Şefika Kutluer Festivali 24 Kasım'da başlıyor
Şefika Kutluer Festivali 24 Kasım'da başlıyor
Dünyanın en pahalı muzu
Dünyanın en pahalı muzu
Mehmet Ali Erbil hakkındaki iddianame
Mehmet Ali Erbil hakkındaki iddianame
Uğur Dündar'a açılan babalık davası
Uğur Dündar'a açılan babalık davası
123456789
Şefika Kutluer Festivali 24 Kasım'da başlıyor
Şefika Kutluer Festivali 24 Kasım'da başlıyor
Dünyanın en pahalı muzu
Dünyanın en pahalı muzu
Mehmet Ali Erbil hakkındaki iddianame
Mehmet Ali Erbil hakkındaki iddianame
Uğur Dündar'a açılan babalık davası
Uğur Dündar'a açılan babalık davası
123456789

ATATÜRK’E GÖRE AYDINLARIN GÖREVLERİ

Ali Güler

Aydınlarımız milleti tanımalı

Atatürk 1919’da yaptığı bir değerlendirmede, aydınlarımızın halk için neler yapmaları gerektiğini vurguluyor. Aydınlarımızın halkı yetiştirirken, ahlak esaslarına dayanarak, vatan ve millet fikirlerini anlatırken aynı zamanda millet olarak varlığımızın korunması esaslarını da anlatmalıdır:

“Aydınların vazifeleri gayet büyüktür. Hiçbir millet yoktur ki ahlak esaslarına dayanmadan yükselsin. Aydınlarımız, vatan ve millet fikirlerini vermekle beraber rakip milletlere karşı mevcudiyetin muhafazası için lâzım olan hususları temin ederlerse vazifelerini daha geniş şekilde yapmış olurlar.” (Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, C: II., Ankara, 1959, s. 4.)

O’na göre aydınlarımızın yapmaları gereken ikinci bir husus, halkla daha çok temas kurmalı, milleti tanımalı ve onlara eksikliklerini göstermelidir. Anadolu’nun her yerinde ilim ve kültür merkezleri yapılmalıdır:

“Siyasî kavgaların çoğu neticesizdir. Fakat, toplumsal çalışma her vakit için verimlidir. Bizim aydınlar buna çalışmalı. Neden Anadolu’ya gelip uğramazlar? Neden milletle doğrudan doğruya temasta bulunmazlar? Memleketi gezmeli, milleti tanımalı, eksiği nedir görüp göstermeli. Milleti sevmek böyle olur. Yoksa lâfla sevgi fayda vermez!” (Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, C: III., Ankara, 1961, s. 10.)

“Aydınlar, gidecekleri muhitlerde başlı başına bir âlem yaratabilirler. Memleketin yalnız bir yerinde değil, beş on yerinde birer ilim merkezi, ışık merkezi, kültür merkezi yapmalıyız, millet bahtiyar olsun!” (İ. Arar, Atatürk’ün İzmit Basın Toplantısı, İstanbul, 1969, s. 33.)

Atatürk, Cumhuriyet ilkelerinin halka anlatılması işini de aydınlara bir görev olarak vermiştir. Aydınlarımız, halka iman ve inançlarını yansıtan gür bir sesle, demokrasiyi, halkçılığı, cumhuriyeti anlatmalıdır:

“Siz milliyetçi topluluk, halk ile konuştuğunuz vakit yüksek sesle söylemeyi unutmayınız. Yüksek ses, imanın ifadesi olduğu vakit tesir yapmaktan uzak kalmaz. Yolunda çalıştığımız büyük ülküyü, halkın kalbinde bir fikir haline, bir his haline geçirmelisiniz. Demokrasinin ne olduğunu halka anlatmak, bilhassa sizin vazifenizdir. Birtakım kelimeler vardır ki, sık sık telâffuz edildiği halde, hatta aydınlarımız arasında, onu tamamıyla anlayan çok değildir. Halkçılığımızın ne olduğunu, esaslarının neden ibaret bulunduğunu, halkçıların halka karşı ne gibi vazifeler yüklenmek mecburiyetinde kalacaklarını madde madde izah etmek lâzımdır. Cumhuriyeti, onun gereklerini yüksek sesle anlatınız. Cumhuriyet ilkelerini sevdiriniz. Bunu kalplere yerleştirmek için hiçbir fırsatı ihmal etmeyiniz.” (Ayın Tarihi, C: 24, Sayı: 82-83, 1931.

 

Düşmanlara hizmet eden aydınlar

Tarihimiz incelediğinde görülmektedir ki millete, halka yabancılaşmış, başka ülkelere, milletlere hayranlık duyan, kurtuluşu yabancıların insafında arayan aydın tipi, bir başka tipi daha üretmiştir. Bu hayranlık, sosyal aşağılık duygusunun sonucu oluşan milletine güven eksikliğinden kaynaklandığı için bir dereceye kadar samimi veya normal bulunabilir. Fakat bu tür aydınların içinden ikinci bir tip daha çıkmıştır ki onlar işi bir başka ülke ve devlet adına, hesabına bazı menfaatler karşılığında millet ve devlet aleyhinde çalışmaya kadar götürmüşlerdir. Atatürk, “düşmanlarımıza, düşmanlarımızdan daha çok hizmet edenler, maksatlarını kolaylaştıranlar” dediği bu ikinci tipe de dikkat çekmiştir. Emperyalizm, bunları kullanarak milleti birbiri ile çatıştırma stratejisini her zaman kullanmaktadır. O, 1920 yılında Birinci TBMM’nin bir gizli birleşiminde şu sözleriyle bunlara işaret etmiştir:

