Şefika Kutluer Festivali 24 Kasım'da başlıyor
Şefika Kutluer Festivali 24 Kasım'da başlıyor
Dünyanın en pahalı muzu
Dünyanın en pahalı muzu
Mehmet Ali Erbil hakkındaki iddianame
Mehmet Ali Erbil hakkındaki iddianame
Uğur Dündar'a açılan babalık davası
Uğur Dündar'a açılan babalık davası
123456789
Şefika Kutluer Festivali 24 Kasım'da başlıyor
Şefika Kutluer Festivali 24 Kasım'da başlıyor
Dünyanın en pahalı muzu
Dünyanın en pahalı muzu
Mehmet Ali Erbil hakkındaki iddianame
Mehmet Ali Erbil hakkındaki iddianame
Uğur Dündar'a açılan babalık davası
Uğur Dündar'a açılan babalık davası
123456789

Gerçeğe karşı yalan

Ali Osman Gündoğan

20. yüzyılın sorunu, anlam sorunu idi. Varoluşçularda insan hayatı ve varoluşunun anlamı, Viyana Çevresi filozoflarında da dilin anlamı sorunu öne çıkıyordu. 21. yüzyılın ilk çeyreğinde de bu sorunun önemli ölçüde devam ettiğini, hatta bizim ülkemizde daha da şiddetli bir biçimde kendini gösterdiğini söylemek mümkün.

Viyana Çevresi filozofları ve bilhassa Wittgeinstein, geleneksel pozitivizmin, anlam ölçütü olarak ele aldığı doğrulanabilirlik ilkesini dile uyguladı. Böylece de dilin sınırlarını, dünyanın sınırları olarak ortaya koydu. Felsefeyi de önermelerin anlamını ele alan bir etkinlik olarak nitelendirdi. Temel ölçüt doğrulanabilirlik olduğu için de etik, estetik, metafizik önermeleri anlamı olmayan önermeler olarak adlandırdı. Böylece de anlamı olmayan ama insanları derinden etkileyen konuşma biçimlerinin önüne geçmek istedi. Felsefeyi içi boş konuşmalardan kurtarmaya çalıştı. Ancak dilin anlamının, sadece bir cümlenin bir olgu bağlamına karşılık gelmesiyle gerçekleşen bir durum olmadığını gördü ve dil oyunları kuramı ile resim kuramında ortaya koyduğu düşüncelerden de önemli ölçüde vazgeçti.

Söz, olanı olduğu gibi dile getirdiğinde doğrudur. Olanı olduğundan başka ya da olanı olmamış, olmamışı da olmuş gibi dile getirdiğinde de yanlış olarak ifade edilir. Yanlışın, bulanıklığın, belirsizliğin önüne geçmenin yolu, sözün ifade etmek istediği şeyin var olanlar arasındaki yerinin açık bir biçimde belirlenmesine bağlıdır. Buna rağmen eğer söz olanı olmamış, olmamışı da olmuş, var olanı var olmayan, var olmayanı da var olan olarak bilinçli ve niyetli bir biçimde dile getiriyorsa yalan olarak adlandırılır.

Her yalan yeni bir oyun başlatır ve ona inananlar da o oyuna ortak olurlar. Oyun esnasında yalandan kaynaklanan ve olması mümkün olmayan sahte anlamlar ve değerler ortaya çıkar. Sahte olanın gerçek olanın yerine geçmesidir bu. Yalan, oyunun kurallarını da oluşturur. Oyuna ortak olanlar için artık yeni bir hayat başlar. Bu hayatın değerleri, anlamları, eylemde bulunma biçimleri, ilişkileri kurma tarzları da farklılaşır. Böylece yalan, başka bir dünyanın kurulmasına atılan adımdır. Her yalan, olmuş olandan, var olandan uzaklaşma, olmamış olana, var olmayana yaklaşmadır. Burada ontolojik bir inkâr ya da kasıtlı bir reddetme vardır. Bu durum, olmuş olandan, var olandan kendimizi sıyıran, onun bizi sıkıştıran ve bunaltan zamanına karşı kendimizi geçici de olsa rahatlatma isteğinin yanlış sonucudur. Bu yanlış sonuç, yanlış bir hayatın da başlangıcı olur. Bu yanlış hayat, bir yerlere götürse de gidilen yerden geri getiremez.

