Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü
Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü
Serdar Ortaç ve Mehmet Ali Erbil yargılanacak
Serdar Ortaç ve Mehmet Ali Erbil yargılanacak
İbrahim Tatlıses, yürüyebilmek için tedaviye başladı
İbrahim Tatlıses, yürüyebilmek için tedaviye başladı
Ali Atay'ın sözleri sosyal medyayı ikiye böldü
Ali Atay'ın sözleri sosyal medyayı ikiye böldü
123456789
Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü
Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü
Serdar Ortaç ve Mehmet Ali Erbil yargılanacak
Serdar Ortaç ve Mehmet Ali Erbil yargılanacak
İbrahim Tatlıses, yürüyebilmek için tedaviye başladı
İbrahim Tatlıses, yürüyebilmek için tedaviye başladı
Ali Atay'ın sözleri sosyal medyayı ikiye böldü
Ali Atay'ın sözleri sosyal medyayı ikiye böldü
123456789

Kişi Varlığı Olarak İnsan

Nasıl bir insan yetiştirmek istiyoruz? Her devletin, toplumun, ideolojinin, dinin, dünya görüşünün, eğitim sisteminin temel sorusudur bu. Dindar, laik, Atatürkçü, bireyci, toplumcu insan yetiştirme gibi iddialar her zaman için gündemde olmuştur. Kanaatimce kategorize edilerek insan yetiştirme amacını belirlemek pek doğru değildir. Mesele daha derinden, temelden ele alınmalıdır.

Birey ve toplum olmak üzere iki kutuplu bir hayat içerisinde kişi adını alan insan, sanırım meseleyi temelden ele almak için kaçınılmazdır. Çünkü hangi kategoride ele alınırsa alınsın, o kategorinin insanı kişi vasfına sahip değilse o kategorinin vasıfları da ilineksel kalır. 

Genellikle birey ile toplum arasında bir çelişki yaşanır. Ya birey ya toplum gibi bir ikilem ile karşı karşıya kalabiliriz. Kendi bireyselliğini toplumun kurallarına feda edenler daha çok konformist, ama toplumu kendi bireyselliğine feda edenler de daha çok bencil bir tablo çizerler. Elbette toplum bireye nazaran çok güçlüdür ve bütün bireyler üzerinde etkin ve etkilidir. Bu açıdan her birimiz, Gasset’nin ifadesiyle “bir ortamın çaresiz tutsağıyız”. Her birimizin içinde davranan bir sosyal ben vardır ve bu sosyal ben bireysel beni sürekli kendisine benzetmeye çalışır. Toplumun herkes için geçerli alışkanlıklarını yaymak, toplumsal düzen için de önemli görünür. Böylece bireysel olan bütünüyle toplumsal olana dönüşür ve gerçekten var olan bireysel varlık yok durumuna düşer. Bu, bireysel olanın özgürlüğünün de ortadan kalkması ve bireylerin kendi dışlarından gelen emredici otoritenin emrine girmeleri demektir. Toplum, bunu aynı zamanda dayanışma adına yapar ve dayanışma olgusu beraberinde otorite olgusunu yaşatır. 

Birey halinde kalmak, içinde yaşadığımız toplumdan kendimizi soyutlamak ve adeta bir nicelik durumuna düşmek demektir. Birey bir nicelik, toplum ise alışkanlıklar sisteminden ibaret bir kitledir. Bu alışkanlıklar sistemi, doğru olup olmadığı tartışmalı olan ama tartışılamayan pek çok değer yargısı tarafından da desteklenir. Bireysel ben ile toplumsal ben arasında bir çelişme ve çatışma yaşanır. Bu çatışma ve gerilim bireyi kişi varlığı haline getirdiği oranda değerlidir ve bir anlam ifade eder. Tersi durumda kaosa neden olur. Bireyci bir anarşizm ile toplumcu bir konformizm arasındaki bu çatışmalı, çelişkili hal aslında dengeye kavuşması durumunda da son derece faydalıdır. İşte bunu dengeye kavuşturacak olan da kişi olmaktır. Bireyin nicelik, toplumun kitle olduğu yerde kişi, nitelik sahibi ahlaki bir varlıktır.

Öyleyse kişi kimdir?

Batı dillerindeki personne kelimesi “Etrüsk kaynaklı ‘phersu’ kelimesinden Latinceye ‘personna’” biçiminde geçmiş, “maske giymiş bir tiyatro oyuncusunun sahnede oynadığı ‘rol’ anlamında” kullanılmıştır. Arapça olarak da “yükselmek, görünmek, ortaya çıkmak, birine sabit şekilde bakmak ve birini temsil etmek anlamına gelen şahasa’dan ‘şahıs' olarak türetilmiştir” (Bilal Dindar, Emmanuel Mounier’de Personalizm, s. 25).

