Şefika Kutluer Festivali 24 Kasım'da başlıyor
Şefika Kutluer Festivali 24 Kasım'da başlıyor
Dünyanın en pahalı muzu
Dünyanın en pahalı muzu
Mehmet Ali Erbil hakkındaki iddianame
Mehmet Ali Erbil hakkındaki iddianame
Uğur Dündar'a açılan babalık davası
Uğur Dündar'a açılan babalık davası
123456789
Şefika Kutluer Festivali 24 Kasım'da başlıyor
Şefika Kutluer Festivali 24 Kasım'da başlıyor
Dünyanın en pahalı muzu
Dünyanın en pahalı muzu
Mehmet Ali Erbil hakkındaki iddianame
Mehmet Ali Erbil hakkındaki iddianame
Uğur Dündar'a açılan babalık davası
Uğur Dündar'a açılan babalık davası
123456789

ÇAĞDAŞ MÜLTECİ HUKUKUNUN TEMELLERİ VE GELİŞİMİ

Türkiye’deki mülteci/sığınmacı konusu tamamen tersinden yürütülen bir tartışma şeklinde ele alınıyor. Uluslararası mülteci hukuku ve uluslararası insan hakları hukuku, mültecilerin insan haklarını korumayı öngören prensiplere dayanmaktadır. Devletlerin egemenlik hakları çerçevesinde sınırlarını koruma, egemenlik alanlarına giriş-çıkışları kontrol etme hakları vardır. Ama tarihi gelişimi açısından mülteci hukuku ve insan hakları hukuku, söz konusu egemenlik hakkının kullanımına sınırlamalar getirmektedir. Bu hukukun birinci kaygısı kendi ülkelerinin yaptığı hak ihlalleri nedeniyle, hayatları ve özgürlükleri önemli bir risk altına girdiği için başka bir ülkeye sığınan mültecilerin haklarının uluslararası toplum adına korunmasıdır. Dolayısıyla normal, olması gereken tartışmanın başlama noktası sığındıkları ülkelerde mültecilerin, kendi ülkelerinde ihlal edilen haklarının ne oranda korunabildiği olmalıdır. Mültecilerin geldikleri ülkede ulusal güvenliğe, kamu düzenine yönelik verebilecekleri zararlar için aynı hukuk, düzeltici çareler tanımaktadır. Ama bunlar istisnadır. Esas olan mültecilerin temel haklarının ne oranda korunmakta olduğudur. Oysa ülkemizdeki tartışmada, mülteci hakları, bırakın istisna olmayı, tartışmanın küçük bir parçası bile olamamakta, tüm dikkatler ülkemizi bu insanlardan nasıl arındıracağımız noktasına odaklanmaktadır. Devletin bekası konusu kişi hak ve özgürlüklerinin çok çok önünde gelmektedir. Mülteci konusundaki tersten başlayan tartışmayı doğru bir başlama noktasına oturtarak yeniden başlattığımızda şu anda tıkanılan “çözümsüzlük” durumu da çözülecektir.

Türkiye son yıllarda dünyada en fazla mülteciye uluslararası koruma sağlayan bir ülke. Resmi rakamlara göre 3.7 milyon Suriyeli, 350 bin uluslararası koruma statülü insan var. Doğal olarak kamuoyu ve siyaset bu krizi hararetli bir şekilde tartışıyor. Özellikle seçimler yaklaştıkça tartışmalar yoğunlaşmakta ve üslup olarak sertleşmekte. Ama bu tartışmalarda uluslararası hukuk yokmuş gibi davranılıyor. Uluslararası hukukun, mültecilerin korunmasındaki en önemli aracı olan 1951 tarihli Mültecilerin Statüsüne dair Sözleşme ve 1967 protokolüne o kadar az atıfta bulunuluyor ki.

Bunun sonucu olarak tartışmalar, tamamen ortak bir referanstan yoksun olarak, nereye çekilirse oraya gidecek bir biçimde ve neredeyse düello davetiyelerine evriliyor. Bu makalede uluslararası mülteci hukukunun temelleri ve gelişimi ana hatlarıyla özetlemeye çalışılacaktır. Amaç ülkemizde konuyla ilgili yürütülen bu tartışmalara mülteci hukuku ve insan hakları boyutunu da dahil etmektir.

Mülteci konusu öncelikle insan hakları konusudur.

Mültecilerin statüsüne dair sözleşme, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun kararıyla 2-25 Temmuz 1951 tarihinde Cenevre’de toplanan konferansta son şeklini aldı.

Bugünkü evrensel mülteci hakları iki temel kaynaktan besleniyor:

. Uluslararası insan hakları hukuku standartları

. Mülteci sözleşmesi

1921 tarihinde ilk mülteciler yüksek komiserinin atanmasıyla 1951 Cenevre konferansı arasında geçen sürede pek çok uluslararası düzenlemeler, daha sonra anlaşmalar imzalandı. Tüm bu çözüm arayışlarında mültecilerin sorunlarına yönelik kavramsal gelişime uluslararası yabancılar hukuku ve azınlık hakları sözleşmeleri katkıda bulundu.

