Türkiye’nin gizli hazinesi
Türkiye’nin gizli hazinesi
Uçakta kabin memuruna saldırdı
Uçakta kabin memuruna saldırdı
Barış Boyun'a 349 yıl hapis talebi
Barış Boyun'a 349 yıl hapis talebi
İzmir'de markette cinayet
İzmir'de markette cinayet
123456789
Türkiye’nin gizli hazinesi
Türkiye’nin gizli hazinesi
Uçakta kabin memuruna saldırdı
Uçakta kabin memuruna saldırdı
Barış Boyun'a 349 yıl hapis talebi
Barış Boyun'a 349 yıl hapis talebi
İzmir'de markette cinayet
İzmir'de markette cinayet
123456789

BİR ANNENİN GÖZYAŞLARI VE ORTA DOĞU'DA SIRADAN BİR "PROVOKASYON" HİKÂYESİ - 2

İki gün önce bu köşede, Tahran'daki üçlü Suriye zirvesinin hemen sonrasında, Irak'ın Zaho bölgesindeki Perex köyünün havan toplarıyla vurulmasına ilişkin soru işaretlerini gündeme getirmiş, Orta Doğu'da hiçbir şeyin tesadüf olmadığına vurgu yapmıştık.

Türkiye'nin Suriye'ye operasyon planladığı sırada, hiç hesapta yokken Irak ile karşı karşıya gelmiş olmasının kimin çıkarına olacağı sorusunu sormuştuk!

Orta Doğu'nun algı dünyasında hemen her gelişmenin görünenin ötesinde bir anlam taşıdığını belirtmiş, bunu yakın tarihten örneklerle bir gazetecilik hikâyesi içinde anlatmaya başlamıştık.

2006 yılında, Lübnan Hizbullah'ı ile İsrail arasında 33 gün süren çatışmalar sırasında yapılan kara propagandanın akıl ve vicdan sınırlarını yok sayacak şekilde hangi boyutlara taşınabileceğini satırlara döktüğümüz bu yazıya randevu vermiştik.

https://www.gazetedurum.com.tr/yazar/Bahadir-Selim-Dilek/bir-annenin-gozyaslari-ve-orta-doguda-siradan-bir--provokasyon--hik%C3%A2yesi---1-7859

Devam edelim...

İsrail uçakları, 30 Temmuz'da, Lübnan'ın güneyinde Kana köyünü bombalamış, 16'sı çocuk 28 kişi hayatını kaybetmişti.

Dünya ayağa kalkmış, İsrail ise sadece "Önceden uyarmıştık" demekle yetinmişti!

Doğal olarak ben de Kana'daki katliam üzerine yoğunlaşmak istiyordum.

Beyrut'a gelmemin üzerinden henüz 24 saat bile geçmeden, kaldığım otele gelen silahlı Hizbullah militanlarının nazik davetiyle Kana'ya doğru yola çıktık! Beyrut'tan Lübnan'ın güneyine uzanan yol boyunca, İsrail bombalarıyla ülkenin nasıl yerle yeksan edildiğine bir kez daha tanık oldum.

Ne yol kalmıştı, ne köprü ne viyadük...

Lübnan'ın ulaşım altyapısı tamamen tahrip olmuştu.

İsrail'in amacı, Hizbullah militanlarının hareket kabiliyetlerini ortadan kaldırmak ve dar alanda kıstırıp etkisiz hale getirmekti.

Böylece füze saldırılarının önüne geçmeyi amaçlıyordu.

Ama yolların, köprülerin, viyadüklerin yıkılması günlük hayatı da felç etmişti. Yaralıları taşıyan araçlar, ambulanslar hastanelere ulaşamıyorlardı.

Doktorlar, hemşireler görev yaptıkları sağlık merkezlerine gidemiyorlardı. 

Ortada ciddi bir kriz vardı.

İsrail, sadece ulaşım altyapısını vurmamıştı. Şiilerin yaşadığı Dahye semtini de hedef almıştı.

Dahye, adeta depremden çıkmış gibiydi!

Lübnan'ın güneyine doğru giderken, ara yolları kullanıp palmiye ağaçlarının arasından sahil şeridine vardık. Bazen toprak yolları bazen de patikaları aşarak Kana'ya ulaştık!

İlk dikkatimi çeken, köyün dingin havası oldu. Rüzgâr, Akdeniz'in kokusunu taşıyordu. Sanki, kısa süre önce katliam yaşanan köy burası değildi.

İnsanlar, saldırıda annelerini, babalarını, karılarını, kocalarını, kardeşlerini, çocuklarını kaybetmemiş gibi, sessiz sedasız evlerinin önünde oturuyorlar, köye gelip gideni seyrediyorlardı.

