Erkan Yolaç'ın cenaze programı belli oldu
Erkan Yolaç'ın cenaze programı belli oldu
Ünlü isimlere Gazze tepkisi
Ünlü isimlere Gazze tepkisi
Evgeny Grinko'dan 'Uzun İnce Bir Yoldayım'a yeni yorum
Evgeny Grinko'dan 'Uzun İnce Bir Yoldayım'a yeni yorum
Ücretsiz olacak başvurular başladı
Ücretsiz olacak başvurular başladı
123456789
Erkan Yolaç'ın cenaze programı belli oldu
Erkan Yolaç'ın cenaze programı belli oldu
Ünlü isimlere Gazze tepkisi
Ünlü isimlere Gazze tepkisi
Evgeny Grinko'dan 'Uzun İnce Bir Yoldayım'a yeni yorum
Evgeny Grinko'dan 'Uzun İnce Bir Yoldayım'a yeni yorum
Ücretsiz olacak başvurular başladı
Ücretsiz olacak başvurular başladı
123456789

"HER ŞEYİ BIDEN'IN DİKKATİNİ ÇEKMEK İÇİN YAPIYOR"

Eski Washington Büyükelçisi Tan, Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın dış politikada gerginliği önceleyen yaklaşımıyla, Amerikan Başkanı Biden'in dikkatini çekmeyi amaçladığını söyledi.

Bahadır Selim Dilek
Pazar Söyleşisi'nin bu haftaki konuğu Türkiye'nin eski Washington Büyükelçisi Namık Tan.

Tan, 1956 yılında Mardin'de doğdu. İlköğrenimine Hatay'da başlayan Tan daha sonra TED Ankara Koleji'nden ve Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nden mezun oldu. Üniversiteden sonra Ticaret Bakanlığı Anlaşmalar Genel Müdürlüğü’nde çalıştı. 1982 yılında Dışişleri Bakanlığı'na girdi. Denizcilik Sorunları Dairesi’nin ardından sırasıyla, Moskova ve Abu Dabi büyükelçiliklerinde kâtip olarak görev yaptı. 1989'da Personel Dairesi’nde başkâtip oldu. 1990'da Cumhurbaşkanlığı’nda görevli bakanlık memuru olarak özel kalem müdür yardımcılığı görevinde bulundu.

1991-1995 yılları arasında Washington Büyükelçiliği'nde önce başkâtip, 1997-2001 yılları arasında ise müsteşar olarak görev yaptı. 1996-1997 yılları arasında Dışişleri Bakanları Emre Gönensay, Tansu Çiller ve İsmail Cem'in özel kalem müdürü oldu. 2001'de Dışişleri Bakanlığı'nın Amerika Genel Müdür Yardımcılığı’nda daire başkanı olan Tan, 2002'de Enformasyon Dairesi Başkanlığı’nda daire başkanı olarak çalıştı. Abdullah Gül'ün Dışişleri Bakanlığı döneminde ise bakanlık sözcülüğü ve elçi sıfatıyla Enformasyon Dairesi Başkanlığı görevlerinde bulundu. Aralık 2006'da Feridun Sinirlioğlu'nun yerine Türkiye'nin Tel Aviv Büyükelçiliği'ne atanan Tan, Temmuz 2009'da Dışişleri Bakanlığı Müsteşar Yardımcılığı’na getirildi. Sonrasında Washington Büyükelçisi Nabi Şensoy'un Aralık 2009'da istifa etmesinin ardından bu göreve atandı. Dört yıllık görevinin ardından 17 Mart 2014 tarihli kararname ile merkeze alındı ve sonrasında emekli oldu.

Namık Tan, Amerika'yla ilişkiler başta olmak üzere Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın dış politikada gerginliği önceleyen yaklaşımlarını, GAZETE DURUM için değerlendirdi. Tan, Erdoğan'ın İsveç ve Finlandiya'nın NATO üyeliğine “hayır” demekle, Yunanistan'a karşı sert yaklaşım benimsemekle, Suriye'ye operasyon kararı almakla; kendisine mesafeli duran ve görüşmekten kaçınan Amerikan Başkanı Joe Biden'in dikkatini çekmeyi amaçladığını söyledi.

Erdoğan'ın son dönemdeki dış politikadaki tutumuna dikkat çeken Tan, “Yani O'nun dikkatini çekmek ve O'ndan bir telefon beklemek. 'O'nunla çözdüm ben bu olayı' demek. Bunun bir şekilde aralarındaki yakınlığa bir vesile oluşturmasını sağlamak. İkincisi de tabii bu vesileyle de iç politikada bunu kullanabilmek. Yani, bundan neredeyse adım kadar eminim” dedi. Erdoğan'a yaptığı geçmiş olsun ziyaretinde, Biden'a kendisinin refakat ettiğini anımsatan Tan, “Orada yakaladığı ilişki biçimini özlüyor, arzuluyor Erdoğan. Çünkü her seferinde telefonu kaldırıp ona ulaşabilmek istiyor. Bu çerçevede, neden bunu istiyor? Çünkü herkesle Amerika Başkanı ile meselelerini halletmiş bir dünya lideri izlenimini yaratmak istiyor. Bunu iç politikada kullanmak istiyor fakat karşı tarafta bu konuda herhangi bir reaksiyon yok. Bu, onu çok rahatsız ediyor” görüşünü dile getirdi.

“TÜRKİYE, KÜÇÜK AMERİKA DEĞİL, AMERİKA, BÜYÜK TÜRKİYE OLDU”

Tan'ın sorularımıza verdiği yanıtlar şöyle:

Türkiye'nin eski Washington Büyükelçisi olmanız hasebiyle Amerika ile ilişkilerden başlayalım. Bugün baktığımızda, parçalı bulutlu mutedil dalgalı diyeceğim ama onun da ötesinde bir kriz yaşıyoruz Amerika'yla... "Görmeme krizi" diyorum ben buna. Bizi görmek istemiyor, çok dikkate almıyor gibi... Siz nasıl tanımlarsanız Biden ile Erdoğan arasındaki olan ya da “olamayan” ilişkiyi.

Aslında Türk-Amerikan ilişkileri her zaman inişli çıkışlı olmuştur. Sorunları bol olmuştur ama ben son 30 yılına hâkimim yani ilişkilerin. Bu son 30 yıl içerisinde biraz önce söylediğim gibi bir sürü kriz yaşadık, lakin bugüne kadar yahut bugün olduğu kadar ilişkileri gergin ve kopuk ve sorunlu görmedim. Onu söyleyebilirim.

Bunun nedeni?

