Şefika Kutluer Festivali 24 Kasım'da başlıyor
Şefika Kutluer Festivali 24 Kasım'da başlıyor
Dünyanın en pahalı muzu
Dünyanın en pahalı muzu
Mehmet Ali Erbil hakkındaki iddianame
Mehmet Ali Erbil hakkındaki iddianame
Uğur Dündar'a açılan babalık davası
Uğur Dündar'a açılan babalık davası
123456789
Şefika Kutluer Festivali 24 Kasım'da başlıyor
Şefika Kutluer Festivali 24 Kasım'da başlıyor
Dünyanın en pahalı muzu
Dünyanın en pahalı muzu
Mehmet Ali Erbil hakkındaki iddianame
Mehmet Ali Erbil hakkındaki iddianame
Uğur Dündar'a açılan babalık davası
Uğur Dündar'a açılan babalık davası
123456789

KAVRAMLAR, ÖZCÜLÜK VE ANAKRONİZM

Hasan AYDIN

I

İnsan düşüncesinin tarihsel evrimine bakıldığında, onun özde gerçeklikle ilişki içerisinde birtakım kavramlar üretme, kavramlar arası ilişkiler kurma ve üretilen kavramların içeriklerinde dönüşümler yaratma süreci olduğu görülür. Bu haliyle gerek mitolojik gerek dinsel gerekse felsefi ve bilimsel düşünce, nitelikleri farklı olsa da yeni kavramlar üretme, üretilen kavramlar arasında ilişkiler kurma, kavramların içeriklerinde dönüşümler meydana getirme süreci olarak karşımıza çıkar. Kavramlar arası ilişkiler kurma ve kavramların içeriğinde dönüşümler yaratma etkinliği, tarihsel süreçte, üretim biçimi, kültürel koşullanmışlık, bilgi birikiminin göreceli doğası, sahip olunan araçlar ve genel kabul gören paradigmalar (kültürel-düşünsel çerçeveler) gibi değişkenlere bağlı olarak farklılık gösterir. Bu farklılığı kavramak ve insanlığın kültürel ve düşünsel evrimine koşut olarak kavramlar arası ilişkilerde ve kavramların içeriklerinde meydana gelen değişimlerin ve dönüşümlerin farkına varmak hiç de kolay değildir. Kanımca, tarihsel süreçte kavramların içeriklerinde meydana gelen değişimin ve dönüşümün kavranmasına engel oluşturan, eleştiriye açık, biri kuramsal diğeri eylemsel olmak üzere iki temel neden vardır ve bu iki neden de belli bir felsefî anlayışın ürünüdür.

İlki, idealist ve rasyonalist felsefeden beslenen ve genel kavramların insan zihninden ve insanın bilgisinden bağımsız bir biçimde var olduğunu, tümellerin, onların bilincine varacak, bilgisine sahip olacak zihinlerin hiç var olmaması halinde bile var olacağını savunan özcü kavram realizmi; ikincisi ise edimsel ve kültürel koşullanmışlığın bir ürünü olan öznel ya da toplumsal deneyimleri geçmişe yansıtmak, geçmişe bugünün değerleri ve çerçevesi içinden bakmak, bir diğer deyişle anakronizme düşmektir.

İdealist felsefeden beslenen kavram realizmi, bir yandan kavramları, bireylerin düşüncesinden bağımsız nesnel bir gerçeklik olarak algılamaya ve onların bireylerden bağımsız varlıklarının bulunduğunu savlamaya neden olurken, diğer yandan onların içeriklerinin değişmeden kaldığı ve içerikleriyle birlikte kavramların mutlak olduğu düşüncesinin benimsenmesine yol açmakta ve böylece onları donuklaştırmaktadır. Edimsel ve kültürel koşullanmışlığa bağlı olarak öznel ve toplumsal deneyimleri geçmişe yansıtmak, geçmişe bugünün değerleri ve çerçevesi içinden bakmak, bir diğer deyişle anakronizm yapmak ise basit bir analoji ile kavramlara yüklenen anlamların geçmişte de bugünden farklı olamayacağı varsayımıyla, onlara yüklenen bugünkü anlamı, geçmişe yansıtmaya neden olmaktadır.