Şaşırıp kalmıştım.

Bir başka dikkatimi çeken şey ise bana eşlik eden Hizbullah militanının benim için çoktan bir program yapmış olmasıydı. Önce saldırıda eşini kaybetmiş yaşlı bir kadınla konuşacaktım. Sonra çocuklarının kabri başında bekleyen bir babanın fotoğrafını çekecektim. Ardından İsrail'in vurduğu evi görecektim. Programı, öngörüldüğü şekliyle tamamladım.


Konuştuğum insanlar birbirine son derece benzer ifadelerle, yaşanan trajediyi anlatıyorlardı. Seçtikleri kelimeler bile birbirine benziyordu. Bunu, önce çeviriyi yapan Hizbullah militanının yeterli İngilizcesi olmamasına bağlamıştım ama meselenin benim düşündüğüm gibi olmadığını kısa süre sonra anlayacaktım.

Kafamda soru işaretleriyle Beyrut'a döndüm.

Gazetenin dış haberler servisiyle konuştum. Bu sorulara kendimce tatmin edici cevaplar bulmadan Kana'ya ilişkin izlenimleri yazmak istemediğimi söyledim. Kabul ettiler.

Ertesi gün, Birleşmiş Milletler'in Sözcülüğünü yapmış Lübnan konusunda uzman isim olan Timur Göksel ile bir gün sonra da eski Lübnan Cumhurbaşkanı Emin Cemayel ile röportaj yaptım.

Her iki isim ısrarla Hizbullah'ın bir provokasyon ve kara propaganda uzmanı olduğu üzerinde durmuştu.

Aniden bir aydınlanma yaşadım!

Kana'da yaşananlar planlanmış bir provokasyon olabilir miydi?

Biz, gazeteciler kara propagandaya mı alet ediliyorduk?

Vakit kaybetmeden yeniden köye gittim.

Şansıma, köyde hiçbir Hizbullah militanı yoktu.

Sorularıma cevap bulmak için sağa sola bakınırken, kucağında küçük bir çocukla oturan genç bir kadın gördüm.

Akı ala çalmış gözleri, ağlamaktan mosmor olmuştu. Benimle konuşup konuşamayacağımı düşünürken, titrek bir ses tonuyla, “İngilizce biliyorum, öğretmenim ben” dedi.

Üniversiteyi Beyrut'ta okumuş, bir süre Suriye'de yaşamış, iki çocuk annesi bir kadındı. Savaş başlayınca Kana'ya, kayınpederi ve kayınvalidesinin yanına gelmişti. Eşi, Beyrut'ta kalmıştı.

Gazeteci olduğum belliydi ama kendimi tanıtmama izin bile vermeden anlatmaya başladı.

“Çocuklarımızı bile bile ölüme gönderdiler” dedi. “Nasıl” diye sormama fırsat tanımadı.

Belli ki yaşadıklarını bir an önce anlatmak istiyordu.

Her cümlesinden sonra dehşete düşüyordum.

Hizbullah, savaş başladıktan kısa bir süre sonra köye Katyuşa füzeleri getirmiş, bunları da bir caminin içine ve caminin yanındaki evin bodrum katına yerleştirmişti.

İnsan kaynaklı istihbaratı çok iyi yapmasıyla bilinen İsrail, kısa süre sonra bu silahların köyde saklandığı bilgisini almıştı.

Bunu kendi çabasıyla mı öğrenmişti yoksa, Hizbullah içinden birileri çıkıp silahların köyde saklandığını mı fısıldamıştı?

Genç kadın, Hizbullah'ın bu bilgiyi bilerek ve isteyerek İsrail'e aktardığına inanıyordu.

İsrail, birkaç kez, köyden de dinlenen ve Arapça yayın yapan radyodan uyarı bulunmuş, belirli yerlerin boşaltılmasını istemişti.

Saldırıdan sonra “Biz uyarmıştık” açıklaması yapmasının nedeni de buydu!

O gece, Hizbullah'ın Kana sorumlusu beraberinde bir grup militanla gelmiş, çocukların füzelerin saklandığı evde toplanmasını istemişti.

İnsanlar, silah tehdidi altında göz göre göre çocukların ve yaşlıların gitmesini izlemek zorunda kalmış; kızıp ağlayıp itiraz edenler silah zoruyla susturulmuş, kendilerine bunun bir dini vecibe olarak kabul edilmesi gerektiği anlatılmıştı.

Aslında kelimenin tam anlamıyla bir trajedi yaşanıyordu.