"Yalanın İcadı" adlı bir filim var. Hiç yalan söylenmeyen ve yalanın ne olduğu bilinmeyen, bu sözcüğün henüz icat edilmediği bir dünyada ilk defa yalan söyleyen ve yaptığı işin adını bile bilmeyen bir adamın başından geçenleri anlatıyor film. Kahraman, iki yalan söylüyor: İlki, 800 dolarlık ev kirasını ödemek zorunda ama bankada 300 doları var. Görevliye 800 doları olduğunu ve hepsini alması gerektiğini söylediği zaman görevli, hesabında 300 dolar göründüğünü ama muhakkak bankanın hata yaptığını, bundan dolayı kendisinden özür dileyerek 800 doları bizim kahramana veriyor. Burada ilginç olan, görevlinin hiçbir biçimde kendisine yanlış bir şey söylenebileceğini düşünememesidir. Çünkü böyle bir şey, hiç yalan söylenmeyen bir dünyada mümkün değildir. Çünkü o dünyanın insanları yalanı tanımazlar, bilmezler. İkinci yalan, kahramanın hayatını tamamen değiştirir. Ölüm döşeğinde yatan annesinin ölümden sonrası için kaygılarını yok etmek ve annesini mutlu etmek için gideceği yerde yok olmayacağını, oranın son derece iyi olduğunu ve orada dostlarıyla da buluşacağını söylemesidir. Bu durum, sadece kendisi için değil, bütün insanlar için yeni bir dünyanın yaratılmasının da başlangıcıdır. Ölümden sonrası hakkında söylediklerini nereden bildiği soruları üzerine, artık yeni şeyler söylemek zorundadır. Bu, yeni yalanlar uydurmak zorunda oluşu anlamına gelir.

Yalan, yalanı üretir. Yalan, başka yalana muhtaçtır. Hiç kimse onun söylediklerinden kuşku duymaz. Çünkü hiç kimse bir başkasının yaşamadığı, bilmediği bir şeyi başkalarına söyleyebileceği ihtimaline sahip değildir. Bu filmin bazı farklı gönderimleri olsa da şunu savunur: Yalan, bizim medeniyet dediğimiz şeyin oluşmasında büyük bir etkiye sahiptir. Medeniyet, önemli ölçüde yalan üzerine kuruludur. Burada birkaç soru akla gelebilir: Bilme imkânımızın olmadığı yerde inanma eğilimimiz, olmayan şeyleri dile getirmeye mi yol açar? Bu eğilimi harekete geçiren hayatın bizzat kendi gereklilikleri midir? İnsanın bu özelliği, onun aynı zamanda en zayıf tarafı mıdır? Eğer öyleyse insanın bu zayıflığından kaynaklanan durum, zayıflığı kullanma sonucunda büyük bir güç elde etmeye mi yarar?

Dilin dünyanın sınırlarını aşması, her durumda anlamsız önermeler mi kurdurtur? Sanırım bütün mesele, akıl sahibi olmakla birlikte akıldışılığa meyleden tek varlığın da yine insanın kendisi olmasıdır. İnsanın bu eğilimi, onun anlam arayışında onu farklı tarzda hareket etmeye ve olguyu aşan değerler ortaya koymaya itmektedir. Değer-olgu ilişkisi tartışmalı olmakla birlikte olgunun değer yüklü olması yanında değeri, olgudan önce ve olguyu aşan bir şey olarak görüp olguyu biçimlendiren anlamlar olarak değerlendiren görüşler vardır. Burada temel bir sorun kendini gösteriyor: Eğer değer olgudan önce ise ve olgu kendisinden önce var olan değere göre bir anlama kavuşacaksa, olgudan bağımsız bir değer dünyasının apriori varlığının teminatı nedir? Bunun bilgiye dayalı ikna edici bir cevabı yoktur. Ayrıca böyle bir görüş, hayatın anlamını, hayatın gerçekliğinden uzaklaştırma tehlikesini de içinde taşır. Böyle bir anlayış, insanın hem kendisine hem dünyaya hem de hayatın gerçekliğine yabancılaşmasının da nedeni olur.