Kişi, somut bir durumun temsilcisi olarak karşımıza çıkar. Onun somut durumunu belirleyen şey, nitelikleridir. Çünkü bir insan kendisini sahip olduğu nitelikleriyle belli eder. Bundan dolayı kişi, belirli ve somut bir varoluş halinde kendisini gösterir. Kişinin bu özelliği, onun başkalarına açık bir varlık olmasını gerektirir. Öyleyse kişi, başkalarına ve topluma karşı kendisini kendisi olarak gösterendir. Birey, kendisini soyutlamış olması ve daha çok niceliksel bir varlık olması nedeniyle başkası veya toplum ile ilişkiye giremez ya da onun ilişkisi, ben merkezli bir ilişki biçiminde gerçekleşir. Çünkü birey, bireysel beninin egemenliği altındadır. Bundan dolayı da onun ilişkilerini belirleyen bireysel beninin egoizmi, duygusallıkları, çıkarlarıdır. Oysa kişi, bireysel beni aşan ve daha üst amaçlar için kendisiyle kendisi olmayanın farkında olarak hareket eder. Bu bakımdan birey, daha çok organik ve itkileri çerçevesinde davranırken kişi, ahlaki bir varlık niteliğine kavuşur. Zira ahlakilik, özgürlük, sorumluluk gibi varoluşsal durumlar başkalarıyla karşılaşma esnasında ortaya çıkar. Bundan dolayı kişi kendi dışına çıkan, topluma, dünyaya açılan bir varlıktır. Kişinin bir dünyası vardır ve bu dünya, çevrenin dar sınırlarının çok ötesindedir. Birey, bölünemeyen bir varlık olmak itibarıyla bir atom gibidir. Bunun nitelik kazanması kişi olmaklığa işaret eder. Bundan dolayı kişi, birey olmanın anlamlarının ötesinde bir anlama sahiptir ve o anlamını, gerçekleştirdiği fiillerle kazanır. Bunlar, Max Scheler’e göre tinsel (manevi) fiillerdir. 

Max Scheler, kişi olmanın bazı özelliklerinden bahseder. Bunlardan ilki, kişinin normal olmasıdır. Burada normallikten kastedilen, bir kişinin yaşama biçimini hiçbir güçlüğe uğramadan anlamak demektir. Kişinin duygu, düşünce, eylemlerinden hareketle bütün olarak onları bir anlam birliği içerisinde kavramak demektir bu. Kişi, bir anlam dünyasının birliği olarak vardır. Anlam birliğinin kaybolduğu yerde o, nesne konumuna düşer. Öyleyse kişi, nesne yapılamayan bir varoluş sahibidir. 

Kişi için ikinci koşul, bağımsızlık koşuludur. Bununla anlatılmak istenen de kişi, kendisiyle kendisi olmayan arasındaki sınırı çizebilmeli ve bu sınır dolayısıyla da kendisinin ve başkasının ayrılığı hakkında bir görüşe sahip olabilmelidir. Bu hususun oldukça önemli olduğunun altı çizilmelidir. Başkasını taklit, başkası gibi olma, kendini başkasına emanet etme ya da bırakma, başkasının vesayeti altına girme, bağımsızlığı ortadan kaldıran şeylerdir. Bağımsızlık koşulu, öncelikle kendisi olan için geçerlidir. Kendisine ait tavır alış, hayır deyiş, başkaldırış, kendi bireysel ve toplumsal benine rağmen davranış gibi hususlar ön plana geçmektedir. Bu hususlara sahip olamayanın bir iradesi olmadığı, kendisine ait nitelikleri bulunmadığı için hazır kimlikler sunan guruplara, cemaatlere, tarikatlara, kendisini esaret altına alan dayanışma organizasyonlarına girer. 

Oralarda kendisi yoktur, tercihleri, anlam dünyası belirlemeleri, değerlere uygunluk sorunu gibi hususlar kendi dışından emirler ile yerine getirilir. Nasıl hareket edileceği önceden belirlenmiştir. O, başkasının mağarasının içinde kalır. Birinin ağladığı yerde herkes ağlar, güldüğü yerde herkes güler. Bergson’un güzel bir örneği vardır: Herkesin ağladığı bir vaazda ağlamayan bir kişi varmış. “Sen neden ağlamıyorsun?” diye sorulduğunda, “Ben sizin cemaatinizden değilim”, cevabını vermiş. Gerçekten de kimlik, nitelik, tavır sahibi olamayanların sığındığı yerler olan bu türlü oluşumlar, bireyleri tamamen yok seviyesine düşürmekte ve onların varlığını otoritenin sahte bir fenomeni haline getirmektedir. Onlar ve özellikle dini cemaatler ve tarikatlar, “gassalın elindeki meyyit” gibi teslim olan insanları isterler. Onları idare etmek, onlara hükmetmek ve onları istenildiği gibi kullanmak son derece kolaydır. Kişi olamayan ve bağımsızlığı konusunda hiçbir şeyin farkında olmayan insanlardan oluşan toplumlarda gelişmeleri sağlayan kişisel dehalar da yetişmez.

