Erdem Bayazıt'ın ölüm yıl dönümü
Erdem Bayazıt'ın ölüm yıl dönümü
Hatay'da 9 ayda tamamlanan duvar resimleri
Hatay'da 9 ayda tamamlanan duvar resimleri
Anadolu’nun kayıp dili ‘Kalaşmaca’
Anadolu’nun kayıp dili ‘Kalaşmaca’
Bozkurt neyi temsil ediyor
Bozkurt neyi temsil ediyor
123456789
Erdem Bayazıt'ın ölüm yıl dönümü
Erdem Bayazıt'ın ölüm yıl dönümü
Hatay'da 9 ayda tamamlanan duvar resimleri
Hatay'da 9 ayda tamamlanan duvar resimleri
Anadolu’nun kayıp dili ‘Kalaşmaca’
Anadolu’nun kayıp dili ‘Kalaşmaca’
Bozkurt neyi temsil ediyor
Bozkurt neyi temsil ediyor
123456789

DÜNYADAKİ CEHENNEM

Sartre, Gizli Oturum adlı tiyatro eserinde, “başkaları cehennemdir” tezini savunur. Sartre’ın ontolojisi, "ben"in başkalarıyla somut ilişkiler kurması esnasındaki sorunlar, “başkaları cehennemdir” tezini açıklar mahiyettedir. Ancak tarih boyunca olduğu gibi günümüzde de bu olumsuzluğun devam ettiği söylenebilir. Başkasıyla ilişkiler açısından başkasının cehennem olarak görülmesi dini, ahlaki, siyasi bakımlardan çok yoğun olarak yaşanıyor. Başkasını cehennem olarak görmek, onu yok etmeye kadar giden bir vahşiliğe de neden oluyor. Oysa başkasının cehennem olduğu bir yerde, herkes başkası olduğu gerçeğini unuttuğu için kendisinin cehennem olarak görüldüğünü de unutuyor. Cehennem, işkence yeridir ve her insan için bir tehdittir. Başkası bu açıdan bir tehdit olarak görülür. Başkası düşmancadır ve başkasıyla ilişki, düşmanca bir ilişkidir. Oysa başkasını cehennem ve düşman görmek, kendisinin de düşman ve cehennem olarak görülmesine izin vermektir. Felsefi olarak bu durum konuşulabilir, tartışılabilir ve gerçekten bir insan ve varlık sorunu olarak ele alınabilir. Ama böyle bir sorunun dışında, böyle bir tartışmaya girmeden ve hatta bu türlü felsefi tartışmalardan habersiz olarak insanların birbirleriyle ilişkilerinde ortaya çıkan olumsuz durumların ahlaki, dini, kültürel kaynaklarına da inmek gerekiyor. Başkasını cehennem olarak görmek adaletten, hoşgörüden, merhametten de uzak kalmak anlamına geliyor. Sartre’ın ifadesiyle, “mutsuz bir bilinç” sahibi olmanın ve insan için “beyhude bir çaba” haline dönüşmenin de yolu açılıyor. Şimdi şunu sorabiliriz: Altı yaşındaki kızını nasıl bir tehdit olarak gördü de ona cehennemi yaşattı bu adamlar? Bu soruya cevap vermek kolay değildir.

Bu yazı, söz konusu soru ve benzer durumlar hakkında bir düşünme pratiğidir.

İnsanlık tarihi, insanlar arasındaki ilişkiler bir bütün olarak değerlendirildiğinde politik, etik, dini bakımlardan bu tarih ve ilişkilere damgasını vuran adaletsizlik, hoşgörüsüzlük, çatışma, kavga gibi kavramların ön plana çıktığı olduğu görülür. Nitekim yaşadığı zamandan memnun olan kimseye pek rastlanmaz. Sürekli insanlığın ilerleme kaydettiği söylense de gelinen çağ itibariyle durumun pek değişmediği, hatta adaletsizlik, hoşgörüsüzlük, kavga, savaş gibi durumların daha ince yöntemlerle meşrulaştırılmaya çalışıldığı bile söylenebilir. İnsanlar bu meşrulaştırma işinde dini, töreyi, geleneği bir araç olarak kullanabilirler.

