Türkiye’nin gizli hazinesi
Türkiye’nin gizli hazinesi
Uçakta kabin memuruna saldırdı
Uçakta kabin memuruna saldırdı
Barış Boyun'a 349 yıl hapis talebi
Barış Boyun'a 349 yıl hapis talebi
İzmir'de markette cinayet
İzmir'de markette cinayet
123456789
Türkiye’nin gizli hazinesi
Türkiye’nin gizli hazinesi
Uçakta kabin memuruna saldırdı
Uçakta kabin memuruna saldırdı
Barış Boyun'a 349 yıl hapis talebi
Barış Boyun'a 349 yıl hapis talebi
İzmir'de markette cinayet
İzmir'de markette cinayet
123456789

BİR ANNENİN GÖZYAŞLARI VE ORTA DOĞU'DA SIRADAN BİR "PROVOKASYON" HİKÂYESİ - 1

Tahran'da Suriye konusunda yapılan üçlü zirvenin yankıları sürerken 20 Temmuz öğleden sonra Kuzey Irak'ta Dohuk vilayetinin Zaho bölgesindeki Derkar kasabasına bağlı Perex köyünün havan topları ile vurulması, gündeme adeta bomba gibi düştü.  

Köye isabet eden dört top mermisi, 9 kişinin ölümüne, 31 kişinin de yaralanmasına neden olmuştu.

Türkiye ile Irak arasında ipler bir anda gerilmiş; İran ve Rusya'nın itirazlarına rağmen Suriye'ye operasyon için yeni planlamalar yapmaya başlayan iktidar, bir anda Bağdat'tan gelen salvo atışlarıyla karşı karşıya kalmıştı.

Suriye operasyonu zora girmiş, Irak ile hiç beklenmedik anda bir kriz patlak vermişti.

Olay sıcaklığını korurken "Orta Doğu'da hiçbir şey tesadüf değildir" demiş olaya ilişkin soru işaretlerini geçen cuma günü sıralamıştık.

https://www.gazetedurum.com.tr/yazar/Bahadir-Selim-Dilek/orta-doguda-hicbir-sey--tesaduf--degildir-7683

Burada hemen vurgulamak gerekir ki, konu Orta Doğu olunca hemen hiç bir mesele göründüğü şekliyle bir anlam ifade etmiyor.

Meselelerin arka planında, mutlaka ama mutlaka çok farklı noktalarda uç veren ve farklı çıkarlara hizmet eden bölgesel veya küresel hesaplar yatıyor.

"Meşru bir siyasi araç" olarak görülen provokasyonlar ne yazık ki çoğu zaman kan ve göz yaşıyla harmanlanmış kara propaganda malzemeleri üreten eylemler olarak karşımıza çıkıyor.

Nasıl mı, gelin yakın geçmişten bir gazetecilik hikâyesi ile anlatalım.

2006 yılının yaz aylarında Filistin adeta kaynıyordu.

Seçimler yapılmış, hükumet kurulmuştu ama El Fetih ve İhvancı Hamas arasındaki siyasi çekişme Filistin'i adeta barut fıçısına çevirmişti.

Bir yandan İsrail'in baskısı diğer yandan ekonomik zorluklar ve abluka, özellikle Gazze şeridinde yaşayan Filistinlileri adeta soluksuz bırakıyordu.

Bunlara karşın hükumetteki gücünü korumak isteyen Hamas, bir yıl önce varılan ateşkes anlaşmasına bağlı kalacağını açıklamıştı. 

O dönemde İhvan'ın başını çektiği Arap Baharı henüz başlamamıştı.

Hamas uluslararası toplumda kabul görebilmek, meşruiyet sağlayabilmek için İsrail'in ayağına pek fazla basmamaya özen gösteriyordu.

Üstelik, Batı'nın adeta toz kondurmadığı Türkiye'deki Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarının sonsuz desteği arkasındaydı. 

Asıl amacı, El Fetih karşısında siyasi gücünü pekiştirmekti. 

Amma ve lakin İzzeddin El Kassam Tugayları ve Halk Direniş Komitelerine bağlı militanlar rahat durmuyor, İsrail'in güneyini füze saldırılarıyla hedef alıyorlardı.