Bu iki nedene bağlı olarak gündeme gelen ve kavramların içeriksel olarak evriminin görülmesini zorlaştırılan hataların örneklerini, felsefe ve bilim tarihi, sosyal bilimler, ilahiyat ve eğitim yazınında sıkça gözlemlemek olasıdır. Bu hatayı işleyen düşünürler, gözlemlediğimiz kadarıyla daha çok idealist ve rasyonalist geleneğe bağlıdırlar. Onlara göre, kavramlar, adeta Platon örneğinde olduğu gibi, değişmez, göksel kaynaklı-ussal idealardır ve insan zihninde bir öz olarak doğuştan mevcutturlar. Deneyim, sadece göksel kaynaklı-ussal hakikatlerin anımsanmasında bir işleve sahip olabilir. Bu haliyle ussal niteliğe sahip kavramlar ve içerikleri, değişimden ve gelişimden uzaktır; çünkü onlar saltıktır. Anakronizme dayalı hata türü ise daha çok, idealist ve rasyonalist geleneğe bağlı kimi hermenötikçilerde (yorumbilimcilerde) ve kimi postmodern eğilimli düşünürlerde kendini gösterir ve onlar kavramların tarihsel anlamlarını ve tarihsel süreçte geçirdiği evrimi dikkate almadan anlamlandırılmasına olanak sağladıkları için, onların anlamlarını tümüyle yorumcu öznenin algılayışına ve sezgisine indirgerler. Onlara göre, doğruluk kaygan bir şeydir; çok biçimli, içe dönük ve özneldir. Gerçeğe anlamını veren özne olduğuna göre, gerçek özneye bağlıdır, özne gerçeğe değil. Bu tutumlarıyla kimi postmodernistler, yorumcu öznenin kendi deneyimlerini ve yaşantılarını, özellikle tarihsel koşullu çalışmalarda, geçmişte inşa edilmiş kavramlara ve o kavramlarla oluşturulmuş metne yansıtmasına, kavramların içeriksel evrimini görmezden geldikleri için onların her dönemde aynı içerik ve anlama sahipmiş gibi bir algının oluşmasına zemin hazırlamış olmaktadırlar.

