Şefika Kutluer Festivali 24 Kasım'da başlıyor
Şefika Kutluer Festivali 24 Kasım'da başlıyor
Dünyanın en pahalı muzu
Dünyanın en pahalı muzu
Mehmet Ali Erbil hakkındaki iddianame
Mehmet Ali Erbil hakkındaki iddianame
Uğur Dündar'a açılan babalık davası
Uğur Dündar'a açılan babalık davası
123456789
Şefika Kutluer Festivali 24 Kasım'da başlıyor
Şefika Kutluer Festivali 24 Kasım'da başlıyor
Dünyanın en pahalı muzu
Dünyanın en pahalı muzu
Mehmet Ali Erbil hakkındaki iddianame
Mehmet Ali Erbil hakkındaki iddianame
Uğur Dündar'a açılan babalık davası
Uğur Dündar'a açılan babalık davası
123456789

"HANIM KIZIMIZ" KRİZİ, DİPLOMASİNİN DAYANILMAZ HAFİFLİĞİ VE MECLİS ZABIT CERİDESİ

CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan'ın danışmanı Merve Kavakçı’nın kızı Fatma Abushanab'a “hanım kızımız” dedi ve kıyamet koptu.

Kılıçdaroğlu, 15 Temmuz'da Erdoğan'ın Amerikan Başkanı Joe Biden ile resmi tercüman kullanmadan yaptığı görüşmeyi sosyal medya üzerinden eleştirirken şöyle bir paylaşım yapmıştı:

Sanayi ve Teknoloji Bakanı Mustafa Varank, Kılıçdaroğlu'nun bu paylaşımı üzerine hiç vakit kaybetmeden vazifeyi üstlenmiş, salvo atışına başlamıştı:

“Türkçe ve İngilizceyi ana dili gibi konuşan, profesyonel tercüme yapan bir kadına hanım kız diyerek küçümseyen Kılıçdaroğlu, rezilsin! Sen partindeki kadınlara böyle hitap edebiliyor musun?”

Atanmış bir bakanın, seçilmiş bir lidere, hele ki kendisinden yaşça büyük bir kişiye yönelik kullandığı bu üslubun siyasi nezaketle ne kadar bağdaştığı ya da Varank'ın kendisinden böyle bir siyasi nezaket beklenip beklenmeyeceği gibi kritik soruların cevaplarını okuyucuya bırakalım; biz önce meselenin arka planını, biraz da yakın tarihi güncel gelişmelere bağlayan örneklerle masaya yatıralım. 

Varank'ın, Kılıçdaroğlu'nu nezaketsizlikle itham ederken kullandığı "rezilsin" ifadesiyle ortaya çıkan çelişkili vaziyete ve kendisini düşürdüğü son derece nahoş duruma ilişkin çok fazla yorum yapmaya gerek yok.

Aslında mesele, Kılıçdaroğlu'nun Fatma Abushanab'a "hanım kızımız" diye hitap etmesi değildi.

Burada iktidarın tepkisini çeken, Kılıçdaroğlu'nun iktidara geldikten sonra Erdoğan'ın Biden ile yaptığı görüşmeyi Merve Kavakçı'nın kızına soracağını açıklamış olmasıydı!

Doğal olarak Varank, "Sen kimsin de bunu soracaksın" diyemediği için iktidarın tipik davranış modeline sarıldı, konuyu "türbanlı bacımız" noktasına taşıyarak "hanım kızımız" ifadesi üzerinden kendince rüzgâr estirmek istedi.

Kılıçdaroğlu'nun Merve Kavakçı'nın kızına, resmi bir görevi olmamasına rağmen, Erdoğan'ın Biden ile yaptığı görüşmeye tercüman olarak katılmasından dolayı sorumluluk yüklemiş olması, belli ki iktidarda ciddi bir tedirginlik yaratmıştı.

Ya gün olur, devran döner, Merve Kavakçı'nın kızı, Erdoğan'ın Biden ile ne görüştüğünü anlatırsa...

Bu tedirginlik Varank'ın sosyal medya paylaşımlarına yansıdı.

Ancak, stratejik bir hata yaptı, istemeden de olsa Kılıçdaroğlu'na meselenin ciddiyetini kamuoyuna daha ayrıntılı anlatması için fırsat yarattı.