Bunun çok çeşitli sebepleri var. Bir kere özellikle Türkiye değişti, Türkiye’nin değiştiğini söyleyebiliriz. ABD de değişti. Artık o eski ilişkileri tekrar oluşturmak çok farklı bir yaklaşımı gerektiriyor. Nedir bu, neden böyle oldu? Bizim siyasetçilerimiz, “Türkiye ilerde küçük Amerika olacak, biz küçük Amerika haline getireceğiz” derken aslında Amerika, “Büyük Türkiye” oldu.

Ne oldu da böyle oldu?

Dünyada popülizm denilen, milliyetçi popülizm çok ciddi zemin kazandı ve bunun bir sürü ülkede, Türkiye başta olmak üzere toplum nezdinde karşılığı var. Biz her ne kadar bundan hoşlanmıyorsak da bunun karşılığı var, Amerika’da da var, Türkiye’de de var. Bunun kırılma noktasını aslında şöyle ben tarif edebilirim, Türkiye’de dış politika tamamen iç politikanın üzerine oturmuş durumda şu anda. Artık dış politika, iç politikaya dönük olarak yapılıyor ve bizim bence en büyük zafiyetimiz burada, bu bir. İkincisi içe doğru yönelik bu politika ideolojik temelli bir dış politika. Bu mutlaka ve mutlaka sizi bir sürü sorunun parçası haline getiriyor.

Örnek verebilir misiniz?

Özellikle somut en büyük örneği, bu İhvan zihniyetiyle bir zamanlar çok ciddi bir yakınlık içine girmemiz ve birtakım fantastik düşünceler arkasından koşmamız, politikalar arkasından koşmamız... İşte bu bağlamda da bütün Ortadoğu’daki ilişkilerimizin altını oymamız, bozmamız gösterilebilir. İsrail’den tut, bütün Körfez ülkeleri, Mısır hatta Kuzey Afrika bile... Bu tamamen ideolojik bir zeminde yapıldığı için bu hale geldi. Dolayısıyla eskiden böyle bir şey yoktu Türk dış politikasında. Çok klasik deyimdir, hala çok ciddi ölçüde inanırım, Türk dış politikası Atatürk’ün öğretilerinden yola çıkmıştır. Biliyorsun, komşularınızın içişlerine karışmayacaksınız, bir şekilde sorunlarına taraf olmayacaksınız, o zamanlar Sovyetler Birliği yani Rusya ile iyi ilişkiler yürüteceksiniz ama dikkatli de olacaksınız şeklinde bir sürü öğretisi var, yani ilkeleri var bu politikanın. Bunlar hepsi bir berhava oldu.

“İKTİDAR SÜRESİ ÇOK UZADI”

Peki neden bunun altında yatan başka nedenler yok mu? Adalet ve Kalkınma Partisi'nin ideolojik zeminin iflası olabilir mi?

Tabii, bu laf kalabalığından öteye biraz gitmek lazım, daha somut konuşmak gerekirse, özellikle Adalet ve Kalkınma Partisi, içerde zemin kaybetmeye başladı, çünkü süresi çok uzadı. Yani, iktidarda kalış süresi çok uzadı, bu bir yorgunluk yarattı ve bunun karşısında halkın belli demokratik tepkilerini göstermesinin de önü tıkandı. Yani, şimdi baktığınızda Türk dış politikasının en büyük sorunlarından bir tanesi bu ideolojik ve ilkelerden uzaklaşan yaklaşım ise ikincisi de demokrasiden, temel hak ve özgürlüklerden, hak ve hukuktan uzaklaşmış olmasıdır. Bu, Türkiye’ye çok şey kaybettirdi. Bu tabii bizi bugünlere getirmiş olmasından dolayı, birçok sorunumuzu çözmek konusunda ciddi zorluklar yaşıyoruz.

Amerika’ya dönecek olursak...

Amerika ile ilişkilerin tarifini de doğru dürüst yapamadık. Anlayamadık Amerika’yı bu kadar senedir. Eskiden dışımızdaki olaylarla, özellikle Atatürk’ün vaaz ettiği bu dış politika çerçevesinde, çevremizdeki sorunlara biz doğrudan müdahil olmuyorduk ve dolayısıyla hakikaten bence çok daha sağlıklı bir yol izleyebiliyorduk. Ama şimdi durum tamamen değişti ve hemen hemen bütün sorunların tarafı olduk. Doğrudan içine girdik sorunların, Suriye ile başlamak üzere. Amerika bir dünya ülkesi, biz ilişkilerimizin stratejik olup olmadığını tartışıyoruz. Hâlbuki doğal bir şekilde her ülkenin Amerika ile ilişkileri stratejiktir. Biz bunun farkında değiliz. Amerika ile ilişki yürüttüğünüzde, stratejik bir çerçevenin içine girdiğinizi anlamanız gerekir. Biz bunu bir türlü anlayamadık.

“TRUMP, ERDOĞAN'IN KARBON KOPYASIYDI”

İdeolojik temelli dış politika dediğiniz zaman, hemen sormak istiyorum. Erdoğan, dış ilişkileri fazlasıyla kişiselleştiriyor mu? Mesela Biden olumsuz bir açıklama yaptığı zaman, “Bizim eve gelip çay içmişliği vardı, böyle yapmasını beklemiyordum” diyor. Görünen o ki, bu, tek adam sisteminin getirdiği bir durum. Katılır mısınız?

Katılırım. Zaten, aslında her şey tam bu devirde başladı... Dedim ya, bu milliyetçi popülizmle... Trump, tam Erdoğan’ın karbon kopyası gibi bir durumdaydı. Birbirlerini çok iyi anlamaya başladılar, çünkü o da devlet yönetimini tamamen kişisel zemine oturtma arayışındaydı. Ama orda bir sistem vardı. Hak, adalet, demokrasi... Her ne olursa olsun bunlar orada da büyük zemin kaybetti ama her şeye rağmen o sistem hala canlılığını koruyor. Bizde bu kalmadı. Kalmayınca Erdoğan, Trump sonrasında, Trump ile kurduğu ilişkiyi aynen Biden’la yürütmek istedi. Biden bunun olmayacağını baştan beri söyledi, işaretlerini verdi. Bugüne kadar Biden’la sadece ve sadece iki tane yüz yüze görüşme oldu. O da uluslararası kuruluşların toplantıları vesilesi ile. Yani telefon görüşmeleri bile çok nadir. Yani, onlar kaç tanedir bilmiyorum ama benim hatırladığım kadarıyla ya iki ya da üç. Yani, tamamen, "ben bu ilişkiyi kişisel zeminde değil kurumsal zeminde sürdüreceğim" mesajını verdi. Tayyip Erdoğan’ın bugün anlayamadığı hadise budur. Kabullenmek istemediği hadise budur. Çünkü onun için öyle bir hale geldi ki, 20 yıllık yönetimi boyunca, artık o eski yumuşak gücü Türkiye’nin bir kenara kondu. Şimdi Türkiye’nin dünya siyasetine yön verdiği anlayışıyla tek bir kişinin kararıyla yönetilen bir Türkiye var. Dolayısıyla Türkiye’ye bir otonom dış politika yürütme arzusunu körükledi. Zaten vardı bu, daha doğrusu siyasette zemin kaybetme çerçevesinde bu politika her geçen gün daha ön plana çıkıyor.

