. Bugün sorun, insandır hem etken hem bir aktör olan insan. Çünkü o, dramını hem yazıyor hem oynuyor, durumunun çelişkilerini yaşıyor, kişiliğini harcayasıya, düğümlerini çözesiye. Bir tiyatro oyunu (Brecht’inki gibi destansı ya da dramsı) bugünün insanını sahnede göstermenin (yani düpdüz insanı göstermenin) en uygun yoludur. Felsefe de bir başka bakımdan, bu insanla uğraşma kaygısındadır. İşte bunun için tiyatro felsefemsi ve felsefe de bir dramsıdır bugün”.

Sartre, bu sözleriyle felsefenin asıl konusunun insan olduğunu ve onu anlatmanın yolunun da tiyatrodan geçtiğini söylemek ister. Çünkü insanı ne ise o olarak kavramlarla göstermek mümkün değildir. İnsan, kavramlara ya sığmaz ya da kavramlar çok bol gelir. Onu, yaşantı halinde kendi varoluşu olarak tasvir etmek esastır. Bu bakımından Sartre felsefe için edebiyatı kullanır ve geleneksel felsefenin tarzından uzaklaşır.

Aristoteles, Poetika’sında şiir ve tiyatroyu edebi türler içerisinde en üstte görür. Bu ikisi tragedyada buluşur. Çünkü tragedya hem görsel hem de müzikle ilgili olmak üzere iki sanatı buluşturur. Tragedyanın amacı da ruhu, korku ve acıma uyandırmak suretiyle tutkulardan arındırmaktır, katharsistir. Sanatın amacı bir bakıma katharsistir ve gerçekliği taklit etmek suretiyle bunu yapar. Bu, aynı zamanda bir techne’dir. Aristoteles’in hocası Platon, talebesine göre bu hususta oldukça keskindir ve sanatçının, şairin gerçekliği doğru dürüst taklit bile edemediğini düşünür.

Sanatın bir taklit olarak ele alınması ve onun yaratıcı bir eylem, bir poiesis olarak düşünülmemesi, öznenin merkezileşmesi düşüncesine kadar devam eder. Descartes ile birlikte merkezde öznenin yer almaya başlamasıyla birlikte sanatçıya biçilen rol de değişir. Artık sanatçı etkin, yaratıcı bir rol üstlenir. Mimesis’ten poiesis’e, taklitten yaratıcılığa doğru bir gidiş sağlanır. Kant, sanatçının deha olduğunu, sanatın da dâhinin ürünü olduğunu düşünür. Artık sanat taklit olarak değil, zenaat taklit olarak anlaşılır.

Edebi eserler, açıklanmak için değil, anlaşılmak için yazılmıştır düşüncesi, bu tür eserlerin teoriler tarafından açıklanmasının imkansızlığına işaret eder. Çünkü bu tür eserlerin teorilere sığmadığı fikri, hareket noktasıdır. Zira teoriler, aynı zamanda kavramsal şemalar sunarlar. Edebi eserler ise bu kavramsal şemaların dışında kalır. Kavramsal analizler yerini betimsel olana bırakır. Betimsel olan ise felsefi olandan farklı bir dil kullanmayı talep eder. Bunun için hem edebiyat hem felsefe dili kullansa da dilde kullandıkları sözün mahiyeti arasında fark vardır. Bu fark, Dilthey’ın şu iki ifadesinden hareketle anlaşılabilir: “Sanat, yaşamayı anlamanın organonudur” ve “Edebiyat, yaşamın betimlenmesi ve ifadesidir”. Tarihselci ve yaşam felsefesi filozofu Dilthey için yaşam deneyimi esastır. Yaşam, doğal bir durum değil, tinsel bir durumdur. Ancak doğal olan, nomotetik olan açıklanabilir. Ama idiografik olan yani tekil olan herhangi bir şekilde yasalaştırılamayacağı için o, anlamanın konusu olabilir. Anlama da saf bir yorumlamadır.