Açık açık İsrail saldırısına meşru gerekçe hazırlıyorlardı.

Doğal olarak Hamas zor durumda kalmıştı!

Çünkü, hükumetteydi ve sorumluluk taşıyordu.

Üstelik, İçişleri Bakanı da Hamaslıydı!

Burada hemen soralım, bu saldırılar kimin işine geliyordu?

Mesele sadece provokasyonlarla İsrail'in tepkisini çekmek ve Hamas ile El Fetih'in gücünü kırmak mıydı, yoksa işin içine mesela Lübnan'ı da mı katmak istiyorlardı?

Birileri Filistinlilerin kanı üzerinden Lübnan siyasetini dizayn etmeye mi çalışıyordu?

Plan neydi?

İsrail'in can düşmanı İran ve desteklediği Hizbullah bu planlamanın içinde yer alıyor muydu?

Meşru bir gerekçeyle İsrail'e karşı savaş ilan etmesi ve başarılı olması, Lübnan Hizbullahı'nı yani İran'ı ister istemez siyasette de güçlü kılacaktı.

Sünni ağırlıklı İslam coğrafyasından alkış bile alabilecekti. 

Bu, İran'ın bölgedeki etkisini çok daha fazla arttırması demekti.

Hemen yanı başındaki İran, İsrail için bir başka kabus senaryosuydu.

Sözün özü, bu soruların cevaplarını veremeden İsrail'in yaptığı topçu atışlarıyla sıcak savaş başladı.

9 Haziran'da ipler koptu.

İsrail'in Gazze'ye düzenlediği plaj saldırısında çok sayıda sivil hayatını kaybedince, 16 aylık ateşkes sona erdi.

Çatışmalar hız kazandı.

24 Haziran 2006'da İsrail istihbaratı Mossad, Hamas üyesi olduğunu iddia ettikleri Usame ve Mustafa Muamar'ı Gazze şeridinde tutukladı.

Bombanın pimi 25 Haziran'da çekildi.

Misilleme yapan Filistinli militanlar Kerem Şalom kontrol noktasına düzenledikleri baskında Gilad Şalid isimli bir İsrail askerini rehin aldı. İsrail açısından bir askerinin esir düşmesi adeta kabul senaryosuydu!

Saldırının sorumluluğunu Filistin Halk Direniş Komiteleri üstlendi.

İsrail istediği fırsatı yakaladı.

Başbakan Ehud Olmert, bu saldırıdan Filistin lideri Mahmud Abbas ile Hamas liderliğindeki Filistin Hükumeti'ni sorumlu tuttu.

28 Haziran'da İsrail, "Yaz Yağmurları" operasyonunu başlattı.

 İlk aşamada yolları, köprüleri vurdu.

Amaç, Hamas'ın hareket kabiliyetini ortadan kaldırmaktı. 

Gazze'deki tek elektrik santrali hedef alındı.

Hayat neredeyse felç oldu.

Filistin İçişleri Bakanlığı ve Filistin Başbakanı İsmail Haniye'nin ofisi de bombalandı. Bu operasyonla ilk günün sonunda Gazze`de 700 bin kişi elektriksiz ve susuz kalmıştı.

Gazze`de insani kriz baş gösterdi.

12 Temmuz'da Hizbullah sahneye çıktı.

Daha doğrusu İran, Hizbullah üzerinden kendisini Orta Doğu'da bir kez daha gösterdi.

Burada kısa bir parantez açalım;

Lübnan'ın tam bir dinsel, mezhepsel ve etnik mozaik olmasına karşın Şiiler ne toplumsal ne de siyasal olarak ülkede belirleyici olmamışlardı. Ta ki, İran destekli Hizbullah güçlenene kadar. 80'li yılların ortasından itibaren İran, Şii hilali politikasını tahkim edebilmek için Hizbullah'ı güçlendirmeye başlamış ve bunun üzerinden Lübnan siyasetini etkiler duruma gelmişti.

Lübnanlı Şiiler, bir anlamda Şii siyasal İslamının temeli olan ve siyasetin din kurallarına göre uygulanmasını isteyen "velayeti fakih" yaklaşımına yakın durmuyorlardı. Yani, velayeti fakih kurumunun teorisini yapan İran'daki "Kum Mevzisini" takip etmiyorlardı. Bu nedendendir ki, velayeti fakihçi olmayan Lübnanlı Şii lider Büyük Ayetullah Muhammed Hüseyin Fadallah, Tahran için tabiri caiz ise dış kapının dış mandalıydı!