Sayın Tan, bu saptamanız önemli, biraz daha ayrıntı verebilir misiniz? 

Tabii ki. Kitleleri motive etmenin yolu, bu politikanın daha görünür şekilde uygulanmasından geçiyor. Çünkü Suriye’de kimi müdahaleler - her ne kadar geçerli gerekçeler var idiyse de - bunun en büyük tezahürü, Kafkaslar'da Ermenistan’a karşı yürütülen Karabağ operasyonunda Türkiye’nin oynadığı rol. Halbuki örneğin aynı operasyona İsrail de çok ciddi katkıda bulundu, yardım etti. Aynı bizim bizim verdiğimiz yardıma denk bir yardım gösterdi ama onlar bunu hiçbir zaman herkesin gözünün içine sokmadılar. Biz ise Bakü’de bir komanda taburunu böyle gösterişli bir şekilde yürüterek herkese bunu sunduk. Şimdi dolayısıyla Biden yönetimi bugüne kadar nerdeyse 1,5 senesini tamamladı. Çok mesafeli, çok dikkatli bir ilişki biçimine ve tamamen kurumsal çerçeveye oturttu. Böyle bir ilişki biçimine koydu ortaya. Bu tabi hiç hoşuna gitmedi. Bir türlü Biden’a ulaşamıyor ve bunu tabi Erdoğan çeşitli vesilelerle de söyledi. Biz bunu kaç kere dinledik kendi ağzından, “Ben eskisi gibi görüşemiyorum” diye... Örneğin rahatsızlığı nedeniyle, cumhurbaşkanımız o zaman başbakanken, Biden ile beraber, biz evine gittik. Biden ile birlikte gelmiştim buraya, refakat etmiştim onlara. Sırf Erdoğan’ı ziyaret etmek ve geçmiş olsun dilemek için gelmişti ve son derece samimi ev ortamında onunla görüşme yapmıştı. O görüşmede çok sınırlı sayıda insan vardı biri de bendim. Orada yakaladığı ilişki biçimini özlüyor, arzuluyor Erdoğan. Çünkü her seferinde telefonu kaldırıp ona ulaşabilmek istiyor. Bu çerçevede, neden bunu istiyor? Çünkü herkesle Amerika Başkanı ile meselelerini halletmiş bir dünya lideri izlenimini yaratmak istiyor. Bunu iç politikada kullanmak istiyor fakat karşı tarafta bu konuda herhangi bir reaksiyon yok. Bu, onu çok rahatsız ediyor.

Gördüğüm kadarıyla, Erdoğan'ın dış politikada ipleri sürekli geriyor olmasının arka planında, kendi tabanını milliyetçi söylemle tahkim etme çabasının yanı sıra, Biden'a bir iletişim kanalı açmak, kendisiyle bir pazarlık masasına oturmak istiyor. Katılır mısınız?

Evet katılırım. Son üç olayı düşünelim mesela, hatta 3-4 olay diyebiliriz bunlardan en önemlisi bence Finlandiya ve İsveç’in NATO’ya üyelikleri, üyelik başvuruları ve bununla ilgili Türkiye’nin aldığı, benimsediği siyaset ve bir anlamda veto tehdidi. Şimdi bunun ben şahsen tecrübelerim çerçevesinde, en önemli hedefinin Biden olduğunu düşünüyorum.

“BİDEN'IN DİKKATİNİ ÇEKMEK İSTİYOR”

Nasıl yani!

Yani onun dikkatini çekmek ve ondan bir telefon beklemek. “O'nunla çözdüm ben bu olayı” demek, bunun bir şekilde aralarındaki yakınlığa bir vesile oluşturmasını sağlamak. İkincisi de tabii bu vesileyle de iç politikada bunu kullanabilmek. Yani, bundan neredeyse adım kadar eminim, böyle bir tutum içine girdiğine... İkincisi bugünün güncel olaylarında, Suriye’ye harekât meselesi. Suriye’ye hareket meselesi 2021 yılından beri, Suriye’deki batı ve doğudaki o alanları 30 kilometrelik şeridi ele geçirmek ve özellikle Fırat’ın batısındaki YPG unsurlarının hâkim olduğu bölgeleri almak. Orada sadece doğuyu, en azından, çünkü iki tarafta da operasyon icra etmek bayağı güç, doğuda Amerika var. Batı için sınırlı bir harekât öngörülüyor. Hala yapılıp yapılmayacağı belli değil. Fakat bunun da amacı, - Amerika’nın buna tepki göstereceğini biliyor ama - bu tepkinin en yüksek düzeyde gelmesi. O şekilde bir ulaşım sağlamak amacında.

Tepki gösterdiler ama düzeyi düşük tuttular!

Tepki Dışişleri Bakanı Blinken’dan geldi. Sadece Blinken da tepki göstermedi, Ruslar ne dedikleri belli olmayan bir havadalar. Bu görüşmeler yapıldı bilemiyoruz içeriğini. Ama dört başı mamur, bizim istediğimiz çerçevede bir anlayış birliğine varıldığını düşünmüyorum. Ruslar kamuya açık beyanlarında sözcüleri aracılığıyla bu operasyona karşı olduklarını söylediler. Öbür taraftan yine İran unsuru var, İranlı Şii milisler var Münbiç ve Tel Rıfat Bölgesi’nde. Bizim işte kontrol ettiğimiz alanlarla diyelim, Suriye’nin kontrol ettiği alanlar arasında bu tür unsurlar var. Dolayısıyla onlar da buna tepki gösterdiler. Suriye de tepki gösterdi doğal olarak. Burada hiç kimseye değil ama özellikle çok büyük ağırlıkla Amerika’ya ulaşma amacı var. İkincisi ilkinde olduğu gibi iç politikayı etkilemek. Yani orada bir zafer kazanıp, işte buradaki milliyetçi duyguları körüklemek, işte tabanı konsolide etmek. Bunun da amacı bu.

Peki, Yunanistan meselesini de Erdoğan'ın bu yaklaşımlarına yormak mümkün değil mi? Yani, Yunanistan üzerinden yine Amerika'nın, Biden'ın dikkatini çekmek istiyor. Böyle mi anlayalım meseleyi?