İnsan, verili olan gerçeklik tarafından tatmin edilemez. Bu gerçeklik, insan varlığının bütününü kuşatamaz. İnsan, kendisini çevreleyen gerçekliği aşmak, ona alternatif dünyalar yaratmak ister. Sanat, buradan beslenir. Roman, tiyatro, öykü, şiir, resim, müzik bu dünyaya bağımlılığımıza karşı bir isyandır da. Çünkü yaşadığımız dünya, her şeyin elimizde olmadığı bir dünyadır. İstediğimiz ile yaptığımız, beklediğimiz ile bulduğumuz şeyler arasında derin boşluklar ve orantısızlıklar vardır. Bunun için yeni dünyalar arama, yaratma arayışı, ontolojik olarak mümkün olmasa da sanatsal, felsefi açılardan elbette mümkündür. Sorun, yeni yaratılan dünyaların ve anlam arayışlarının yeni bağımlılıklar yaratmaması ve dünya ile ilişkiyi koparmayacak tarzda olmasıdır. Sorun, dünyayı reddetmeden dünya karşısında onu aşmaya yönelik tavır alabilmektir. Ancak bu tavır alış, dünya hakkında bilgiyi gerektirir. Dünyayı bilmeden, onun gerçekliğinin özü hakkında bilgi sahibi olmadan tavır alış, tatmin edici değildir, hatta bir kaçıştır. İşte yalana dayalı anlam arayışı ve yeni bir oyun, bir kaçış ve zayıflığın sonucudur. Söz ile gerçekliğin kopuşu, gerçekliğin söz tarafından üstünün örtülmesidir.

Yalan, gerçeklik karşısında insanın zayıflığından kaynaklanan nedenlerle genelde kendisini, zaman zaman da başkasını koruma ya da başkasını zehirleme konusunda zekânın kötü niyetidir. Bu kötü niyet, insanın sadece başkasını değil, kendisini de kandırmasına neden olur. Kendisini kendi sözüyle kandıran insan için artık o yalan olmaktan çıkar ve inanç konusu haline dönüşür. Bu durum, derin psikolojik yarılmaların da nedenidir. Kişinin kendisine dönen yalan, kişinin kendisini zehirler. Yine de bir sözün yalan olup olmadığını bilen, sözün sahibidir.

Hiçbir değerin olmadığı bir dünya, anlamsızdır. Orada ne doğru ne yanlış, ne iyi ne kötü, ne güzel ne de çirkin vardır. Böyle bir dünyada ahlak, estetik, din, hukuk, bilim gibi değer ölçütlerini dikkate alan hiçbir disiplin yer bulamaz. Böyle bir dünyada bütün eylemler eşit hale gelir. Hatta böyle bir dünyada yargıda bulunmak mümkün olmaz. “Bu, budur” diyebileceğimiz ya da “bu iyidir, güzeldir, doğrudur” diyebileceğimiz hiçbir önerme kurulamaz. Her söz, meşruiyetini sahibinden alır. Ortak bir meşruiyet alanı oluşturmak mümkün olmaz. Böyle bir dünyada her şeye izin vardır, her şey mümkündür. İster özcü bir anlayışla ortaya çıkan ve bilgi temeli olmayan sistemlerin değerleri isterse her şeyi mümkün hale getiren değer tanımama anlayışları olsun, dünyamız bugün için iki bakımdan da ciddi anlam sorunu yaşıyor. Kanaatimce şiddetin, adaletsizliğin, insan sevmezliğin, merhametsizliğin, sevgisizliğin, kötülüklerin böylesi zemin bulduğu bir dünya, kaosa işaret eden bir dünyadır. Gerçeklikle ilişkisi kopmuş bir dünyada yaşanan olumsuzluklar karşısında gerçeği aşan sözler ve kavramlar bizi ne zamana kadar uyutabilir? Çünkü anlam belirsizliği ve bulanıklığının ortaya çıkardığı epistemolojik kriz yaşanıyor. Bu kriz, aynı zamanda anlam krizidir.

Varlığı kendi gerçekliği içerisinde anlamak ve anlamlandırmak, dilin işaret ettiği var olanları doğru bir biçimde tasnif etmek ve her şeyi yerli yerine koymak için, günümüzde söylemin yerine varoluşun ve varlığın bizzat kendisini ikame etmek gerekiyor.