İran, o dönem Hizbullah lideri Hasan Nasrallah'ı parlatıyordu.

Kaldı ki, günümüz akademik literatürüyle bir benzerlik kurarsak, Ordinaryüs Profesöre denk düşen Büyük Ayetullah sıfatı taşıyan Fadallah'ın yanında yardımcı doçentliğe bile haiz olmayacak Hücetullah sıfatına sahip Nasrallah'ın esamisinin okunmaması gerekiyordu.

Ama İran için dini sıfatlar gerektiğinde göz ardı edilebiliyordu. Yeter ki, kendi borusunu bölgede öttürecek birileri olsun!  

Parantezi kapatalım ve devam edelim...

Hizbullah militanları, "Filistinlilerle dayanışma" gerekçesiyle İsrail'in kuzeyinde bir devriye aracına saldırı düzenledi. İki İsrail askerini kaçırdılar, askerleri teslim etmek için  cezaevlerinde bulunan Filistinli bazı tutukluların serbest bırakılmasını istediler.

İsrail 2000 yılında çekildiği Lübnan’a hızla asker soktu. 1996’dan sonraki en şiddetli hava ve deniz saldırısını başlattı.

Limanları, hava yollarını, elektrik santrallerini, su ve arıtma tesislerini vurdu. Yolları, köprüleri, viyadükleri yerle bir etti. Deyim yerindeyse Lübnan'da hayat felç oldu.


O dönem çalıştığım Cumhuriyet gazetesi, beni Lübnan'daki savaşı takip etmekle görevlendirmişti.

Havaalanı kapanmadan önceki son uçakla Beyrut'a indim. Havaalanından şehir merkezine giderken ilk izlenimim şehrin neredeyse harabeye dönmüş olduğu yönündeydi.

Birkaç gün içinde fark ettim ki, Beyrut adeta şizofrenik bir hayat sürüyordu.

Gündüzleri İsrail ülkeyi bombalıyor, Hizbullah militanları İsrail'e füze atıyor, gece olunca da sanki savaş yokmuş ya da insanlar hiç ölmüyormuş gibi El Hamra Caddesi'nde ya da deniz kenarında piyasa yapıyorlardı.

Günlük hayat, yaşanan bütün trajediye rağmen akıp gidiyordu.

  

30 Temmuz'da, ben Lübnan'a gelmeden kısa bir süre önce ülkeyi sarsan bir saldırı yaşanmıştı.

İsrail, hava kuvvetleri Lübnan'ın güneyinde Kana'ya bir hava saldırısı gerçekleştirmiş, adeta bir katliam yapmıştı. 16'sı çocuk 28 kişi hayatını kaybetmişti.

Dünya ayağa kalkmış, İsrail ise "Önceden uyarmıştık" demekle yetinmişti!

Lübnan'a varınca ilk işim Kana'ya gitmek olmalı diye düşünürken, daha Beyrut'taki ilk gecemin sabahında Hizbullah militanlarının kaldığım oteldeki odamın kapısını çalmasıyla uyandım.

Benim gazeteci olduğumu, Lübnan'a ne zaman geldiğimi ve hangi otelde kaldığımı nereden biliyorlardı gibi son derece mantıklı ve makul sorularımın yanıtlarını öğrenmeye fırsat bile bulamadan kendimi dört çekerli devasa bir arazi aracının içinde Kana'ya doğru giderken buldum!


Elbette meslek hayatımda hiç tanık olmadığım ve bundan sonra da olamayacağımı düşündüğüm kadar acımasız bir kara propagandaya alet edilmek isteneceğimin farkında değildim. Orta Doğu'nun akıllara ziyan acımasızlığına bir kez daha tanık olacaktım.

Bir annenin iki çocuğundan birinin yaşaması ve diğerinin ölmesi arasında nasıl insanlık dışı bir tercihe zorlanmış olduğunu öğrendiğim hikâyenin devamını çarşamba günü kaleme alacağımı dile getirip, şimdilik yazımıza noktayı koyalım.