II

Bu özcü kavram realizmi ve anakronizm bizde o denli yaygındır ki hemen her sahada hergünküleşmiştir. Bunu göstermek için yaşamsal deneyimlerimden birkaç örnek paylaşmak istiyorum. Paylaşacağım ilk örnek, öğretmenliğim sırasında öğrencilerle yaşadığım bir olay. Anlatacağım olay, Ankara’nın Kazan ilçesinde bir lisesinde geçen ve tutumum yüzünden tehdit edilmeme değin varan bir olaydır. Olayın özü, Osmanlı döneminde, 18. yüzyılın sonuna kadar, İskenderiye'nin (Mısır) ve İstanbul’un dünyanın en önde gelen köle pazarının olduğunu söylememle ilgilidir. Öğrenciler, hep bir ağızdan, tarih ders kitaplarından öğrendikleri bilgilere dayanarak, Osmanlı'nın insan hakları konusunda çok ileri olduğunu, bu nedenle benim söylediklerimin gerçeği yansıtmadığını ileri sürdüler. Bu olay üzerine, onlara, insan hakları kavramının modern bir kavram olduğunu anlatmaya çalıştım. Bir öğrencinin İslam'da insan hakları kavramını hatırlatması üzerine, onlara şunu söyledim: “İslam, insan haklarından değil, kul haklarından söz eder. Onun söz ettiği kul hakları, bugün kullandığımız insan hakları kavramına karşılık gelmez, sadece onun önsel, evirilmemiş bir halidir. Çünkü İslam, oluştuğu sosyokültürel bağlam gereği insanları inanan, inanmayan, müşrik, kitap ehli, köle, cariye, özgür gibi kategorilere ayırır. Söz gelimi, 'Müşrikleri bulduğunuz yerde öldürün' der. Kitap ehlini, önce İslam’a davet eder, kabul etmezse, cizye vermeye çağırır, bunu da kabul etmezse onunla savaşmayı emreder. Yine, cizye vermeyi kabul eden kitap ehlini Müslümanlardan ayırmaya özen gösterir. Sözgelimi, Osmanlı'da uygulandığı gibi, Müslüman ata binerse, onun hakkı eşeğe binmektir; cariyeye, özgüre uygulanan cezanın yarısını vermeyi önerir; kadına erkeğin yarısı miras verir; iki kadının şahitliğini bir erkeğe eş sayar, mürtedin (dinden dönen) öldürülmesini salık verir vb.” Bu söylemim, okulda, İslam’ı çağdışı saymak, Osmanlı Devleti'ni karalamak ve Türklüğü inanç ve kültür açısından eleştirmek olarak algılandı ve şikâyet konusu oldu. Eğer İlçe Milli Eğitim Müdürü aklı başında birisi olmasaydı, ceza almama bile neden olabilirdi. Ancak, bilime inandığını söyleyen İlçe Milli Eğitim Müdürü'nün bu olayla ilgili olarak bana nasihati oldukça ilginçti: “Sen Donkişot musun, neden başını belaya sokuyorsun? Milli Eğitim'in onayladığı kitapları öğrenciler okut ve geç. Bu ülkeyi sen mi kurtaracaksın; öldürülen düşünürleri görmüyor musun?” Beni anladı mı bilmiyorum, ama ona, öğrencilere insan hakları kavramı örneğinde, kavramların içeriklerinin nasıl evirildiğini göstermeye çalıştığımı söyledim. Bu yöntemle onları kavramları mutlaklaştırma ve anakronizme düşme tehlikesinden korumaya çalıştığımı belirttim ve bilimin korkuya değil, cesarete ve özgürlüğe dayandığını ekledim.

Öğrencilerle ilgili yaşadığım deneyimin bir benzerini öğretmenlerle de yaşadığımı anımsıyorum. Öğretmenlerle ilgili deneyimim, öğretmenler odasında adalet kavramının tartışıldığı bir ortamda, bir öğretmenin, “İnsanlar hak ettikleri biçiminde yönetilirler; İslam’a dönmedikçe, adalet sağlanamayacaktır” deyişi üzerine, adalet kavramının içeriğinin her dönemde değiştiği, İslam’ın adalet kavramının da dönemine özgü olduğunu ve köleci toplumsal yapıyla ilişkisinin bulunduğunu söylediğimde yaşadım. Söyleşinin genel seyri içinde, “Üretim biçimine göre adalet kavramının farklılaştığını; İslam’ın adalet kavramın da dönemine özgü olduğunu; bu nedenle kadına erkeğin yarısı miras verdiğini, erkekleri kadınlar üzerinde yönetici olarak (kavvamune alennisai) gördüğünü; şahitlikte kadını erkeğin yarısı saydığını, köle ve cariyelerle özgür insanları ayırdığını” buna rağmen bu uygulamaları adalet olarak algıladığını anlatmaya çalıştım. Hatta “köleci, feodal ve sanayileşmiş toplumlarda adalet kavramının var olduğunu ama her dönemde farklı anlamlar yüklendiğini” göstermeye çalıştım. Öğretmenlerin büyük bir çoğunluğu, benimle merhabalaşmayı kesti ve tüm ilçede söylediklerim beni karalamak için yayılmaya çalışıldı.

