Şefika Kutluer Festivali 24 Kasım'da başlıyor
Şefika Kutluer Festivali 24 Kasım'da başlıyor
Dünyanın en pahalı muzu
Dünyanın en pahalı muzu
Mehmet Ali Erbil hakkındaki iddianame
Mehmet Ali Erbil hakkındaki iddianame
Uğur Dündar'a açılan babalık davası
Uğur Dündar'a açılan babalık davası
123456789
Şefika Kutluer Festivali 24 Kasım'da başlıyor
Şefika Kutluer Festivali 24 Kasım'da başlıyor
Dünyanın en pahalı muzu
Dünyanın en pahalı muzu
Mehmet Ali Erbil hakkındaki iddianame
Mehmet Ali Erbil hakkındaki iddianame
Uğur Dündar'a açılan babalık davası
Uğur Dündar'a açılan babalık davası
123456789

DÜŞÜNCE FİRARDA OLURSA

Ali Osman Gündoğan

Heidegger, "Çağımızda düşünce firardadır" diyor. Sahici düşünmenin yerini pratik ve teknik olan düşünmenin aldığını ifade ediyor. Hız ve gösteri düşünceyi esir almış durumda. Derinliğine ve geleceği değiştirecek büyük sistemler üretmenin çok uzağında olan bir dünyada yaşıyoruz. Düşünce, strateji ve proje ile yer değiştirmiş gibi. Teknoloji, dijitalleşme çağımızın merkezi kavramını oluşturuyor. Elbette her dönemin merkezi kavram, değer, episteme ve paradigmalarının olduğunu biliyoruz. Olaylara, varlığa bu kavramlar, değerler, Foucault’nun episteme ve Kuhn’un paradigma dediği şeyler açısından bakıyoruz. Ne var ki günümüzde, bütün bir evrene, insan eliyle “tehlikeli bir meydan okumanın” tarzı olarak iş görüyor artık teknoloji ve dijitalleşme. Hatta insanın tanımı değişecek gibi. Homo sapiens yerini homo dijitalis ya da homo dijitalicus’a bırakıyor. Düşünmeyi, firarda kılan en önemli neden sanki bu. Çünkü sapiens düşünen, makul, ölçülü, bilgece davranan, akıllı insanı ifade ediyor. Homo dijitalicus, bu anlamların dışında bir insan tanımına götürüyor bizi. Zira tekniği, bir sanat olarak bir şeyi açığa çıkaran hakikat tutumu olarak göremiyoruz günümüzde. Buna rağmen teknoloji ve dijitalleşmenin ilerlemesiyle birlikte bazı görüşler, insanın artık ölümsüzlüğe doğru gittiğini de savunuyor. Sorunlu olmakla birlikte trans-hümanizm, ortaya çıkışı itibariyle insan için ölümsüzlüğü hedef olarak koyuyor. Gerçi ölümsüzlüğü arayış, bilim ve teknolojinin gelişmesiyle ortaya çıkmış da değil elbette. Gılgamış destanından beri var. Bütün öte dünya inançlarını bu anlamda düşünmek mümkün. Ruh fikrinin kaynağında da sonsuzlaşmak arzusunun olduğu çok belli.

Düşüncenin firarda olması, özellikle günümüzde benim açımdan şu düşünceyi ortaya çıkarıyor: Kim firar eder? Firar ne demektir? Tutuklu olan, bulunduğu yerden türlü olumsuz nedenlerden dolayı kaçmak isteyen, zorla bir yerde tutulan firar etmek ister. Firar, bir kaçıştır. Okuldan, hapishaneden, asker ocağından, hastaneden firar edenler, kaçaklardır. Düşüncenin firarda olması, kendisi için uygun bir zemini bulamamış olmasından olduğu gibi kendisini tehlikede görmüş olmasından da kaynaklanabilir. Bunun doğal sonucu gizlenmek ya da kaçmaktır. Bu bakımdan düşünce gurbettedir, gariptir ve suçlu gibidir. Firarda olduğu için kendi öz kaynaklarına da sahip değildir. Kaçak ya da firari olanın peşine düşülür, aranır ve bulunur. Ama düşünce söz konusu olunca durum tersine işliyor. Onun peşine düşen, arayıp bulan da pek yok. Düşüncenin kaçtığı ya da saklandığı yerde olup biten nedir?

Karşılığı ister olsun isterse olmasın, gerçekle muhatap değil, sadece rakamlarla muhatabız. Rakamların saltanatı hüküm sürüyor. Rakamlar ne kadar büyük ise kuşattığı gerçeğin de o derece büyük olduğunu düşünüyoruz. Rakamlar, ifade etmeye çalıştıkları gerçek karşısında artık insanları duygusuz olmaya doğru götürüyor. Niteliklerle yüklü varlıkların niceliksel olarak ifade edilmesine yarayan rakamlar, niceliği niteliğin önüne geçiriyor. Kesinlik arayışına elbette rakamlar cevap verir. Fakat rakamların yorumu karşısında yorum ile gerçeklik arasındaki ilişki bu kesinlikten de uzaklaştırıyor. Çünkü rakamlar, elimizde bir oyuncak haline de gelebiliyor. İstatistiklerden elde edilen rakamların sonucu olan yargılar, soruları sorma biçimine göre istediğimiz biçimde anlamlandırılabiliyor. Elbette kelimeler şeylere doğrudan bir göndermede bulunmaz. Bundan dolayı kelimeler şeyleri olduğu gibi ifade etmez. Yorumun zorunluluğu buradan doğar. Artık şeyler hakkında söylenenlerin yorumu değil, rakamların yorumu önem kazanmış durumda.