Sanat alanında şiiri en yüksek noktaya Alman Romantikleri taşır. Şiiri bir şey anlatma değil ama bir şey inşa etme olarak görmek, şiirin en yüksek aşamaya yükseltilmesine hizmet eder. Schiller’in, “Şiir sanatı insanlığa olanaklı en yetkin ifadesini verebilen en üstün etkinliktir” sözü şiiri, felsefenin de bilimin de üstüne yükseltmek anlamına gelir. Şair Hölderlin, Alman Felsefesinde şiir üzerine en etkili olan şair olarak şiiri, sonsuzu sonlu olanda ifade etme sanatı olarak görür ve bu bakımdan şair, bir dâhidir. Bütün bir varlık, Mutlak Tin’in kendisini gösterdiği ve gerçekleştirdiği oluş içindeki dünyadır ve bu dünyada Mutlak Tin, deha sahibi olan şair vasıtasıyla kendini gösterir. Schelling ve Hegel’de de aynı durumu görürüz. Dahi, Tanrı’dan tanrısallığı ödünç alandır ve tanrısallık, onun vasıtasıyla biricik ve tekil olanda kendini gösterir. Nitekim Hegel, şiir sanatını diğer bütün sanatların üstüne yerleştirir ve “şiir sanatı” der, “tinin ve onun tin olarak dışlaşmasının mutlak ve gerçek sanatıdır” diye düşünür.

Şiir konusunda, Hölderlin’den de etkilenen Heidegger en üst söz olarak şiiri ön plana çıkarır. Çünkü şiir yoluyla varlık kendini ifşa eder ve özne kendini kendisi olarak ortaya koyar. Zira varlık şiirseldir ve varlığın anlamı, bu şiirsellik içerisinde kavranabilir. Böylece şiir, var olanı olduğu gibi göz önüne getirir. Bu, söz olarak "logos"un en üst ifadesidir. Şair, bir tür filozoftur.

Yazımın baş tarafında bir sözünü paylaştığım Sartre, şiir hakkında çok daha farklı düşünür. Düzyazı ile şiiri birbirinden ayırır ve yazar için asıl olarak bağlanmayı esas gördüğünden ötürü de “Şairler konuşmaz, susmaz da” der. Çünkü şairler için sözcükler birer nesne gibidirler. Nesneler konuşmaz.

Sartre resim, heykel ve müziği düzyazıdan ayırır. Çünkü düzyazı, imlerin egemen olduğu yerdir. Düzyazı dışındaki sanat türlerinde sanatçının insana kılavuzluğu yoktur. Söz gelimi resimde ressamın çizgileri dilsizdir. Dilsiz olanda istediğimizi görebiliriz. Şairle ise yukarıdaki ifadesinde olduğu gibi konuşmazlar ama susmazlar da. Onlar bambaşka bir iş yaparlar. Çünkü onların dili, sözcükleri birer nesne gibi gördüklerinden ötürü araç dil değildir.

Sartre’a göre düzyazı, “özü gereği yararcıdır”. Bunun için yazar, bağlanır ama şairin bağlanması yasaklanmalıdır. Düzyazı söz üzerine kurulduğu için bir şey anlatır. Şair de sözü kullanır ama yazarın sözü, “birer nesne değil, nesnelerin belirtilmesidir. Burada sorun, sözcüklerin hoşa gidip gitmediklerinde değil, “dünyadaki nesnelerden birini ya da bir kavramı doğrulukla belirtip belirtmedikleri, gösterip göstermedikleridir”. Düzyazı gönle değil, zihne hitap eder.