Benzer şeyleri öğretim üyeliğim sırasında da yaşadım. Öğretim üyelerinin daha bilgili oldukları varsayılır; bu normaldir; zira yüksek lisans ve doktora süreci, kavramların evrimine ilişkin kimi verileri görmeyi sağlayabilir. Öğretim üyeliğim sırasında karşılaştığım olay, çekim yasasının Newton’dan önce İbn Sînâ tarafından bulunduğuna ilişkindi. Sava göre, “İbn Sînâ, yersel ve göksel nesneler arasındaki ilişkiyi tartışırken cazibe kavramını kullanmış ve Newton’dan asırlarca önce kütle çekim yasasını bulmuş” şeklindeydi. Anılan öğretim üyesi, ne Arapça biliyordu ne de İbn Sînâ’yı okumuştu. Ona, Aristoteles’in, doğal eğilim kavramından söz ettim ve İbn Sînâ’nın, Yeni Platoncu felsefe geleneğine bağlı olduğunu ve “Yukarıya atılan taşın neden yere doğru düştüğünü açıklarken, tıpkı Aristoteles gibi, doğal yerine dönme eğilimi taşıması yüzünden bu hareketin oluştuğunu; yine ateşin yukarıya doğru hareketinin kendi doğal yerini bulma eğilimi olarak açıkladığını” söylemeye çalıştım. İbn Sinâ’nın cazibe terimini kullanıp kullanmadığını bilmiyorum, ama kullanıyorsa, bunun anlamının onun dönemi ve kültürü açısından bakıldığında, doğal eğilim anlamına geleceğini söyledim. Daha sonra İbn Sînâ’nın cazibe değil, "meyl" yani "eğilim" kavramını kullandığını öğrendim. Onu ikna edememiş olmalıyım ki aynı bilgiyi öğrencilerle paylaştığını öğrendim.

III

Aktardığım tarz olaylar neden yaşanıyor? İnsanlar neden kavramların içeriksel evrimini göremiyor? Bunun özcü kavram realizmi ve anakronizmle bağlarının olduğu apaçıktır. Ancak ülkemizde bunları tetikleyen bir eğitim sisteminin olduğunu da unutmamak gerekmektedir. Geçmişi yücelteceğiz derken, ders kitaplarının bir sürü hamasi ve bilimsel olmayan anlatılarla doldurulduğu ortadadır. Şimdi size onlardan da birkaç örnek vermek istiyorum. Üzerinde durmak istediğimiz ilk örnek, mikrop kavramıyla ilgili ve anılan kavramın ilk defa Hipokrates tarafından bulunduğunu savunmaktadır. Sınıf öğretmenliği bölümlerinde uygarlık tarihi derslerinde yardımcı ders kitabı olarak öğrencilere önerilmek üzere hazırlanan yapıtta -yazar bir öğretim üyesidir- şu açıklama yer alıyor: “Hipokrat, hastalıkların mikroplardan ileri geldiğini ileri sürerek modern tıbbın temellerini atmıştır.” Mikrop kavramının, modern bir kavram olduğu ve hatta keşfedilmesi için mikroskop gibi aletleri gerektirdiği açık ancak bir akademisyen bunu göremeyecek kadar dikkatsiz ya da en hafif deyişle, anakronizm konusunda duyarsız gözüküyor. Bu dikkatsizliğin altında öyle görünüyor ki bu gün sahip olduğumuz tüm kavramların her dönemde bulunduğu ve aynı içeriğe sahip olduğu, bugün bizim paradigmamızda geçerli olan bilgilerin geçmiş paradigmalarda da aynen geçerli olduğu düşüncesi yatmaktadır. Kuşkusuz Hipokrates, tıp alanında önemli bir isimdir ve Hipokrat yeminiyle ünlenmiştir. Ancak onun çalıştığı paradigma, bizim çalıştığımız paradigmadan köklü bir biçimde ayrılmaktadır. Bunun ana nedeni ise dönemsel ve bilgisel farklılıktır. Nitekim Hipokrates’e göre ya da onun çalıştığı paradigmada, hastalık kavramı, vücutta bulunan ve mizacı belirleyen dört sıvının, yani kan, balgam, sarı safra ve kara safranın dengesizleşmesinden kaynaklanmaktadır. Sağlıklılık ise anılan sıvıların denge halidir. Empedokles’in dört öğe kuramına bağlı olarak geliştirilen dört sıvı kuramı, beraberinde kuru, yaş, soğuk ve sıcak gibi dört nitelik kuramının da gelişmesine neden olmuş; her bir öğe, bir sıvı ve nitelikle ilişkilendirilmiş; doktorun görevi ise anılan kökler, sıvılar ve nitelikler arasında bozulan dengeyi yeniden eski haline getirmek olarak belirlenmiştir. Aynı anlayışı İbn Sina'nın da sürdürdüğünü biliyoruz. Fakat konferans için gittiğim bir okulun duvarında çerçeveletilip asılmış bir yazıda, bu sefer İbn Sînâ'nın mikrop kavramını keşfederek tıpta devrim yaptığı yazıyordu. O bilginin yanlış olduğunu anlatmaya çalıştım, ama okul yöneticisi, "Olsun hocam, öğrencilere motivasyon oluyor" diyerek yazıyı meşrulaştırmaya çalıştı.