Tabii ki, devam edelim, üçüncüsü ise Yunanistan’la ilişkiler. Miçotakis’in son ziyaretine dayandırıldı gösterilen bu tepkiler. Miçotakis’in son ziyareti sembollerle dolu olarak aslında Türkiye’yi hedef alan işte birtakım amaçlar üzerine bina edilmişti. Biden’ın da bunda rolü olduğunu düşünüyorum. Biden buna imkân sağladı. Kongrede de konuşması, hiç Türkiye lafı geçmemesine rağmen hemen hemen her cümlesi bir yerde Türkiye’yi ilgilendiriyordu. Devlet yemeği hariç çok iyi bir karşılama oldu. Amerika'nın bu kargaşa içerisinde şu anda ilgi sahası, en başta Ukrayna’daki durumun kontrol altına alınması, Rusya’yla savaşın sona erdirilmesi Orada amaç o ama ona rağmen böyle bir kabulü gösterdi. Şimdi biz bunu öylesine abarttık ve büyüttük ki duygusal bir tepki göstererek. Bizim her konuda hemen hemen böyle duygu ile dolu tepkilerimiz var. Bunda da öyle yaptık. Bunun da yegâne hedefi yine Amerika. Çünkü bugün söylediği cümleler gerçekten endişe verici. Özellikle şu anlamda endişe verici, ayağını denk alsın vesaire gibi. Yani bu gayet açık, Türkiye Cumhuriyeti ile koskoca imkânları ve ordusu her şeyi ile gayet güçlü bir ülkenin, kendisinin onda biri olan bir ülkeyle bu şekilde bir gerginlik politikası izlemesi çok anlamsız. Neden? Çünkü bu sorunların gelecekte değişiklik göstermesi çok zor. Çok çeşitli açılardan zor. Çoğunda da biz haklıyız, bunu bütün dünya da teslim ediyor ama bizim duygusal tepkimiz Yunanistan tarafından çok farklı bir şekilde kullanılıyor bizim aleyhimize. Onlar da diyorlar ki, “Bakın gördünüz mü? Biz size hep söylüyorduk, daha bir ziyaretten böyle bir tehdit algısı çıkarttılar. Dolayısıyla bu insanlar bize her an saldırabilir” gibi fantastik birtakım gerekçelerle bizim aleyhimize kullanıyorlar. Bizdeki amacı nedir? Bizdeki amacı yine başa dönüyoruz, iç politikada milliyetçi kesim, çünkü çok alıcısı var bunun, işte kahraman Türk ordusu bütün Yunanistan’a haddini bildirdi hadisesi. İşte bu milliyetçi cepheyi, milliyetçi zemini konsolide etmek, iç politikada seçimler öncesi kazanım sağlamak ve de böylece üstten konuşmak suretiyle de yine Amerika’nın dikkatini çekmek. Dördüncü ve son konu, Kıbrıs… Kıbrıs’ta da birtakım gelişmeler oluyor. Orada da işte bir ilhak amaçlı birtakım sözler ediliyor. Hatta orada bir anlaşma imzalandığı ve bu anlaşmanın gizli bir şekilde yapıldığına ilişkin birtakım söylentiler var. Amacı, bunun da Amerika tarafından derhal radara alınacağını biliyor. Bunun da Türk ordusu asla Kıbrıs’ı bırakmaz, bizim parçamız vesaire söylemiyle, yine milliyetçi bir zemin çerçevesinde kullanılacağını biliyor. Bütün bunlar bizim bir seçim sürecine girdiğimizi gösteriyor. Artık hem konu, kullanılabildiği ölçüde var, mesela Rusya’ya ilişkiler yok bunun içinde. Rusya ile ilişkiler milliyetçi zeminde kullanıldığı ölçüde var. Avrupa ile ilişkiler keza öyle, Amerika ile ilişkiler öyle. Bütün dış ilişkilerimiz bizim iç politikadaki beklentilere ve başvurması istenen amaçlara bina edilmiş. Son derece yanlış ve tehlikeli bir dış politika. Bu son dört beş günde veya bir haftada bu olaylar hız kazandı. Ondan öncesinde, biz hükümetin yani ne ölçüde hangi düşünceyle yaptıkları önemli değil ama doğru adımlar atmaya başladığını görmüştük. Bütün kanlı bıçaklı olduğumuz ülkelerle, Birleşik Arap Emirlikleri, Suudi Arabistan, İsrail… Sırayla bir sürü açılımlar oldu, Ermenistan’a ulaşılması arzu edildi, Mısır’la aynı şekilde önemli mesafeler kaydedildi, tam olarak oturtulamadı ama Müslüman Kardeşler unsurları ile ilişkiler kesildi, onların buradaki yayınları durduruldu. Sonra Ukrayna krizi içerisine Montrö uygulamalarını düşünelim, Montro’yü doğru şekilde uyguladık iki tarafı da barıştırmaya, aralarını bulmaya yönelik birtakım adımlar attık ne olursa olsun bunlar önemliydi ve tarafsızlık politikası izledik. Her ikisine de bir şekilde aynı mesafede durduk. Bütün bunlar bir sempati yaratmıştı.

Neden böyle aks değiştirme oldu? Sempati yaratan hareketler iç politikada satmayınca, iç politikada satacak konulara mı geçtik?

Neden geçtik, güzel bir soru… Çünkü ekonominin, ekonomik çöküntünün millet üzerinde çok ciddi bir baskısı var. Herkesin gözü geçim derdinde. Birdenbire herkesin ilgisi hükümete tepkiye yöneldi. Ekonominin bozulmuş olması, halkın geçim derdinin ön plana çıkması, hükümet üzerinde büyük bir baskı yarattı. Ne yapacak? Dikkatleri bir yerlere çekmek lazım. Bir sene kaldı nerdeyse seçimlere… Dolayısıyla derhal bu konular gündeme geldi veya zaten bazıları gündemdeydi, örneğin Ukrayna, oradan ne olabilecekse o yapılmaya çalışıldı. Ardından Finlandiya hadisesi çıktı. Bunu da bir yere koymak gerekir. Bütün bu hadiseler başlamadan evvel, Finlandiya Başbakanı ile yaptığı görüşmede, Başbakan hiç gündeme getirmeden, üyelik başvurusunu yapmadan Finlandiya, Erdoğan bu konuyu kendisi açıp sizin üyeliğinizi destekliyoruz diye açıkça söylüyor.

4 Nisan’da…

Finlandiya Başbakanı, çıkıp şaşırdığını söyledi. Şimdi o sıralarda ekonomide uygulanan son derece anlamsız, dünyanın düz olduğu ile eş değerli bir takım zihniyetle yapılan, atılan adımlar en azından bir şeyler dengede bekliyordu. Ama denge bozulmaya başlayınca İsveç-Finlandiya hadisesi de sepete kondu. Miçotakis Türkiye’ye gelmişti yani Türkiye’ye bu sempati ortaya çıkınca... Hollanda Başbakanı, Almanya Başbakanı Scholz geldi. Miçotakis’le oturup kolları sıvayıp, sen ve benim yapacağımız gibi bir görüşme yaptılar İstanbul’da. Muhteşem bir görüşmeydi. Başka yetkililer de geldi. Avrupa Birliği’nden geldiler… Neydi bunun amacı? Türkiye’ye duyulan desteği ve sempatiyi göstermek için...