CHP lideri kendisine verilen bu gollük pası kaçırmadı, Erdoğan'ın Biden ile resmi görevli bulunmadan yaptığı görüşmenin Türkiye'yi nasıl tehlikeli sulara sürükleyebileceği üzerine uzun uzun açıklama yapma, toplumda farkındalık yaratma şansını güzelce kullandı.

Yani, Varank, takımını hücuma hazırlarken topu ayağından fazla açmış, Kılıçdaroğlu da topu kapmış sonra golü atmıştı.   

Sözün özü, Varank'ın yaratmaya çalıştığı bu suni krizden iktidara siyasi ekmek çıkmadı!

Amma ve lakin Kılıçdaroğlu'nun gündeme taşıdığı şekliyle meselenin diplomatik boyutu, Türkiye'nin bekasını yakından ilgilendiriyor.

Dışişleri Bakanlığı geleneğinden gelen diplomatların, liderlerin yaptıkları ikili görüşmelerde resmi görevlilerin yer alması konusundaki hassasiyeti, konuyla uzaktan, yakından ilgili herkesin malumu.

Bu görüşmelerde resmi tutanaklarda yer almayacak şekilde verilen sözlerin faturasının çok ağır olabileceğini biliyorlar.

Devlet aklı açısından devlet hafızasının korunması büyük önem taşıyor. Bir başka deyişle devletin hafızası, arşivi, devletin diplomasi gücünün en önemli bölümünü oluşturuyor.

Erdoğan, iktidara geldikten sonra ikili görüşmelerinde resmi tercüman bulundurmaktan özenle kaçındı.

"Bakara Makara" skandalının kahramanı Egemen Bağış'ın, iktidarının ilk yıllarında Erdoğan'ın bütün kritik görüşmelerine tercüman olarak katılmış olduğunu hatırlatmadan geçmeyelim.

Sözün özü, ister kapalı kapılar ardında ister açıkça kamuoyu önünde yapılan açıklamaların, ülkeleri uzun yıllar bağladığına güçlü şekilde vurgu yapmak gerekiyor.

Yapılan açıklamaların, verilen sözlerin kuyumcu terazisi ile tartılmasının, ülkenin bekası açısından kritik önemi haiz olduğunun altını çizelim. 

Sonra da yetkili ve etkili kişilerin ağızlarından çıkan her cümlenin, ülkenin milli güvenliği açısından nasıl büyük bir sıkıntıya dönüşebileceğini yakın tarihi güncel gelişmelere bağlayan bir örnekle anlatmaya çalışalım.

Erdoğan, bir süre önce Amerikan Başkanı Biden'ın dikkatini çekip kendisinden randevu koparabilmek için Yunanistan'a parmak sallıyordu. Mesele, Yunanistan'ın Ege adalarını Lozan ve Paris Antlaşmalarına aykırı olarak silahlandırmış olmasıydı.

Elbette ki, Erdoğan bu adaların silahlandırılmış olduğunun farkına dün varmamıştı.

Türkiye adaların neredeyse yarım asırdan bu yana askeri açıdan tahkim edildiğini biliyordu, bu konuda diplomatik açıdan ne gerekiyorsa yapılmıştı ve yapılıyordu!

Ama bunu yeni bir gelişme gibi gündeme taşıyıp milliyetçi söylemlerle çözülmeye başlayan tabanını tahkim etti diğer yandan Biden'ın dikkatini çekti ve Madrid Zirvesi'nde randevu koparmayı başardı.

Sonra mesele birden bire gündemden düştü.

Elbette ki Yunanistan adalardaki silahlarını başka yere taşımadı. Adalardaki silahlar Türkiye'nin burnunun dibinde varlığını sürdürüyor. 

Şimdi pek fazla kimsenin cevabını aramadığı bir soru üzerinden devam edelim.

Yunanistan gibi Bizans diplomasisi yürütmekle övünen bir ülke hangi siyasi ve hukuki gerekçeye dayanarak adaları silahlandırıyordu?

Genelde şu görüşler ön planda:

Yunanistan'a göre Onikiada'nın silahsızlandırılmasıyla ilgili maddelerin, NATO ve Varşova Paktlarının oluşmasıyla anlamı kalmadı. Yunan siyasetçiler, Latincesi "rebus sic stantibus" yani koşulların değişmesi ile var olan anlaşma ve sözleşmelerin değiştirilebileceği ilkesini savunuyor.