Üzerinde duracağımız bir diğer örnek, din kültürü ve ahlak bilgisi öğretmenleri için hazırlanmış, İlköğretim Okullarında Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi ve Öğretim Yöntemleri adlı yapıtın, "Kur’an’ın ışık tuttuğu bazı bilim dalları" adlı bölümünden alınmıştır. Bir akademisyen olan yapıtın yazarı şöyle demektedir: “Yaratılmış her şeyin aslının su olduğu Kur’an-ı Kerim'de şöyle açıklanmaktadır: ‘İnkar edenler, gökler ve yer bitişik bir halde iken bizim onları birbirinden kopardığımızı ve her canlı şeyi sudan yarattığımızı görüp düşünmediler mi? Yine de inanmazlar mı?’ (Enbiya Suresi, 21/30). Başka ayetlerde de daha sonra su kütlesinin büyük bir gaz kütlesi haline dönüştürüldüğünü, gaz kütlesinin de parçalanarak, 'iki günde yedi gök olarak yaratıldığı' ve 'yakın semanın kandillerle (yıldızlarla) donatıldığı' (Fussilet Suresi, 41/11-12) anlatılmaktadır.” Yazar, her şeyden önce, dinle bilim kavramını birbirine karıştırmakta; onların yöntem, konu alanı ve amaçları açısından birbirinden farklı etkinlikler olduğu gerçeğini göz ardı etmektedir. Konumuz açısından bakıldığında, onun düştüğü en temel yanlış, modern döneme ait "gaz kütlesi" kavramını Kur’an ayetlerine iliştirmektir. Kur’an’ın oluştuğu 7. yüzyıllarda gaz kütlesi kavramının bulunmadığı herkesçe bilinen bir gerçektir. Ancak o, bir anakronizmle ya da postmodern bir manevrayla Kur’an’da geçen ve "duman ve sis" anlamına gelen "duhân" sözcüğünü, "gaz kütlesi" olarak yorumlamakta ve onun modern bilimle örtüştüğünü göstermeye çalışmaktadır. Kur’an’ın bilimsel bir mucize olduğunu göstermeyi erekleyen anılan kavramsal saptırma, son dönemlerde sık sık gündeme gelmekte ve "bilginin İslamileştirilmesi" projesiyle birleştirilmeye çalışılmaktadır. Bu bağlamda Kur’an’daki kimi simgesel ifadeler sosyokültürel bağlamından kopartılıp, çevirtilerle (te’vî) gerçek anlamının dışına çekilmekte; böylece modern dönem bilimsel bulguların Kur’an’da var olduğu gösterilmeye çalışılmaktadır. Aynı anlayışın, değerler alanında da uygulandığı, laiklik, demokrasi, insan hakları gibi modern kavramların Kur’an’da var olduğunun gösterilmeye çalışıldığı görülmektedir. Kuşkusuz anılan yöntem, anakronizm içermenin yanında, bilimi ve değerleri dinin güdümüne sokmak gibi başka olumsuz sonuçlara da yol açabilecek niteliktedir. Bu özde Orta Çağ'ın temel mantığını yansıtmakta, her türden bilgi ve değeri kutsal kitapta aramayı salık veren Skolastisizm'e davetiye çıkarmaktadır. Bilgi ve değerleri kutsal kitapla ilişkili görmek, dinamik olan bilgi ve değeri saltıklaştırmak, onları kutsallaştırmak ve değişim ve gelişimin önüne engeller çıkarmak anlamına gelmektedir.