Ekonomik sömürü, ırkçılık, dini fanatizm konularında dünyanın durumu içler acısıdır. Oysa dinler, ahlaklar hatta siyaset aktörleri adaletsizlik yerine adaletten, hoşgörüsüzlük yerine hoşgörüden, savaş yerine barıştan, kötülük yerine iyilikten bahsederler. Hoşgörülü olmanın, barış istemenin, iyilik için ortak hareket etmenin, adaletli olmanın neden bu kadar zor olduğunu da hiç kimse anlayamaz.

Hoşgörü, sorunlu bir kavram olmakla birlikte saygı temelli olarak düşünüldüğünde ahlaki bir boyutla karşımıza çıkar. Saygıya dayanması gerektiği için de politikanın da vaz geçilmez bir ögesi olmak durumundadır. Çünkü saygı, bireyi ahlak kişisi ve sağlıklı bir vatandaş haline getiren önemli bir değer olarak durmaktadır. Bunun nedeni, hoşgörünün farklılıkların, çeşitliliğin, aynı olmayışın olduğu yerde yeşermesidir. Doğa ve tarih farklılıkların da tarihidir. Hem doğa hem de tarih, gerçeklikleri itibariyle bizden hoşgörü talep ederler. Ancak kendisinde ahlaki saygı uyandırmayan bir eylem, düşünce elbette hoşgörüyü hak etmez.

Dinler, coğrafi farklılıklar, milliyet ve kültür farklılıkları, ekonomik ve siyasi çıkarlar gibi nedenler bazı insanları birbirlerine bağlarken bazılarını da onlardan ayırmakta ve aynı ve farklı olanlar arasında kıyasıya bir mücadeleye neden olmaktadırlar. Burada aynı olanları ben, farklı olanları da öteki ya da başkası olarak adlandırdığımızda sorun, ben ve öteki arasındaki ilişki sorununa dönüşmektedir. Ben ve öteki ilişkisi de her zaman gerilimli bir ilişki olarak ortaya çıkar. Bu gerilim bir dengeye kavuşabileceği gibi çatışmanın sürekliliği olarak da gerçekleşebilir. Bu ilişki hiyerarşik bir ilişki olarak kurulursa çatışma kaçınılmaz olur ama karşılıklı bir eşitlik ilişkisine evrilirse denge gerçekleşir. Hoşgörü, hiyerarşiyi ortadan kaldırmanın bir yolu olarak görülebilir. Çünkü hoşgörüde karşılıklı saygı temeline dayalı eşit bir bulunuş vardır. Bu, Alaine Touraine’nin de dediği gibi “ötekini kabul etmenin bir yolu”dur.

Bireyin ahlaki yolculuğunun temel amacı, iyiyi gerçekleştirmek suretiyle kendini gerçekleştirmektir. Kendini gerçekleştirmek, kendini tanımayla doğrudan ilgilidir. Felsefe, çok genel anlamda söylemek gerekirse insanın kendisini, çevresini, kendisiyle çevresi arasındaki ilişkileri ve bu suretle de varlık dünyası içerisinde kendi yerini görme çabasıdır. Nihayetinde felsefi çaba, var olanları tanıma çabası olarak insanın kendisinde son bulur.

Kendini tanımak ya da bilmek, insanın kendisine sınır çizmesidir. Sınır çizmek, sınırın her iki tarafını bilmeyi gerektirir. "Ben"in ben olmayan ile arasına sınır çizmesinde ben hem kendisini sınırlamakta hem de "ben olmayan"a ait bir alan sunmaktadır. "Ben"in kendisine sınır çizmesi, ben olmayan alanın bilgisini gerektirir. Bu açıdan kendini bilmek, sadece insanın kendisi hakkında bilgi sahibi olmaya çalışmasıyla gerçekleşemez. Zira kendimizi bilmek, ne olmadığımızı bilmeyi de gerektirir.