İnsan neden yazar? Sartre, “başkalarına aktarılacak kadar değerli bir şeyiniz” varsa yazarsınız der. Burada, başkalarına söyleyecek bir şeyleri olmak yeterli değildir, onların değerli olması da gerekir. Yazarın başkalarına anlatırken laf yerine sözü kullandığının göstergesi de dünyanın görünüşünü örten perdeleri kaldırmak, bir hakikat tutumuna sahip olmaktır. Dünyayı örten perdeleri kaldırmak, dünyanın durumunda bir değişiklik yapmaktır. Ancak her yazar farklı tarzda perdeleri kaldırır ve farklı tarzda dünyada değişiklikler yapar. Çünkü her yazarın değiştirmek istedikleri farklıdır. Değiştirmek istenilenlerin farklılığı, yazarlar arasında söyleme farklılığını da ortaya çıkarır. Çünkü her yazar, belli bir şeyi belli bir biçimde söyler. Bu söyleyiş farklılığı, üslup farklılığıdır. İnsanı yazar yapan da üsluptur. Sartre açısından söylersek, insan “belli bir biçimde söylemeyi seçtiği için yazardır”. Öyleyse her söz söyleyen yazar değildir ve onu yazar yapan, dünyayı örten perdeleri kaldırmak ve sözün o perdeleri kaldıracak bir üslupla söylenmesini sağlamak. Üslup, önemli olmakla birlikte Sartre için belki daha derinden bir neden vardır. Sanatsal yaratımda asıl önemli olanın, “dünyaya oranla daha değerli olduğumuz” duygusudur bu. Dünya, orada öylece durmaktadır. Biz, orada öylece duran dünya karşısında, dünyaya oranla kendimize göre bir dünya inşa etme ihtiyacı da duyarız. Bu ihtiyaç, farklı bir yaratma güdüsüdür de. Sanat, buradan kaynaklanır. Bu yaratma, bir öznenin yaratmasıdır ve Sartre için özne de kendi kendini yaratandır. Öylece orada duran dünya, kendi kendini yaratan özneye göre bir anlam kazanmaya başlar. Özne, bu anlamı belli bir üslupla açığa vurduğunda dünyayı örten perdeleri de kendi tarzınca kaldırır. Dünya, yazara göre bir dünya haline dönüşür ve nesnelliğini kaybeder.

Yazar, yazmak için kendi kendini görevlendirendir. Ona hiç kimse yazması için görev vermez. Bunun için gerçek yazar, gerçek aydındır da. Yazması ve konuşması için görev verilenler ancak sahte yazar ve sahte aydın olabilirler. Gerçek aydın ve yazarın da en önemli düşmanları onlardır. Öyleyse yazar, önemli ölçüde kendisi için yazmış olmaz mı? Başkalarına söyleyebilecek değerli şeyleri olanların yazdığı bir durumda gelinen nokta açısından bir çelişki içinde değil miyiz?

Sartre için bu durum, başkaları için yazmaya engel değildir. Çünkü yazmanın antitezi okumadır. Yazmak, bir bakıma bir örgü örmektir. Okumak ise o örgüyü çözmek gibidir. Kendi örgümüzü başkasının çözmesi, kendi çözmemiz gibi değildir. Bunun için yazar, kendi yazdığını başkası gibi okuyamaz. Okuma, başkası için yazarın sunduğu bir imkân gibidir. Bunun için bir metin, “yazarla okuyucunun birleşik çabası” ile ortaya çıkar. Okuyucu, sadece sözcüklere bağlı kalarak anlam aramaz. Okuyucunun da bir icadı vardır. Bir metinde harfler ve sözcükler değişmediği halde o metnin okuyucusu kadar anlamı da vardır. Çünkü kelimeler değil, onların imlemi anlamı ortaya koyar. Şiirde bu yoktur. İşte bu imlemi bulup ortaya çıkaracak olan okuyucudur. Her okuyucuda ortaya çıkacak imlem farklıdır. Her okuyucu, ortaya çıkaracağı imleme göre bir icat yapar. Bu açıdan yazma ne kadar öznel ise belki daha da fazlası okuma için geçerlidir. Yazarla okur arasında, okurun sanki yazarı tamamlayıcı bir etkisi vardır. Bu tamamlama işi için de yazar okuyucuya yol gösterir. Yazarın “koyduğu işaret kazıklarının arası boştur, bu boşlukların ötesine geçmek gerekir”. Bunu okuyucu, araları doldurarak yapar.