Üzerinde duracağımız son örnek, vatandaşlık ve insan hakları dersleri için yardımcı ders kitabı olarak kaleme alınmış bir yapıt. Özde yapıt oldukça bilimsel bir anlayışla kaleme alınmış ve aydınlatıcı bilgiler içermektedir. Ancak yine de kavram realizmi ve anakronizmden tam anlamıyla kurtulabilmiş değildir. Yapıtın yazarının, anakronizm içeren ve kavramların algılanışında çelişkiler yaratan deyişleri şöyledir: “Geleneksel İslam toplumu, tüm siyasal mutlakçılığı ve dinsel açıdan sıkılığına karşın, gene de eşitlikçi bir topluluktu. Doğusundaki Hindu kast sistemine benzer bir sisteme de batının Hıristiyan toplumlarındaki soylu sınıfın ayrıcalıklarına da hiçbir zaman yer vermemişti. (…) Osmanlı Devleti'nde yurttaşlar, iki ana sınıfta toplanırdı. Müslümanlar ile ehli kitaptan oluşan Gayrimüslimler, yani Hıristiyanlar ile Museviler. İlke olarak iki grup yurttaş eşit değildi. Her şeyden önce devlet hizmetine girmek için, Müslüman olmak temel koşuldu. Gayrimüslim yurttaşlar ayrıca İslam devleti kendilerini koruduğu için ayrı bir vergi de öderlerdi. Yaşamlarında Müslümanları rahatsız etmemeye özen göstermek zorunda idiler. Bu eşitsizlik XVIII. yüzyıla kadar, dünyada hiç de dikkat çekici değildi. Batı, Hıristiyan mezhepleri arasında bir hoşgörüye dahi ancak XVII. yüzyılda erişti. Diğer dinlere hoşgörü ise o tarihten sonra bile yoktu. Osmanlı Devleti'nde ise yukarıda anılan eşitsizlik bir yana, gayrimüslim milyonlarca yurttaşa dinsel hoşgörü tanınmış, onların özel hukuklarına hiç karışılmamış, cemaatler halinde örgütlenmelerine izin verilmişti. Kendilerine adil davranılırdı.” Osmanlı İmparatorluğu'ndan söz eden bir bağlamda dile getirilen söylemler, Osmanlı toplumunu diğer toplumlarla karşılaştırmalı bir bağlamda ele alsa da yer yer "eşitlikçi bir toplum" olarak sunmakta; yine karşılaştırmalı bir bağlamda Osmanlı’nın "hoşgörüsünden" ve gayrimüslimler bağlamında "adaletliliğinden" söz etmektedir. İlk bakışta anılan ifadelerde hiçbir sorunun olmadığı düşünülebilir. Ancak konu analitik bir bakışla kavramların evrimi bağlamına taşındığında, "eşitlikçi bir toplum, hoşgörü, adalet, yurttaş" gibi kavramların yerli yerine oturtulmadığı görülecektir. Kuşkusuz, yazarın da dediği gibi, Osmanlı toplumu diğer dinler konusunda nispeten hoşgörü sahibidir; ancak bunun bedeli onun da belirttiği gibi ek kelle vergisi ödemektir. Zira Osmanlı’da da uygulanan İslam hukukuna göre, dünya, "İslam yurdu" (dâr’ul-İslâm) ve "savaş yurdu" (dâr’ul-harb) diye ikiye ayrılır ve savaş yurdunda yaşayanların, eğer karşılarındaki İslam devleti güçlüyse üç seçenekleri vardır. Bunlar, ya Müslüman olup kurtuluşa ermek ya cizye ödemeye zorlanmak ya da bu ikisini reddederlerse savaşı göze almaktır. Bu koşullarla karşı karşıya bırakılan kitab ehl-i gayrimüslimler, cizye vergisi ödemeyi kabul ederlerse İslam toplumunda varlıklarını sürdürürler. Fakat Müslümanlarla aynı hakka kesinlikle sahip olamazlar. Giyim kuşamları, oturdukları evler ve binekleriyle Müslümanlardan ayrılmaları zorunludur. Söz gelimi, Osmanlı’da