“Efendiler, mevcudiyetimizi muhafaza için, geleceğimizi, bağımsızlığımızı temin için, mevcut olan düşmanların emellerini yakından biliyoruz ve düşmanların bu emellerini elde etmek için tatbik edecekleri kuvvetleri de biliyoruz. Fakat düşmanlarımız, kendi ihtiraslarını bizim imhamızla temin etmek için, sahip oldukları kuvvetlerden hiçbirini kullanmıyorlar. Aksine, gayelerine erişebilmeleri için en kuvvetli keşfettikleri vasıta, yine bizi birbirimize çarptırmaktan ibaret olmuştur. Ne yazık ki, İstanbul ortamında düşmanlarımıza, düşmanlarımızdan daha çok hizmet edenler, maksatlarını kolaylaştıranlar bulunuyor. İşte, asıl onların yardımı ile yazık ki, vatanımızın bazı noktalarında milletin bütünlüğünü, dayanışmasını harice karşı yokmuş gibi gösterecek ve memleketimiz içerisinde asayişsizliğe işaret edecek durum vardır. Meselâ hepimizce bilinen Anzavur vaziyetini hatırlayabilirsiniz. Anzavur, çok zamandan beri İngilizlerin parasıyla, silâhıyla, teşvikiyle ve şüphesiz, İstanbul’da mahiyet ve ahlaklarını göstermeye çalıştığım kimselerle beraber faaliyet gösteriyordu.” (TBMM Gizli Celse Zabıtları, C: I., Ankara, 1980, s. 7.)

Atatürk aynı konudaki düşünceleri başka boyutlarıyla 1921’de TBMM’nde daha ayrıntılı olarak dile getirmiştir:

“Hepinizce bilinmektedir ki milletimiz asırlardan beri iki kuvvetin, iki müstebit kuvvetin, iki yok edici kuvvetin baskısı altında üzüntü ve elem duymakta idi. O kuvvetlerden birisi: Doğrudan doğruya memleket ve milleti idare etmek iddiasında bulunan müstebitler, ikincisi: Bütün bir emperyalist ve kapitalist âlemidir.

Asırlarca bu iki kuvvetin baskısı altında kalmış olan millet, şüphesiz ki gayet zayıf bir haldedir. Fakat baskıların neticesinde büyük uyanmalar oldu. İşte, bizim milletimizde de o uyanış hasıl olmuştur ve biz, böyle bir uyanış devrinin içinde bulunuyoruz. Gerçekten bir buçuk sene evvel, bir sene evvel millet, aynı zamanda bu iki kuvvete karşı isyan etmiş ve mücadeleye başlamıştır.

Emperyalist kuvvetler, milletimizi, hukuk ve haysiyet ve bağımsızlıktan mahrum ve bunları kavramayan bir hayvan sürüsü telâkki ettiği için böyle bir sürünün elinde sayısız tabiî hazinelere malik, kıymetli ve geniş bir memleketin bırakılmasını uygun göremezdi. Onların telâkkisine göre, bu memleketi parçalamak ve bu memleketteki insanları esaretleri altına almak lâzım idi. Böyle bir emel, böyle bir gaye takip ediyorlardı ve Umumî Harp’in neticesiyle hasıl olan fırsattan istifade ederek, Mütareke ile milletin ve ordunun elinden silâhlarını da aldıktan sonra işe girişmişlerdir.

Bir taraftan dahilde bulunan gafil veya hain kuvvetler, memleket ve milleti âdeta bu hariç (dış) kuvvetler gibi, bu hariç (dış/yabancı) görüşler gibi telâkki ediyorlardı. Bu sebeple onların da çalışması, en hain düşmanların çalışması mahiyetinde belirtisini göstermiştir. İşte, bundan bir sene evvelki vaziyetimiz böyle bir şekil ve renk ve manzara gösteriyordu. Hâlbuki milletimiz hiçbir vakitte düşmanlarımızın telâkki ettiği gibi hukukuna ve bağımsızlığına yabancı değildir. Bilâkis büyük bir aşkla ve aşkî bağ ile vicdanî bağ ile bağımsızlık ve haysiyetine bağlıdır ve yine milletimiz dahildeki cahil ve gafillerin ve hainlerin telâkki ve ifade etmek istedikleri mahiyette de değildir. İşte bir seneden beri vuku bulmakta olan savaşımlarımız neticesinde millet, içeriye karşı, dışarıya karşı ve bütün dünyaya karşı varlığının yüksek mahiyetini bütün delilleriyle ispat etmiş bulunuyor.

Bugünkü vaziyetimizi ifade etmek lâzım gelirse: Milletin doğal mümessillerinden kurulan Meclis ve onun hükûmeti, istisnasız bütün memlekete hâkimdir ve egemenliğini muhafaza etmek kuvvet ve kudretine maliktir.” (I. TBMM Zabıt Cerideleri, Devre: 1, İçtima: 1, Toplantı: 139, Ankara, 1944.)