Aslında bilmek, tek taraflıdır. Doğayı biliriz çünkü doğa ile özne-nesne ilişkisi kurarız ama söz konusu olan insani dünya olduğunda durum değişir ve ilişki özne-özne ilişkisine, monolog diyaloğa dönüşür. Ben, kendisine sınır çizerken zorunlu olarak başkasına açılır ve onu tanımadan ve hatta onunla tanışmadan kendisine sınır çizemez, kendisini tanıyamaz. Kendisini tanımak isteyenin başkasını tanımak zorunda oluşu, başkasıyla diyalog zorunluluğu başkasını kabul ediş zorunluluğunu doğurur. Başkasını kabul ediş, artık kendini bilmek için başkasıyla tanışmaya kapı açar.

Felsefe, insanın kendisini tanımasına olan katkısıyla onun bütün varlık düzeni içerisindeki yerini belirlemesine de katkıda bulunur. Çünkü kendini tanımak, var olanlar arasında yerini tayin etmeyi de gerektirir. Zira anlam, parçada değil bütündedir. Böylesi bir bütüncü bakışa sahip olabilen, her tekil var olanları yerli yerine koyabilen bir zihinsel tutuma sahip olur. Her varlığı yerli yerine koymak, konumuz açısından önemli bir kavramı gerçekleştirir: Adalet.

Kendini bilmeye giden yol, kendimizin evrende yerini tayin etmemize bağlı olarak gelişeceği için en önemli erdem olan adaletin gerçekleşmesinin bir koşuludur. Adalet kendimizi bilmemizi, kendimizi bilmek de adaleti besler. Kendisini bilmeyen ve tanımayanın ve dolayısıyla varlık aleminde başkalarını kabul etmeyenin adaletli olmasını beklemek beyhudedir. Adaletsizliğin de kaynağında başkasını tanımama ve daha doğru bir ifadeyle kabul etmeme tavrı yatar. Çünkü onun gözünde başkası cehennemdir, sadece bir nesnedir. Kendi cemaati, inancı, kültürü, ideolojisi, partisi, duygusu dışında olanların varlığını kabul etmeyen hiçbir inançtan, kültürden, ideolojiden, partiden adaletli olması beklenemez.

Bilme ya da tanıma, adaletin de bir temeli olarak, felsefenin insanın kendisini tanımasından hareketle ulaştığı önemli bir değeri açığa çıkarır. Çünkü felsefe, her varlık alanını diğer varlık alanlarından ayrı, ilişkisiz bir biçimde değil, bütün varlık alanları arasında mevcut ilişkileri görmek suretiyle bütünün bilgisini elde eder. Hoşgörüsüzlüğün ve adaletsizliğin temel nedenlerinden birisi olan başkasını kabul etmeyiş ve onu tanımayış, bilgi temelli bir disiplin olan felsefe yoluyla bilinmeyenin bilinmesi gerektiği düşüncesinin kabul edilişiyle ve hatta bunun zorunluluğunun ortaya konuluşuyla duygusal tutum alışların da ötesine geçilir. Çünkü çoğu durumda hoşgörüsüzlük, adaletsizlik bilgisizlikten, cehaletten, dogmatizmden, bencillikten kaynaklanır. Felsefe, aklın işi olmak ve var olanlar hakkında akla dayalı doğru bir bilgiyi elde etmek hasbi çabası olması nedeniyle duygusallığı aşan bir mahiyete sahiptir. Gerçi duygusallık, insanın varlık yapısına ait bir özelliktir. Bu özelliği yok etmek gibi bir düşünce sahibi olunamaz. Duyguların kaba davranışlara dönüşmemesi ve doğal olarak organik yapımızdan kaynaklanmakla birlikte onları, varlık yapımızdaki bütünlük içerisinde meşru bir zeminde tatmin etmek maksadıyla, aklın kullanılması dediğimiz felsefe yoluyla estetik bir yapı kazanmaları sağlanır. Bu, Nietzsche’nin Apollon ile Dionysos arasında kurmaya çalıştığı dengeyi hatırlatır.