Sayılmayan, ölçülmeyen, tartılmayan hiçbir şeyin hükmü yok artık. İbadet etme biçimlerinde bile bu durumu görüyoruz. Ölçülebilen şeyler değerli, ölçülemeyenlerin esamesi bile okunmuyor. Oysa sadece maddi olanlar ölçülebilir. Dünyanın bu derece materyalist olduğu başka bir çağ daha var mı acaba? Descartes, "Düşünme zihnin, yer kaplama maddenin özüdür" der. Evet geniş alanları doldurmak yeterli. Çoğunluğu sağlamak yeterli. Futbol için tribünler, konferans için salonlar, miting için alanlar dolsun yeter. Yayılım, derinleşmenin engelidir. Mekanlara yayılmak, düşüncenin kısır oluşuna neden oluyor. Çünkü artık maddenin yer kaplaması, zihnin düşünmesinden daha önemli. Bunun doğal sonucu, eşyanın görünen yüzlerine değer vermek ve asıl olan şeyi, eşyanın anlamı üzerinde düşünmemek. Oysa bizim varlıkla olan ilişkimiz anlam üzerinden kurulan bir ilişkidir. Değer, varlıkla ilişkimizde anlam üzerinden ürettiğimiz ve böylece de bizim eylemlerimizi sınıflandırmaya yarayan ölçütler durumundadır. Anlamı kaybetmek, dolaylı olarak bu ölçütleri kaybetmektir. Ölçüt yoksa her eylem eşittir. Her eylemin eşit olduğu bir durumda değer ölçütü koyan, başta ahlak, din, hukuk olmak üzere bütün disiplinler ortadan kalkar.

Derinliği olmayan bir düşünme ediminin ortadan kalkması, her anımızı, sürekli olarak ya düzensiz bir dağılmaya ya da tören havasına çeviriyor. Tören, usulleri yerine getirildiğinde etkinliklerin amacına ulaştığını düşünen bir zihniyetin temsil edeceği şey, sadece görünmek ve göstermektir. Görünmek ve göstermek, biçime değer verir. Madde nasıl ki zihnin önüne geçti ve onu işlevsiz hale getirdiyse biçim de özün önüne geçiyor ve özü önemsiz kılıyor.

Düşünce yoksunu dünyanın her şeyi araç haline dönüştürdüğü çağımızda bütün kavramlar ve kurumlar da anlamını ve özünü yitiriyor. Boş mekanları doldurmaya yönelmiş bir zihniyet, kavram ve kurumların içini boşaltarak bunu yapıyor. Boşaltarak doldurmak ve doldurarak boşaltmak, büyük bir hüner ister. Çağımız, bu hüneri sayesinde şovu esas aldığı için bütün masum duyguları da kötüye kullanmaktan çekinmiyor: İyilik yapmak, ibadet etmek, erdemli davranmak, yardımda bulunmak, merhamet göstermek bile artık tek başlarına ve sırf kendileri için istenen değerler olmaktan çıktı. Tanrı ile ilişkimiz bile bu olumsuzluğa hizmet eder duruma dönüştürüldü.

Dünyada sadece övgüler ve yergiler var. Ne övgülerin ne de yergilerin hiçbir makul gerekçesi de yok. Dil, sadece niyetimize hizmet eden bir oyundan ibaret artık. Son derece ciddiyetsiz bir sofizm hüküm sürüyor: Kelimeler, birileri için dilin fitnesi, birileri için de hakikatin kutsal ifadesi. Dilin düştüğü durumun farkında olanlar için sözün değeri de kalmıyor. Oysa Yuhanna İncili, “Önce söz vardı” diye başlar. Kur’an, ilk olarak “Oku” emriyle insanlığa hitap eder. İnsanlığın mitosları, insanlığın ilk sözleridir. Logos, medeniyetin kurucu sözlere geçişini sağlayan sözdür. Şiir, belki de en güzel sözdür. Doğru ve doğru olmayan sözü ayırt etmekte güçlük çekiliyor.

Yalan, hakikatin tahrif edilmesidir. Hakikati, onu bilen tahrif eder. Hakikati bilmeyenin hakikat dışı bir sözü, yanlış sözdür. Kısacası hakikati bilen yalan söyler. Yalan söylüyorsun dediklerimiz karşısında, “ben hakikati biliyorum” çığlıkları yükseliyor. Ve hakikat bazen, bazılarının ağzında bir şarlatanın ifadesi olarak nitelendiriliyor. Hakikat ve şarlatan, hakikat ve yalancı birbirinden ayrılmıyor. Herkes yanılıyor. Yanılmayan sadece biziz.

Bütün bunlar şunu gösteriyor: Descartes gibi filozoflara ihtiyacımız var. Bir defa da olsa her birimiz bütün bildiklerimizden kuşku duymaya başlamalı ve düşünmenin önünü tekrar açmalıyız.