Sıra onlara gelince, çocuklarını militanlara teslim etmek istememiş, ağlamış, kendini yerden yere vurmuştu. Hizbullah militanları, çocukları vermek istemeyen kayınpederini tartaklamıştı. Sonuçta, öğretmen olduğunu öğrenen militanlar, son derece insanlık dışı bir teklifte bulunmuştu. İki çocuğundan birini alacaklarını, diğer çocuğunun kalabileceğini ama seçimi kendisinin yapmasını istemişlerdi.

Yönetmenliğini Alan J. Pakula'nın yaptığı ve Meryl Streep'in muhteşem bir oyunculuk sergileyip Oscar ödülü aldığı 1982 tarihli “Sophie'nin Seçimi” filmi Lübnan'ın Kana köyünde gerçek olmuştu!

Genç kadın iki çocuğundan birini Hizbullah'a vermek zorunda kalmış; o ev o gece vurulmuş, köyde inanılmaz bir trajedi yaşanmıştı.

16'sı çocuk 28 insan Hizbullah'ın kara propagandası için hayattan koparılmıştı.

Saldırının hemen ardından sistem işlemeye başlamış, köyden hikâyeler ve fotoğraflar hızla uluslararası ajanslara servis edilmişti.

İsrail'in yaptığının hiçbir koşul altında mazur görülecek yanı yoktu.

İnsanlık suçu işlemişti

Ama mesele göründüğü gibi, dünya basınına yansıdığı gibi de değildi.

Arkasında İran destekli Hizbullah'ın çok daha büyük bir hesabı vardı.

Bu hesap, aslında Orta Doğu'da İran ile Amerika arasındaki mücadeleye dayanıyordu. İran'ın Hizbullah üzerinden Amerika destekli İsrail'e karşı kazandığı her mevzi, bölgedeki iddiasını sürdürmesi açısından önemliydi.

Belli ki “masum çocukları öldürüyor” propagandasının, dünya kamuoyunda İsrail'e yönelik tepkileri beraberinde getirmesi, bununla da Hizbullah'ın daha doğrusu İran'ın bölgede psikolojik üstünlük sağlaması amaçlanmıştı!   

Günün sonunda duyduklarımdan dolayı büyük bir dehşet içinde Beyrut'a döndüm. Öğrendiklerimi güzelce not aldım ve dönünce yazmak için sakladım.

Diğer yandan, Birleşmiş Milletler şemsiyesi altında Türk askerinin gideceği bölge de Kana yakınlarında ve Hizbullah'ın provokasyonuna açık bir bölgedeydi.

Gerekli uyarıda bulunmak için bölgenin ne kadar hassas olduğunu anlatan bir haber yazdım.

Orta Doğu'ya ilişkin kalem oynatmanın zorluğunu bir kez daha anlamıştım.

Lübnan'da kaldığım süre boyunca onlarca kez Orta Doğu'nun kendine özgü gerçeğini gözlemleme şansım oldu.

Dünyanın bu bahtsız coğrafyasında ne olduysa, ne yaşanıyorsa görünenin ötesinde bir anlamı vardı.

O nedenle, ajanslardan Irak'ın kuzeyinde bir köyün bombalandığı haberi geldiğinde, kendime göre çekincelerimi ve soru işaretlerimi masama koydum, “Acaba mı?” dedim. Orta Doğu'nun kendine özgü siyasi, toplumsal ve daha önemlisi psikolojik yapısını anlamanın ne kadar zor olduğuna bir kez daha işaret ederek yazımıza noktayı koyalım.  

*    *   *

Pazartesi günü yayınlanan "Türkiye'nin tapu senedi Lozan Antlaşması 99 yaşında" başlıklı video haberimizde Lozan için kullanılan "tapu" betimlemesine Hukukçu Ömer Lütfü Avşar'dan itiraz geldi.

Avşar'ın konuya ilişkin açıklaması şöyle:

"Lozan, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin tapusu değildir!

Tapu, bir otorite tarafından mülkiyet hakkını garanti eden mülkiyet sahibini gösteren bir belgedir.

Lozan'da bir otorite veya temsilcilerinin karşısına oturup onların bahşettiği bir hakkı almadık…

O dönemdeki tüm emperyal devletlerin var gücüne karşı Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün ölmeyi emrettiği şehit ve gazilerimizin kanının; masaya diz çöküp oturmaya mecbur kıldığı işgalcileri, bu kez uluslararası bir sözleşmeyle hukuk alanında bağıtladığımız; emperyallerce bahşedilmiş bir mülkiyet hakkını değil, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin 'vatan' sınırlarını kabul ettirdiğimiz tarihin en önemli diplomasi zaferidir.

Vatan'ın tapusu olmaz!"