“HERŞEYİ DEĞİŞTİREN EKONOMİ OLDU”

Peki, nasıl birden bire değişti bu tablo?

Her şeyi değiştiren olay bu ekonomi oldu. Soruyorsun ya neden böyle oldu diye? Belki daha başka şeyler de çıkacak, bilmiyoruz şimdi. Bugün yapılan mesela, Yunanistan’la yeni bir şey olmadı ki, Yunanistan ne yaptı? Eskiden de Fır Hattı’nı tanımadığımızı söylüyorduk, eskiden de hava sahasını tanımadığımızı söylüyorduk. Onlar da bunu sağa sola anlatıyorlardı. Eskiden de adalarda, bunların silahlandırma veya askerileştirme girişimlerine karşı olduğumuzu söylüyorduk. Azınlıklar meselesini, Batı Trakya meselesini… Biz pozisyonumuzu değiştirmedik ki, karşı taraf da değiştirmedi. Bunlar her iki ülkenin duygusal tepkisel ve özellikle Yunanistan bağlamında tarihi bir travmanın yarattığı bir durum olduğu için bu böyle anlamsız şekilde devam edip gidiyordu. Herhangi bir ülke çıkıp bunu ileriye götürmüyordu. Neden bu şeyleri söylüyoruz? Yine dikkat çekmek, dünya gündemine anında oturuyor bunlar, bugünkü konuşmaları Cumhurbaşkanı’nın hemen gündeme oturdu. Amerikalılar duyacak bunu, öbürlerini duydular, Suriye’ye gösterdiler, bir yere not ediyorlar, takip ediyorlar, bunu da takip edecekler. İsveç-Finlandiya olayını takip ediyorlar. Bütün bunlar, Kıbrıs hadisesi çok önemli bence, bunu da takip edecekler, ediyorlar muhtemelen ve bizden daha fazla şeyler biliyorlar.

Bu böyle devam eder mi? Sonu nereye varır. Her geçen gün gerginliği tırmandıran açıklamalar geliyor. Yunanistan tarafı da boş durmuyor hiç. Ciddi bir çatışma riski var sanki. Nasıl aklı selim galebe çalar, bir fikriniz var mı?

Ezcümle hakikaten önümüzde bir imkân var, daha doğrusu iki şey görüyorum ben. Ay sonunda yapılacak NATO zirve toplantısı. Aslında bir G7 zirvesi de var biliyorsun. Bir Avrupa Birliği zirvesi var. Özel zirve bu, özel toplantıları var. Asıl NATO zirvesi… NATO Zirvesi’nde mutlaka bu görüşmeyi sağlamaya çalışacaktır. Onun için gündemi bu konularla dolduruyor, bu konular son derece önemli konular, Amerika’nın dikkatini çekecek konular. Biden kendisine diyecek ki, “Gel oturalım, bunu baş başa konuşalım” Görüşme olursa seninle iddiaya giriyorum, bu konuda, bu görüşme de baş başa olacaktır, bütün bu onların dikkatini çekmeye yönelik olacaktır. Bilinen, akıl almaz pragmatizmini sergileyip siyahı beyaz yapabilir. Bunu hep birlikte göreceğiz… O zamana kadar tabii ne gibi gelişmeler olur bilmiyoruz. Özellikle Rusya’nın işgali sebebiyle ortaya çıkan krizin içine, o sepetin içinde İsveç-Finlandiya konusu da var, başka konular da var. Gıda krizi mesela... Önümüzde duran bu gıda krizinin çözümü hep tabii Ukrayna ve Rusya arasındaki gerginlik sebebiyle, savaş sebebiyle oluyor. Daha doğrusu Rusya’nın işgali… Bunu unutmamak lazım. Orada da Rusya’yla bir girişim başlatma görüntüsü var. Bunun da Amerika’da ilgi çektiğini biliyoruz. Arabuluculuk yine gündeme getirilecektir. Yani amaç şu, “Bu bölgede bensiz, Türkiyesiz bir şey yapamazsınız. Özellikle Türkiye’de yönetim benim uhdemde ve ben karar veriyorum. Dolayısıyla beni muhatap almak zorundasınız. Beni muhatap almazsanız o sorunların çözümü çok zor olur hatta ben bunları engellerim” düşüncesi var. Halbuki pek de öyle olmadığını görebiliriz. Cumhurbaşkanı’nın bu beş altı konuyu neden gündeme taşıdığını anlatmaya gayret ettim. Türkiye bölgesinin hâkimidir mesajlarını karşı tarafa vermek ve bir görüşme elde edebilmek Batılı liderlerle... Çünkü Batılı liderlerle görüşme imkânı yok. En son bu imkânı kazanmıştı ama onu da heba etti. Bir yandan da aynı görüntüyü, iç politikada verdi. Mesela Miçotakis çıkıp da, vay sen misin, ben de sana şöyle yaparım dese ki, demedi tam tersini söyledi, “Ben, tekrar görüşebileceğimizi düşünüyorum. Bundan alınmadım” gibi sözler söyledi. Dolayısıyla onlar bu işi çok daha anlamlı bir şekilde ve doğru bir şekilde kullanıyorlar kendi menfaatlerine. Halbuki Türkiye tamamen bunu yanlış bir çerçevede kullanıyor. “Bunlar bensiz yapılamaz...” Aslında yapılabilir, hepsi yapılabilir. Yunanistan’ın, Batının desteğini özellikle Amerika’nın desteğini çok sağlam şekilde yakaladığı zamanda, onların sözünden çıkması mümkün değil. Yunanistan’ı herhangi bir taahhütte bulunmadan bir şekilde kontrol edebilirler. Dolayısıyla biz buradan bir şey çıkaramayabiliriz. Finlandiya ve İsveç’in adaylıkları ise yeni değil bu adamların NATO’yla iş birlikleri... Çok uzun süredir NATO ile birlikte çalışıyorlar, bir tek oy atmıyorlar… Baltıklarda düzenlenen tüm tatbikatlarda varlar bunlar. Aynen bizim katılımımız gibi. Evvelsi gün tatbikatta kim vardı? Biz vardık onlar da vardı.

“KIBRIS KONUSU ÇOK RİSKLİ”

Bir şekilde ittifak sisteminin içindeler zaten. Türkiye'nin veto kartının pratikte bir anlamı kalmıyor o zaman?