gayrimüslimlerin evlerini Müslümanlarınkinden daha yüksek yapma hakları olmadığı gibi binek olarak ata binme hakları da yoktur; onlar sadece eşeği binek olarak kullanabilirler. Tanzimat Fermanı'na karşı çıkan gelenekçiler, anılan fermanın gayrimüslimlerin hak ve özgürlükler açısından Müslümanlarla eşitlenmesine karşı çıkmışlardır. Hatta anılan durum, halk arasında kimi öykülerin anlatılmasına ve yaygınlaşmasına neden olmuştur. Bu öykülerin en şöhretlisi, bir gayrimüslime "gavur" dediği için kadının karşısına çıkarılan Müslüman'a, kadının, Tanzimat Fermanı'nı işaret ederek, "Artık gavura gavur denilmeyecek, bunu bilmiyor musun?" dediğinden söz eden öyküdür. Yazarın anılan deyişleri, yer yer eşitsizliğe gönderme yapsa da "Kendilerine adil davranılırdı" diyerek gayrimüslim bağlamında Osmanlı İmparatorluğu'nu adil olarak nitelendirmekte, ancak adalet kavramıyla eşitlik kavramı arasındaki bağı ve adalet kavramının geçirdiği evrimi göz ardı ettiği izlenimini uyandırmaktadır. Zira Osmanlı’daki adalet, Müslümanlar bağlamında ele alındığında dahi mirasta kadına erkeğin yarısını veren, köleye köle, cariyeye cariye, özgüre özgür, gayrimüslime gayrimüslim gibi davranılmasını salık veren bir adalettir ve kökeninde eşitlik unsuru barındırmamaktadır. Bir diğer deyişle imparatorluk içinde yaşayan Müslüman ve gayrimüslimler arasında belli bir hiyerarşi kuran, onların hukuksal hak ve özgürlüklerini statülerine göre tanımlayan bir adalettir. Bu adalet sisteminde, söz gelimi kadın, erkeğin yarısı miras almakta, köle bir suç işlediğinde ona özgüre verilen cezanın yarısı verilmekte, iki kadının şahitliği bir erkeğe eş sayılmaktadır vb... Oysa bunlar bugünkü adalet anlayışımıza göre oldukça geridir. Yine yazarın Osmanlı’da soylu sınıfın bir ayrıcalığının olmadığı söylemi de gerçeği yansıtmamaktadır; zira yönetsel erkin sadece Osmanoğulları’na ait oluşu ve soylarının kutsanması ve saray çevresine dayanan ayrıcalıklar açıkça bir soylu sınıfın varlığına işaret etmektedir. Tüm bunlara ek olarak, yazarın yer yer reaya kavramını kullanmasına rağmen Osmanlı’da "yurttaş" kavramından söz etmesi de anakronizm içermektedir. Zira Osmanlı’da yurttaş kavramının, 19. yüzyılda Batılı etkilerle Namık Kemal gibi düşünürlerce dillendirilmeye başlandığı bilinmektedir. Osmanlı, imparatorluk içinde yaşayanları yurttaş olarak değil, reaya ya da teba’a olarak görmüştür ve bunların modern yurttaşlık kavramıyla hiçbir ilgisi yoktur.

Bu tür anakronik ve kavram realizmi kokan hatalardan nasıl kurtulacağız? Sanırım her şeyden önce, eğitim materyallerinin bilimsel ve felsefi bir anlayışla tümüyle yeniden gözden geçirmek gerekiyor. İkinci olarak, kavram realizminin ve anakronizmin sık sık deşifre edilmesi, bu konuda felsefi bir duyarlılık oluşturulması gerekiyor. Üçüncü olarak da kavramların evrimini gösteren akademik çalışmaların artması gerekiyor. Aksi takdirde bu özcü kavram realizmi ve anakronizm, gözünü ileriye değil, geriye diken, değişimi tümüyle yadsıyan kuşaklar yetiştirilmesine yola açacaktır.