Şefika Kutluer Festivali 24 Kasım'da başlıyor
Şefika Kutluer Festivali 24 Kasım'da başlıyor
Dünyanın en pahalı muzu
Dünyanın en pahalı muzu
Mehmet Ali Erbil hakkındaki iddianame
Mehmet Ali Erbil hakkındaki iddianame
Uğur Dündar'a açılan babalık davası
Uğur Dündar'a açılan babalık davası
123456789
Şefika Kutluer Festivali 24 Kasım'da başlıyor
Şefika Kutluer Festivali 24 Kasım'da başlıyor
Dünyanın en pahalı muzu
Dünyanın en pahalı muzu
Mehmet Ali Erbil hakkındaki iddianame
Mehmet Ali Erbil hakkındaki iddianame
Uğur Dündar'a açılan babalık davası
Uğur Dündar'a açılan babalık davası
123456789

DİN VE SİYASET

Ali Osman Gündoğan

Din ve siyaset, ikisi birlikte bir amaç için bir araya geldiğinde, din siyasete ya da siyaset dine egemen olmak istediğinde, ikisi bir tek otorite haline geldiğinde ya da ikisi çatışma halinde olduğunda hem siyaset hem de din amacından sapmış olur. Siyasetin amacı, mutlu bir toplum oluşturmaktır. Dinin amacı, insanları inandıkları başka bir dünyaya hazırlamaktır. Amaçları itibariyle yakın gibi görünseler de siyasetin sınırları bu dünyadır ama dinin ise sınırları bu dünyayı aşar.

Julien Benda’nın “Aydınların İhaneti” adlı kitabının Önsöz’ü şöyle başlıyor: “Tolstoy orduya katıldığında subaylardan birinin, yürüyüşte sırayı bozduğu gerekçesiyle bir askeri dövdüğüne tanık oluşunu anlatır. Tolstoy subaya şöyle der: ‘Kendin gibi bir insana bu şekilde davranmaktan utanmıyor musun? İncil’i hiç okumadın mı?’ Subay şöyle karşılık verir: ‘Peki sen hiç mi Ordu Tüzüğü okumadın?’” Evet İncil ile Ordu Tüzüğü, kutsal olanla insani olan, dini olanla pozitif hukuk adını verdiğimiz arasındaki gerilimdir bu.

Yazar, bu diyaloğun arkasından hemen şu hükmü veriyor: “İnsanları maddi şeyleri elde etmeye yöneltenlerin adalet ve insafa ihtiyacı yoktur.” Eğer öyleyse, cehennemdeyiz demektir. Cehennem adalet, insaf ve merhametin olmadığı yerdir. Buradan anlaşılması gereken, dünyevi olandan uzaklaşmak mı? Bizi cehennemden kurtaracak olan maddi olanın yerine yani Ordu Tüzüğü’nün yerine Tolstoy açısından İncil’i mi koymaktır? Kutsal olanın insana egemen olması ile insanın tüzüğe tabi olması arasında bir çelişki görür Tolstoy. Bu çelişki, kutsal olanla tüzüğün yani pozitif hukukun aynı anda geçerli olamayacağını gösterir.