Yani, onlar NATO mekanizmalarının içindeler zaten. Çok ısrar edersek, tamam bekleyelim, siz görüşmeye devam edin derler. Onlar bir tek oy atmazlar ama arkadaşlarına anlatırlar neler yapılması gerektiğini. Onlar karar alırlar, uygularlar; yine NATO üyesi gibi davranırlar. Bunu da kullanamayabiliriz. Suriye harekâtına biraz önce anlattığım gibi zaten herkes karşı. Eğer Rusya ile orada hava sahasını kontrol eden yerde kuvvetleri olan ve İran’la gayet yakın bir işbirliği içinde olan Suriye ordusuyla, her nerdeyse yöneten Rusya’dan tam anlamıyla bir şey almazlarsa, ancak şimdiye kadar yaptıkları gibi Türkiye’den top atışlarıyla oraları döverler. Yani bir müddet devam eder. Eskisi gibi kalır ortada. Kıbrıs hadisesi ise çok daha riskli bir konu. Bu birtakım BM yaptırımlarını bile tetikleyebilir. Bizim aracılığımızla değil, onlar yaparlar ve orada yanımızda kimseyi bulamayabiliriz. Bunu da düşünmemiz lazım.

Peki sizin mesajınız ne olacak?

Dolayısıyla seçimlere kadar benim temel mesajım şu: Seçimler yapılacağı zamana kadar daha bununki gibi çok daha zorlu sorunlarla boğuşmak zorunda kalacağız. Çünkü ekonominin düzelmesi imkânının olmadığı söyleniyor. Ben uzmanı değilim, o konuda söz söylemek doğru olmaz benim açımdan ama uzmanların söylediği bu ekonomik sıkıntıların daha da ağırlaşarak devam edeceği yönünde seçimlere kadar. Oralardan dikkati başka yerler yöneltmenin yolu yok, her şey iç politika için yapıldığında bazı konular ortaya atılacaktır diye düşünüyorum. Bizim bundan sonraki sürecin belirleyicisi olan, NATO Zirvesi’nde görüşmenin olup olmayacağı... Birincisi, görüşme olursa nasıl bir görüşme olacak, neticesi, çerçevesi de ikincisi... Üçüncüsü de bütün bunlara gerek kalmaksızın... Çünkü ön görülebilirliği yok. Dış politikada ölçü, öngörülebilirlik, güvenilirlik, tutarlılık… Bu ilkeler hayati önemdedir. Tutarlı olacaksın, ön görülebilir, güvenilir olacaksın. Özellikle ölçülü olacaksın. Caydırıcılık yaparsın ölçüsü var, adım atarsın ölçüsü var. Ölçüyü kaçırırsan hiçbir işe yaramaz. Biz bunu kaybettik. Cumhurbaşkanı yarın çıkıp şunu söyleyebilir, “Düşünüp taşındık Finlandiya ve İsveçli kardeşlerimizle biz, bütün bu sorunlarımızı halletmek üzere bir kâğıt üzerinde anlaştık. Kendilerine güveniyoruz ve onay veriyoruz” diyebilir oraya gitmeden, gittikten sonra… Bunu bilmiyoruz. Şimdi diyeceksin böyle şey olur mu? Olur, neden olur? Birleşik Arap Emirlikleri’ne bu devletin bütün yetkilileri başta Cumhurbaşkanı olmak üzere söylenmedik söz bırakmadılar. Sonra ne dediler, “Bu tür şeyler olur” dediler. Suudi Arabistan'la muhteşem bir gerginlik içindeydik, hiç görülmemiş bir gerginlik içindeydik, davalar açıldı. Davayı boşladık… İsrail terör devletiydi, birden bire son yaptıklarına hiç sesimiz çıktı mı? Çıkmadı. Neden birden bire bu dönüşler yaşandı? O zaman öyle gerekiyordu…O zamanlar bir de yine tekraren söylüyorum, her ne kadar ekonomi iyi değilse de en azından halka satışı yapılmıştı, bu birtakım saçma sapan argümanlar da olsa, onları tatmin etmişti. O zamanlar durum öyleydi. Şimdi durum öyle değil. Çok daha kritik çok daha zorlu günler dış politikada yaşamamız muhtemel.

“BİDEN, ABD'NİN ÇIKARINA UYARSA, ERDOĞAN'LA GÖRÜŞÜR”

Söylediklerinizden anladığım kadarıyla Biden, Erdoğan’la çalışmaya sıcak bakmıyor. Trump çok seviyordu Erdoğan’la çalışmayı. Keza Merkel, Erdoğan’la çalışmaya pek meraklıydı. Hatta 2018'de ilerleme raporunun seçimden önce yayımlanmasını engelledi, zarar vermesin seçimlerden önce diye. Sonuçta Erdoğan bu elindeki sığınmacı meselesini koz olarak kullanıyordu, Merkel de bunu görüyordu. Buna göre davranıyordu. Ama şimdi baktığımızda gerek Biden, gerek Almanya’nın yeni yönetimi ya da Avrupa ülkeleri Erdoğan’la pek yakın durmak istemiyorlar, birlikte çalışmak istemiyorlar gibi bir görüntü var. Onlar Erdoğan’ın bu oyununu, tavrını, yaklaşımını görüp ona göre pozisyon belirliyor olabilirler mi? Yoksa dünyanın yeni içinde olduğu popülizm rüzgarıyla onlar da benzer bir pragmatizm sergileyebilir mi?