“Kişi, kendi bedeni üzerinde egemenlik kurandır”, der Max Scheler. Kişi, bedeninin farkında olmalıdır ve ancak beden vasıtasıyla fiiller gerçekleştirilir. Ancak kişi, bedeniyle özdeş değildir. Kendini bedeniyle özdeş gören ya bir zevk nesnesidir ya da köle. Bedenine âşık olan ile bedenini başkasına devretmiş olan arasında kişi olamayış bakımından fark yoktur. Narsist de köle de kişi değildir. Günümüzde bedeni ile kendi arasında sağlıklı bir bağ kuramayan bireylerin düştüğü durum, trajiktir. Bu trajik duruma kapitalizmin de destek olduğu ve var olmanın bedeni vasıtasıyla var olmak olarak pompalandığının farkında olmak gerekir. Güzel bir bedene sahip olan, kişi olma özelliğine değilse onun isteme ve yapıp etmeleri arasında uygunluk bulunmaz ve onunla ilişki kurulamaz. Bu özelliğin eksikliği, insanın sorumluluk yüklenemeyeceği ve kişi olmanın en temel özelliklerinden olan sorumluluk niteliğine sahip olamayacağı anlamına gelir.

Bütün bu değerlendirmeler çerçevesinde baktığımızda, kişi olmanın aslında hem kendi varlığımız hem de toplumsal olanın niteliğinin yükselmesi bakımından ne kadar da önemli olduğu rahatlıkla görülebilir. Kişi, kendisiyle toplumsal olan arasındaki ilişkiyi adaletli ve etik planda kurabilendir. O, ne toplumsal alışkanlıkların oluşturduğu sosyal nizamın determinizmine ne de biyolojik-organik varlığının doğal determinizmine tabidir. Bundan dolayı da özgürdür. Bir bakıma hem kendi biyolojik-organik varlığındaki doğal olana hem de toplumsal olana “hayır” diyebilendir. Onun kişi olarak varlığını kuran da “hayır” diyebilmesidir. Kişi, itaat etmeyendir.

İktidarlar, güç merkezleri, cemaatler, partiler, sivil toplum örgütleri, terör örgütleri, ideolojik guruplar ve bir bütün olarak toplum itaat ister. Oysa dinamizm, “hayır” diyebilenlerle başlar. Hayır, keyfi olarak denilebilecek bir şey değildir. Buradaki "hayır"ı mutlak anlamda da almamak gerekir. Çünkü mutlak hayır, nihilizme götürür. İçinde evet barındıran bir hayır, bir alternatif sunmadır. Bu alternatifi ancak kişi olanlar sunabilir. Diğerleri, kendilerini içine çektikleri mağara sahiplerinin kölesi olabilirler.

Kişi, birey ve topluma göre aşkın bir konumda bulunur. Çünkü o hem kendi bireyselliğini hem de toplumsal önyargıları terk etmiştir. Bireyin kendi bilincine mahpus ve mahkûm olduğu yerde kişi, dünyaya açılır. Toplumsal olana uygun olmayı tercih edenlere göre kişi, toplumsal olanın alışkanlıklarını tersine çevirir.  

Kişi, kedini bilen varlıktır. Özellikle bağımsızlığı, kendini bilmekle doğrudan bağlantılıdır. Kendini bilmek, başkalarıyla karşılaşmayı ve onlarla aramızda sınır çizmeyi, bu sınır dolayısıyla da başkasını da bilmeyi gerektirir. Çünkü sınır çizmek, sınırın ötesini bilmekle mümkündür. Bireyin böyle bir imkânı yoktur, çünkü o, başkasına açık değildir. Kitle içinde kaybolmuş olan ise kendisi değildir ve kendisinde olmadığı için de kendisini bilemez. Bu, toplum açısından sıkıntılı bir durum doğurur. Çünkü cehalet, kendini bilmemekle başlar. Kendini bilmek de aydınlanmayı başlatır. Bu açıdan bakıldığında kişi varlığının azlığı, cehaletin ve kendini bilmezlerin de çokluğuna işaret eder. Toplumumuzdaki ölçüsüzlüğün, şiddetin, liyakatsizliğin, her şeyi kendine hak görmenin nedeni kendileri konusundaki cehaletleri ve bu cehalet nedeniyle de ahlaki erdemlere sahip olamayıştır.

Öyleyse dindar, Müslüman, Atatürkçü, laik, seküler, bireyci, toplumcu gibi kategorilere bağlı insan yetiştirme düşüncesinden önce bu kategorilerden hangisine ait olursa olsun, öncelikle kişi olmayı sağlamanın yolu bulunmalıdır.