Bu diyalog, maddi iktidar ile ruhani otoritenin (Maddi İktidar Ruhani Otorite, René Guénon’nun bir kitabının adıdır da) birbirinden nasıl koptuğunun bir ifadesidir ve aynı zamanda bu iki halin birlikte olamayacağının, birlikte olmasının bir çatışma hali doğuracağının da ifadesidir. Burada hemen Dostoyevski’nin, “Tanrı olmasaydı her şey mubah olurdu” sözünü hatırlıyorum. Aslında hem yukarıdaki diyalog hem de Dostoyevski’nin sözü, din ile siyaset, maddi dünya ile manevi dünya arasındaki gerilimi ve mücadeleyi de simgeliyor. Bu mücadelenin cereyan ettiği varlık ise insan ve hatta daha da sınırlandırmak gerekirse dünyevi iktidarı elinde bulundurmak isteyen insan ve o insanın maddi olanı ele geçirmek için sahip olduğu ihtirastır. Dostoyevski’nin sözü, Tanrı’nın dışında dünyayı organize etmenin beyhudeliğine vurgu yapıyor. Böyle bir durumda her şeyin mubah olması, bütün eylemleri eşit hale getirir ve doğal sonuç ise değerlerin anlamsızlaşmasıdır. Fakat Dostoyevski bu sözüyle daha büyük bir soruna neden oluyor: Dünya, Tanrı adına feda edilir. Burada dünyanın feda edilmesi, tıpkı Kierkegaard’ın İbrahim örneğinde olduğu gibi etik olanın yani evrensel olanın tekil olan adına askıya alınmasıdır. Tekil olan, İbrahim ile Tanrı arasındaki ilişkidir. İşte sorun burada karşımıza çıkar. Etiğin askıya alınması dinin yani imanın etik olanı ortadan kaldırması demektir. Dostoyevski, Tanrı’nın bir etik koyduğunu ima eder ve Tolstoy da söz konusu edilen diyalogda aynı imada bulunur. Fakat hukuk, elbette etik zemine dayanmalıdır ve ancak o takdirde hukuk içselleşebilir ama Tanrı adına etik nasıl askıya alınabiliyorsa aynı durum hukuk için de geçerlidir ve böyle bir durumda evrensel olan yine tekil olan adına feda edilmiş olacaktır. Özellikle din siyaset ile birleşince ve din aynı zamanda siyasi bir otorite olmak istediğinde Tanrı, çok farklı bir yöntemin, siyaset yönteminin aracı haline dönüşür. Dostoyevski’nin sözü bu durumda “Tanrı varsa her şey mubahtır” biçiminde bir meşrulaştırma aracı haline gelir. Bunun örnekleri de çoktur. Güncel olduğu için İran, en yakın örneklerdendir ve Tanrı’ya karşı suç işlemenin cezası, devletin yerine getirmesi gereken bir göreve dönüşmüştür. Mesele, Tolstoy mu yoksa subay mı haklıdır? Sorusundan ziyade din ile siyasetin ilişkisi biçiminde düşünülmelidir.

Tolstoy’a göre İncil’in söyledikleri Allah’ın cenneti için, Ordu Tüzüğü’nün söyledikleri de dünyanın cenneti için insanları eğitir. Dünyanın cenneti, bu dünyada insanın insanla, insanın toplumla, doğayla, devletle, insanlıkla nasıl ilişkiler kurması gerektiğinin belirlenmesini talep eder. İnsani olanı önümüze koyar ve bütün insanlık için geçerli olabilecek ilkeleri hayata geçirmeye bağlıdır. Bunu siyaset yapmalıdır ve siyaset, başka amaçlar için araç konumuna kendisini de başka bir şeyi de düşürmeden bunu yapmalıdır. Siyasetin amacından saptığı en önemli durumların başında da maalesef başka bir şey için kendisinin araç durumuna düşmesidir. Böylesi durumda her şey siyaseten anlam ve değer kazanır ve hiçbir şey kendi başına bir anlam ve değere sahip olmaz. Maalesef bunların başında da din gelir: Hem siyaset için araç olmak hem de siyaseti araç haline getirmek. Bu, dünya cennetinin de öte dünyadaki cennetin de ortadan kalkması anlamına gelir.

Din ile siyaseti birlikte götürmek, en çok da dine zarar verir. Çünkü din, hareket noktası itibariyle gelip geçici olanları kalıcı ilkeler nezdinde değerlendirir. Bu, siyasetin doğasına aykırıdır. Oysa siyaset, kendi doğasına uygun tarzda işlemeye devam eder. Bundan dolayı da dini referans noktalarından uzaklaşmaya başladığı an, din ile olan ilişkisini sürdürerek bunu yapamaz. Bunu yapan siyaset sahnesindeki aktörler, dini söylem düzeni ile gerçeklik arasında kendi pratikleri açısından söylemlerine yabancılaşırlar. İşte bu yabancılaşma, manevi otorite ile maddi iktidar arasındaki çelişki ve çatışmanın da başlaması anlamına gelir. Bu çatışma, birkaç türlü sonuçlanabilir. Ama en kötüsü de, maalesef manevi otoritenin maddi iktidarın emrine girmesidir. İslam Tarihinde bunun örnekleri çoktur ve bugün hala bu olumsuz örneklerin sıkıntısını çeken bir İslam Dünyası söz konusudur. Bu türlü örneklerde Julien Benda’nın söylediği, “insanları maddi şeyleri elde etmeye yöneltenlerin adalet ve insafa ihtiyaçları yoktur” sözü geçerliliğini ispatlar.

Kısacası, dini ve manevi olanlardan hareket etmesine rağmen bunlara aykırı davranan bir siyaset, dini ve manevi alanı talan eder.