Milletler Cemiyeti mülteci sorununun çözümü için çeşitli düzenlemelere gitti: sorunların başında, mültecilerin ülkelere girişi, kayıtlarının yapılması, ülke içinde serbest dolaşımı, yardımlara ulaşımı, çalışabilmeleri geliyordu. İki savaş arasındaki dönemde kalıcı çözüm olarak, ekonomik konjonktüre bağlı kalınarak ülkelerine geri gönderme, denizaşırı üçüncü ülkeye yerleştirme ve özellikle savaş sonrası görülen ekonomik iyileşmeyle bulundukları ülkede statü sahibi olarak yeni bir hayata başlamalarının yolları denendi.

İkinci Dünya Savaşı sonrası çağdaş mülteci hukuku açısından birbiriyle bağlantılı iki girişim görüyoruz. Birincisi, görev süresi dolmakta olan IRO’nun yerine 1950’de UNHCR’ın kurulması…İkincisi de Mültecilerin Statüsüne dair Sözleşme.

UNHCR, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun oybirliği ile aldığı bir kararla kuruldu. UNHCR’ın görevi mültecilere uluslararası koruma sağlanmasında ve onlara kalıcı çözümler bulunmasında ülkelerle iş birliği yapmak, mülteci hukukunun gelişmesine katkıda bulunmaktı.

1951 sözleşmesi ikinci dünya savaşı sonrasındaki iki insan hakları sözleşmesinden birisidir. Diğer sözleşme ise 1948 tarihli Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi’dir.

Mülteci sözleşmesinin temel kaynağı 1948 İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’dir.

Mülteci Sözleşmesi, mülteciyi şöyle tanımlar: “ırkı, dini, tabiiyeti, belli bir sosyal gruba mensubiyeti veya siyasi düşünceleri yüzünden, zulme uğrayacağından haklı sebeplerle korktuğu için vatandaşı olduğu ülkenin dışında bulunan ve bu ülkenin korumasından yararlanamayan kişi”.

Mülteci hukukunun en önemli kavramı, ulusal korumanın yerini alacak olan uluslararası koruma kavramıdır.

Mülteci Sözleşmesi kişinin sığındığı ülkeyle bağları derinleştikçe genişleyen bir haklar sistemi içerir. Ancak bazı temel haklar, mültecinin ülke toprakları içine girdiği andan itibaren her zaman tanınacak temel haklardır. Bu haklar, ayrımcılığa tabi tutulmama, din ve vicdan özgürlüğü, mahkemelere eşit erişim ve adil yargılanma, hayatı ve özgürlüğü tehdit altında bulunan ülkeye geri gönderilmeme hakkıdır. 33 maddedeki geri gönderme yasağı kesin bir yasaktır. Uluslararası korumanın temelidir.

Mülteci statüsü ise mültecilerin onurlu bir yeni yaşam kurmalarının şartıdır. Sözleşme, ekonomik hakları, sosyal hakları, çalışma hakkı ve sosyal güvenlik hakkını, serbest dolaşımı, yardımlara eşit erişimi, kayıt ve belge tedarikini, mülk edinme hakkını, konut yardımlarını, idari yardımları, cezalandırılmama ilkesini, örgütlenmeyi, mal varlıklarının transferi hakkını tanır.

1951 Sözleşmesi 1967 Protokolü tadilata uğradı ve mülteci tanımındaki tarihi ve coğrafi kısıtlamalar kaldırıldı. Ancak, daha önce 1951 Sözleşmesi’ne coğrafi kısıtlama ile katılan ülkelere, bu kısıtlamayı sürdürme imkânı tanınmaktadır. Türkiye bu kısıtlamayı sürdüren üç ülkeden birisidir. Bu nedenle Avrupa dışından gelen mültecilere mülteci statüsü tanımamaktadır. Bu da Avrupa dışından gelen milyonlarca mülteciye yerel entegrasyon imkanını ortadan kaldırmaktadır.

Uluslararası mülteci hukukunun gelişiminde bölgesel sözleşme veya deklarasyonlar önemli rol oynamış ve mülteci tanımının genişletilmesini sağlamışlardır. Bu çerçevede çok önemli iki belgeyi: Afrika Birliği Örgütü’nün 1969 tarihli sözleşmesi ile Latin Amerika ülkelerinin 1984tarihli Cartagena Deklarasyonu oluşturmaktadır.

Uluslararası mülteci hukukunun gelişiminin yanı sıra mültecilerin korunması konusunda uluslararası insan hakları hukuku ile Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi gibi bazı bölgesel insan hakları sözleşmeleri de çok önemli roller üstlenmektedirler.