Sartre’a göre yazar için edebi bir nesne yoktur. Edebi nesne okuyucu için vardır, bu da “okuyucunun öznelliğinden başka bir şey değildir”. Gerek yazarın gerekse okuyucunun bu tutumları felsefe ile kolay bağdaşabilir değildir. Özellikle tümel bir bilgi peşinde olan felsefe için böylesi bir yazar-okuyucu diyaklektiğinde ortaya çıkacak olan şey, iki farklı öznelliğin buluşmasıdır. Yazar, okuyucu vasıtasıyla kendi öznelliğinden kurtulmak istemekle birlikte okuyucunun öznelliğine yakalanır. Ama okuyucunun öznelliği yazara kendi dışında bir kapı açmak suretiyle yazar, kendi öznelliğinin dışına çıkar. Tam da bu durumda metnin anlamı yakalanır ve edebi yaratma da tamamlanmış olur. Okuyucu ile karşılaşmamış bir metin anlam bakımından henüz tamamlanmış bir metin değildir. Böylece yazar ve okuyucu, dünyayı örten perdeleri birlikte kaldırmış olurlar. Yazar, bu süreç içerisinde eserinin anlam bakımından tamamlanması ve kendi öznelliğinden kurtulabilmesi için okuyucuya çağrıda bulunur. Her metin, bir çağrıdır.

Sartre’a göre edebiyat kendi özerkliğinin bilincine varmaz, bir ideolojinin boyunduruğu altına girerse yani herhangi bir kayda ve şarta bağlanmadan bir amaç olmaktan ziyade bir araç durumuna düşerse, kendine yabancılaşır. Peki, edebiyat nerede kendi bilincine varır? Sartre’ın cevabı, “sınıfsız, diktatoryasız ve duruklaşmamış bir toplumda” biçimindedir. Burada benim için önemli olan nokta şudur: Böyle bir toplumda “somut evrensel varlığı somut evrensel varlığa anlatmak” amaç ve görevini yerine getirerek insani özgürlüğün gerçekleşmesine hizmet etmek, edebiyatın temel amacı haline gelir. Sartre’ın bu düşüncelerinde genel felsefesi itibarıyla eleştirilecek yönler bulunabilir. Yazar, ona göre angaje olmalıdır. Angaje bir edebiyat, amacı kendi içinde taşır. Bunun için edebi eser, kendisi bir amaç olduğu için bir amaç gütmez. Oysa edebi eserin bir çağrı olması, onun bir değerin peşinde koştuğu anlamına da gelir. Ayrıca özgürlüğün gerçekleşmesine hizmet etmek, özgürlüğün gerçekleştirilen bir şey olduğunu dile getirmek demektir. Özgürlüğün gerçekleştirilen bir şey olması, edebiyat aracılığıyla dünyaya çeki düzen vermek, dünyayı edebiyat yoluyla yeniden inşa etmek, onu değiştirmekten başka bir şey değildir. Oysa Edebiyat Nedir? adlı çalışmasında şunu söyler: “Çünkü sanatın en son ereği de budur: Dünyayı olduğu gibi ama sanki kaynağını insani özgürlükten alıyormuş gibi göstererek yeniden ele geçirmek, yakalamak”. Özgürlük ile bağlanmak, bağlanmak ile özerklik, özgürlük ile dünyayı değiştirmek ama öte taraftan onu olduğu gibi yakalamak düşünceleri arasında sıkı bir bağ var gibi görünüyor. Onun düşüncesinde felsefe, var olanın varlığını göründüğü biçimiyle dile getirmektir. Var olanın varlığının göründüğü biçimiyle dile getirilmesi, onun edebiyat aracılığıyla betimlenmesidir. Bu betimlemede özgür olan yazardır ve yazar, edebiyat aracılığıyla da hem kendi özgürlüğünü gerçekleştirir hem de özgürlüğün gelişmesine katkıda bulunur. Bu bakımdan “yazmak, özgürlük istemenin bir biçimidir; bir kez yazmaya başladınız mı, ister istemez bağlanmışsınızdır”.

Sartre’ın düşünceleri çerçevesinde şiir, felsefeye uzaktır. Felsefe, bir şey söyler ama şiir söylemez. Felsefe için insan varoluşu ve hayatı söz konusu olunca, felsefeye düşen de insanın bu varoluş dramını betimlemektir. Betimleme işini de düzyazı yapar. Felsefeye uygun olan da düzyazıdır. Ama her düzyazı da felsefe değildir.

Mehmet Kaplan’ın ifadeleri çerçevesinde kendi kültürümüzde felsefe-edebiyat ilişkisi belki de felsefe açısından değerlendirilmeyi bekleyen en önemli kaynak gibi durmaktadır.