Apollon ve Dionysos, insanda iki farklı ve hatta karşıt içgüdünün birlikte nasıl dengeye kavuşturulması gerektiği konusunda güzel örnek oluştururlar. Bu iki içgüdünün ya da eğilimin karşılıklı olarak birbirlerini dengelemeleri, birbirlerinin aşırılıklarını törpülemeleri ve birbirlerine sınır çizmeleri birbirlerini yok etmez. Hatta onlar birbirlerini karşılıklı olarak değerli hale getirirler. Felsefe, önemli ölçüde bu gerçeği sürdürmemize destek olur. Felsefe, aklın nasıl kullanılması gerektiği konusunda rehberlik etmek suretiyle onun duygusal halimiz ile ilişkisini de belirler ve duyguların daha rafine hale gelmesine katkıda bulunur. Elbette sadece duyguların değil, inançların da değerlerin de daha rafine hale gelmesine ve bu suretle de hayatımıza sızmak isteyen efsanelerin, kuruntuların, dogmaların, hurafelerin elenmesine de neden olur. Bunun için felsefenin insanla ilgilenmesi, diğer insanla ilgilenen disiplinlerin çok ötesinde bir anlama sahiptir. Felsefece kendimizi bilmek, kendi üzerimizde egemenlik kurmak durumunu ortaya çıkarır. Çünkü hoşgörüsüzlük, şiddet, adaletsizlik bir ölçüsüzlük ve dengesizlik durumudur. Max Scheler’in tin sahibi varlık olarak kişi olmak dediği durumda kişi, kendisi üzerinde egemenlik kurmak suretiyle kendi doğal durumunu aşabilen bir varlık haline gelebilir.

Şunu belirtmekte fayda var: Ölçüsüzlüklere, dengesizliklere, adaletsizliklere hoşgörü gösterilemez. Çünkü ahlaki ve insani sınır ve normların dışında kalan hiçbir şey kabul edilebilir değildir. Nitekim son yaşanan bazı örnekler var ki, bunlar tam anlamıyla ölçüsüz, dengesiz, insanlık ve ahlak dışı olan örneklerdir. Yazının başında dile getirdiğimiz örnekte adamın altı yaşındaki kızını 29 yaşında bir adamla evlendirmesi, burada tartıştığımız konu açısından can acıtıcı bir örnektir.

Bu adam öncelikle kendini bilmez, tanımaz birisidir. Kendisini tanımayanın başkasını tanıması da mümkün değildir. Ölçüsüz, dengesiz, insani olmayan bir tutumun kölesidir. O, hiçbir şeyi yerli yerine koyamaz ve bundan dolayı da altı yaşındaki kızına bile insanca, adaletli bir biçimde muamelede bulunamaz. Bu adamdan bütün insanlara insanca, adil bir biçimde muamelede bulunması da beklenemez. Onda merhametin zerresi yoktur. Kendi dışındaki bir insan olma durumunun ne olduğunu tanımadığı için empati yapamaz. Çünkü o kendisi ve başkaları hakkında bilgi ile değil, tam tersine insani olmayan bir zihinsel esaret ile hareket etmektedir. Bilgi, insana sınır çizer ama o, sınırların görünmediği bir karanlığın esareti altındadır. Kendi üzerinde egemenlik kuramayan ama kendi cemaati üzerinde egemenlik kurmuş olmayı marifet sayan biridir. Hatta üzerinde egemenlik kurduklarını insan olarak değil nesne olarak görür. Başkasını nesne olarak görmek, onu değersiz görmektir. Başkasını nesne olarak gören hiçbir inanç, düşünce, eylem, insan hoş görülemez, bunlar hangi temele dayanırsa dayansınlar. Bu talihsiz olaydaki temel sorun şudur: Öyle bir zihniyetle hareket edilmektedir ki, bu zihniyet ahlakın dışında ve kendisine göre bir hukuk oluşturmuştur. Başkasına kapalı ve onları reddeden anlayışların en önemli özelliği de kendi aralarındaki hiyerarşinin devlet ve toplumda geçerli olan hiyerarşiyi reddetmesidir.