Egemenlik sahasını korumak amacıyla ve BM kararının 51. maddesine atıfta bulunarak adaların sadece savunmasına yönelik silahlandırıldığını söylüyor.

Ayrıca Türkiye’nin 1974 Kıbrıs Harekatı'ndan sonra gündeme gelen muhtemel bir Türk-Yunan savaşı...

Ancak, Yunanistan'ın siyasi ve hukuki argümanları bunlarla sınırlı değil. Çok daha öncesinde, 1936 yılında Montrö Sözleşmesi'nin imzalanmasından sonra TBMM'de yapılmış bir konuşmaya dayanıyor.


Gelin hep birlikte Meclis'in zabıt ceridesine bir göz atalım.

Dönemin Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras, TBMM'nin 31 Temmuz 1936 tarihli birleşiminde söz alıyor, 20 Temmuz'da yani 11 gün önce imzalanmış olan Montrö Boğazlar Sözleşmesi hakkında konuşma yapıyor.

Konuşmasının bir yerinde konuyu, Lozan Antlaşması'nın 4. maddesiyle askerden arındırılmış olan Yunan adaları Limni ve Semadirek'e getiriyor ve şunları söylüyor:

"1924 Lozan Mukavelesi ile gayri askeri hale ifrağ edilmiş olan komşumuz ve dostumuz Yunanistan'a ait Limni ve Samotra adalarına dair olan hüküm de Montrö Mukavelesi ile kalkmış oluyor, demektir ki bundan da ayrıca memnunuz."

İşte Tevfik Rüştü Aras'ın ağzından çıkan bu cümlelerle Türkiye, Lozan Antlaşması'na göre silahsızlandırılmış olması gereken iki adanın, bu statüsünün ortadan kalktığını, yani Yunanistan'ın bu adaları istediği gibi silahlandırabileceğini açıklayıveriyor.

Tabii ki açıklama sadece Çanakkale Boğazı'nın girişindeki bu iki ada ile sınırlı. Ama yine de karşı tarafa önemli bir koz vermiş oluyor. 

Yunanistan bu fırsatı kaçırmıyor, diğer gerekçeleri tahkim etmek için Tevfik Rüştü Aras'ın konuşmasını dayanak olarak kullanıyor ve diğer adaları da silahlandırmaya başlıyor. Bu sözlerin Meclis tutanaklarındaki mürekkebi kurumadan 17 Eylül 1936'da, karasularını 3 milden 6 mile çıkarıyor. Böylece, Lozan Antlaşması'ndaki 3 millik karasuyu ve hava sahası uygulaması, sıkıntıları günümüze kadar uzayacak şekilde Türkiye aleyhine değişmiş oluyor.

Belli ki, Tevfik Rüştü Aras, Montrö Sözleşmesi'nin imzalanmış olmasından dolayı duyduğu mutluluk ve coşkuyla böyle bir açıklama yapmış.

Peki, konuşmasının bu yanı eksik kalsa ne olurdu?

Coşkusunu ve mutluluğunu Meclis üyelerine yansıtmamış mı olurdu?

Elbette ki hayır.

Ama o dönemde, iki ülke arasındaki yakınlaşmadan dolayı, Yunanistan'a bir jest yaptığını düşünmüş olmalı.

Burada, söz konusu jestin faturasının bugün oldukça kabarmış olduğu tespitini yapalım!

Ez cümle, Erdoğan'ın iktidarda olduğu 20 yıldan bu yana kime ne sözler verdiğini ve taahhütlerde bulunduğunu şimdilik bilmiyoruz. Gelişmelere göre Türkiye'nin aldığı ya da alamadığı diplomatik pozisyonlara bakarak fikir yürütebiliyoruz.

Erdoğan sonrasında, verilmiş sözler, taahhütler Türkiye'nin önüne konur mu? Konursa ne olur? Bunlar Türkiye'yi bağlar mı, bağlamaz mı?

Soruları arttırmak mümkün.

Sonuçta, bugüne kadar yapılan baş başa görüşmelerin resmi tutanakları devlet arşivinde olmadığı için, iktidar değişse bile diplomasinin direksiyonunu tutacak olanları zor ve sıkıntılı bir dönemin beklediği değerlendirmesini yaparak yazımıza noktayı koyalım.