Diplomasi yahut uluslararası ilişkilerde esas olan çıkarlardır. Çıkarları nasıl gerektirirse onu yaparlar. Şu anda çıkarları bunu gerektiriyor, o yüzden böyle hareket ediyorlar. Bunu da anlatamıyoruz mesela sokaktaki insana. Diplomasi veyahut uluslararası ilişkiler, seninle benim aramdaki ilişkiye benzemez, bir aşk ilişkisi değildir, ana-baba ilişkisi değildir. Duygular bir taraftadır, aşırı tepkiler yoktur. Düşmanlıklar, malum sonsuza kadar sürmez, dostluklar mümkün olduğu kadar uzun tutulmaya çalışılır. Her şeyden önce çıkarlar gelir. Amerika eğer çıkarları gerektirirse şeytanla da iş birliği yapar, bunu anlamak lazım. Bu güne kadar yapmıştır. Bizim halkımız şöyle söyler, “Batı tüm bu idealleri kurdu ama gitti Irak’ı işgal ettiler”. Bu doğru ama onlar bunu sahte de olsa bir gerekçe üzerine bina etmeye çalıştılar, çünkü sistemleri onu gerektiriyordu. Ben bunun uygun olduğunu, kabul ettiğimi, onayladığımı söylemiyorum. Rusya’nın ne gibi şeyi var? Tamamen bir adamın tek kişinin ihtirasları üzerine bina edilmiş bir politika çerçevesinde bunu yapıyor. Dolayısıyla Rusya’nın, Batı’dakilerin bu tür hareketlerinden biraz farklılıklar içeriyor. Ama diyelim ki farklılıklar içermiyor, yani böyle bir şey aynı bile olsa, işin bu tarafı çok önemli. Çıkarlar nasıl gerektirirse öyle yapılır. Erdoğan da bunu biliyor, bugüne kadar 20 senelik tecrübe az buz değil. "Eğer ben onlar açısından bir çıkar yaratabilirsem onlar beni mutlaka dikkate alır" düşüncesi bu. Bunu zorlama yoluyla yapmaya çalışıyor. Eskiden yumuşak şekilde yapmaya çalışıyordu, çok alıcısı vardı ancak şimdi sert güç kullanarak yapmaya çalışıyor. Sert güç kullanmasının sebebi içerde düştüğü çaresizlik, yönetimdeki zafiyet ve ekonominin çok ağır sorunlarla yüklü bulunması. Ama o da biliyor ve yarın öbür gün Batılı liderler şimdi soğuk, uzak davranıyorlar işte bir şekilde onunla bir araya gelmeye kaçınıyorlar… Son bir senede hangi Batılı lider hangi gerekçeyle buraya gelmiş? Dolayısıyla Erdoğan ile de ilişkiyi çıkarları gerektirdiği takdirde yürütürler. Merkel çok güzel örnektir buna. Merkel kendi ülkesinin çıkarları açısından Avrupa Birliği içinde taşıdığı ağırlığı bence Türkiye’nin aleyhine kullanmıştır. Türkiye’yi bence kullanmıştır. Bizim başımıza bu kadar düzensiz göç sorununun yaratılmasında Avrupa Birliği’nin sorumluluğu da var. Avrupa Birliği, “Size para verelim, siz bunları bizden uzak tutun” şeklinde bir siyaset izleyince bu bizimkilerin de işine gelmiş ve bugünkü durum ortaya çıktı diye düşünüyorum.

İki tarafta uç veriyor göçmenler konusu, bir Afganlarla Pakistanlılar var tamamen kaçak göçmen bunlar, nasıl geldikleri belli değil, bir de Suriyeliler!

Burada bir saptama yapmak lazım, kaçak göçmenler, bunlar yani nerdeyse 4 bin kilometre uzaklıktan geliyorlar. Bunlara kaçak göçmen demek zor. Burada bir organize bir durum var. Bu aslında endişe verici bir durum bu. Kaçak olanlar, Suriye sınırından geçenler olabilir, bize komşu ülkelerin sınırlarından geçenleri anlarım ama bu öyle değil. Afganistan’dan kalkıp buraya gelmek her babayiğidin harcı değil.

Suriyeliler meselesi demografik operasyon mu?

Bilmiyorum, o kadar ağır bir şey söylemek istemem ama hadi kalk Türkiye’ye gidelim diyen bir kitle olduğunu zannetmiyorum.

“AFGAN GÖÇÜNÜN ARKASINDA AMERİKA OLABİLİR”

Ne olabilir arkasında, hem Suriyelilerin, hem Afganların, Pakistanlıların?

Suriyelileri belli ölçülerde ayrı bir kefede değerlendirmek lazım. Öbürlerinin arkasında mesela Amerika olabilir. Amerika’nın böyle bir konuda talebi olabilir. Başka bir şey göremiyorum ben. O insanların buraya getirtilmesi, Türkiye’nin muvafakati olmadan mümkün değil. Türkiye belki bu kadar imkânsızlıklarına rağmen hiç savaş falan yokken çok daha rahatken geçmek, Türkiye’nin sınırlarından kimse geçemezken şimdi niye geçiyor? Kamyonlarla nasıl geçer? Polislerin bütün güvenlik güçlerinin gözü önünde nasıl geçer bu insanlar?

Arkasında ne olabilir?

Bilmiyorum, somut bir bilgiye sahip olmadan konuşmak istemem ama sadece dediğim gibi bu kendiliğinden oluşan bir olay olmaz. Ama ne oldu dersen, bir planın programın parçası mıdır onu da bilmiyorum. Suriye’dekiler ise onu aşağı yukarı kestirebiliyoruz. Burada kendimize bir nüfus alanı yaratmak… Bütün amaç bu. Hatta bütün Suriye'ye bir anlamda o çerçevede bakılıyordu bunun başında. Oraya başka oyuncular gelince, Rusya ve Amerika, İran gelince bizim işler biraz daha sorunlu olmaya başladı. Biz aslında Rusya orada olmasaydı, benim kanaatim biz oradaki varlığımızı sürdürmekte çok zorlanırdık. Rusya’yla birtakım soruların cevabı yok. Nedir? Biz S-400'leri aldık. Niye aldık? Ben bilmiyorum… Ama şunu biliyorum, alınmaması için ne gibi gerekçeler bulunuyor onları söyleyebilirim sana. Hiçbiri yerine getirilmedi. Niçin biz karşı olalım ülkemizin savunmasına güçlü bir destek verecek bir silah sisteminin alınmasına, niye karşı olalım? Böyle bir şey olabilir mi, biz bu ülkenin evladıyız, bizi bu ülke yetiştirdi, Bu ülkenin ekmeğini yedik, böyle bir şeye karşı olabilir miyiz? Biz eğer başka bir ülkenin bizi belli şekilde dış politikamızı manipüle etmeye yönelik bir şekilde bize şantaj gibi birtakım gerekçelerle bunu almamızı zorladıysa o zaman buna karşı çıkmak lazım.

“S-400'LER NEYİN BEDELİ?”

Peki, hangi gerekçelerle aldık biz bu sistemleri?

Bırakın ne gerekçeyle alınmış olursa olsun. Bizim üç tane gerekçemiz var. Ben buna hakikaten çok üzülüyorum, ilk yazan benim. Bir tweet yazdım, benimle ilgili bir açıklama yaptı Cumhurbaşkanı. Mart 2019… Ne oldu orada söylediğim, bizim savunma sanayi alanında kazandığımız elde ettiğimiz kazanımlar heba olur demiştim, eğer bu alınırsa. Aynı zamanda ilişkilerimiz çok ciddi gerginlik yaşar demiştim, hepsi çıktı… Bunları bir kenara bırakalım, biz bu silah sistemlerinin alınışı için - ben içindeydim işin - ben de süreci bizzat yakından yaşadım büyükelçi olarak. Üç tane koşulumuz vardı. Bir tanesi ortak üretim olacak tercihen, ikincisi fiyatı uygun olacak, üçüncüsü teknoloji transferi. Üç tane ayağı vardı alış felsefemizin. Bu S-400’lerin alınışı hiçbirini karşılamıyor ve bir kere satın alma hadisesinde tek bir kişinin kararıyla alındı. Yani bir değerlendirme diye bir şey olmadı. İkincisi teknoloji transferi yapmadıklarını yapmayacaklarını kendileri söylediler. Üçüncüsü de ortak üretim yapmayacaklarını söylediler, bugüne kadar da gördük. Gelelim öbür tarafında, bu haliyle bunun kullanılması mümkün mü? Mümkün değil çünkü bunun bir çok kapsamlı bir radar ağına entegre edilmesi lazım. Rusların bizim ülkemizi kapsayan bir radar ağı yok, olamaz da zaten öyle bir şey. Dolayısıyla bizim Batılı müttefiklerimiz de böyle bir şeyi kabul etmediklerini zaten söylüyorlar, bizim ısrar etmemize rağmen. Üçüncüsü böyle bir şey yapmalarını tahayyül etmek, kusura bakma ama izandan tamamen yoksun olmak demektir. Buna Rusya bile izin vermez. Rusya izin verir mi bütün silah sisteminin her şeyinin bilinmesine, mümkün değil yani fantastik bir hadise yapıldı, niçin yapıldı? Bilmiyorum, bir bedel ödendi herhalde. Uçak düşürülme hadisesinin bedeli bu muydu, bilmiyoruz. 2,5 milyar dolar olduğu söylendi acaba o kadar mıydı? 2,5 milyar nereye gitti diyor, herkes. Sadece bu muydu? Biz F-35’lerin şu anda altı tanesini uçuruyor olacaktık. Yani önümüzdeki seneler kaç tane olacaktı bilemiyorum, şu anda hatırlamıyorum ama biz F-35’lerin birçok parçasını sadece biz üretiyorduk. Şu anda uçan, hala yaptığımız bir sürü parça var. Biz bunları en iyi üreten biziz. Ben bunları bizzat biliyorum, sorumlusu olan insanlardan dinledim. Bunlar da gitti. Ayrıca bu uçakların stratejik bakım üssü bu bölge için Eskişehir’de olacaktı, bir sürü yatırımlar yapıldı, bu da gitti. Bu arada bugüne kadar sağladığımız katkılar da gitti. Ne kazandık? Hiçbir şey. Silah kullanımı sıfır, kullanılma imkanı yok, yani bunu tek başına radara bir kere entegre etmeden kullanma imkanımız yok, efektif şekilde yok. Kapasitesi, öyle söyleniyor, en azından ben bunun doğru olduğuna inanıyorum ve şimdiye kadar hiç denenmişliği yok. S-400’ün denenmişliği yok, kullanılmışlığı yok.

Amerika'nın teklifi neydi peki?

Amerika vermek istediğine en son teklifini söyleyebilirim sana. En son teklifinde bir tek teknolojiyi veremeyiz dediler. Sizin istediğiniz ölçüde teknoloji vermemiz mümkün değil, bunu unutun dediler. Fiyatı epey düşürdüler, ortak üretime de dediler ki, tamam aslında buna da pek onayımız yok ama belli bir sürede bunu sağlayabiliriz. O zamanlar Birleşik Arap Emirliklerine koyulacak bir Patriot sisteminin parçalarını hazır hale getirilecek... Patriot'u öyle her şeyiyle getirmek değil de parçalar halinde getirip monte edici bir tesisi oraya kuracaktık, kuramadık olmadı, Şimdi size onu verelim, böyle bir başlayalım, bu ortak üretime de girer ilerde dediler… Muazzam teklifti bu ve verdikleri fiyat yüksekti o zamanlar ama ilk tekliflerine nazaran gayet makuldü. Diğer yandan Avrupa Birliği’nin ürettiği füzeler var. Fransa, İngiltere’nin birlikte ürettiği yine aynı. Bunlarla zaten anlaşmalarımız vardı, oradan alabilirdik. Birçok konuda ilerleme kaydetmiştik. Halka doğru bilgi verilmeden onların zihnini bulandırarak onlara hamasi nutuklar atarak milliyetçi duyguları köpürterek bu şeyler alındı. Gerçek anlamda savunma ihtiyaçlarımızın karşılanması için değil başka gerekçelerle alındı. Bu bizim gerçek anlamda savunmamızı güçlendirecek birçok araçtan mahrum etti. F-35 konusunda Avrasyacı, ulusalcı birtakım çevrelerin de bu ateşe odun attıklarını biliyoruz. En azından ben biliyorum adlarını bile tek tek verebilirim sana, ama zihniyet itibariyle üzülüyorum. Onların bazıları asker, bunların bir tanesine ben bunu sordum. Dedim ki, “siz o zaman komutandınız, sizle beraberdik burada, bu söyledikleriniz doğru olduğuna siz inanıyor musunuz” Toplantıdan sonra bana dedi ki, “Maalesef o zamanın gerçekleri öyleydi, o zaman öyle karar vermek zorundaydık…” Böyle bir şey olamaz. Paralel bir dünyada yaşıyoruz kendi açımızdan ya da bu dünyanın gerçekleri ile pek uyuşmuyor yaptıklarımız. İkincisi, lütfen bunu yaz, tüm bunlar bir hesap üzerine yapılmıyor. Bugün böyle karar veriliyor, bugün böyle yapılıyor. En büyük kanıtı İsveç ve Finlandiya’nın üyelik konusu. Böyle bir konuda eğer çoklu akıl, kolektif değerlendirme ve kurumsal değerlendirme sonucunda kurumlar arası değerlendirme sonucunda alınmış bir karar olsa cuma namazından sonra açıklar mısın birden bire! Hiç ortada yokken, Finlandiya Başbakanı'na onu söylemişken. Mitsokatis'e sana küstüm der misin, stratejik bir yaklaşımın olsa… Başka ülke, tamam hoşumuza gitmeyebilir, Mitsotakis bizimle ilgili doğru şeyler söylemedi ama onu ağırlayan bir ülke var. O da başka bir ülkenin Başbakanı. Biz onlara niye ağırladın, niye konuşturdun diye kimseyi suçlayamayız ki. 2013’te 16 Mayıs’ta Başbakan Erdoğan’ı nasıl ağırladıklarını biliyorum. Hatta bize özel, iktidarda olan Obama akşam yemeği verdi baş başa. Beyaz Saray’da biliyorsun dörtlü bir görüşme oldu. Ayrıca bir yemek verdi vesaire. Gayet muazzam bir karşılama yapıldı. Biz, Miçotakis’in oraya gideceğini bilmiyor muyduk? O zaman niye bu bizde bu tepkiyi yarattı? Demek ki gerçek nedeni farklı… Gerçek nedeni burada bir farkındalık yaratma, Batı anlamında, ABD nezdinde ve de iç politikada zemini konsolide etmek. Buna savrulma denir, stratejik temelli dış politika böyle yönetilmez, bu ancak bir savrulmaya işaret eder. Bu savrulma sürdürülebilir değildir. Millet senin öngörülemezliğini gördükçe yanına yaklaşmaktan korkar, çekinir. Senden alacağı tepkiyi hesap edemezse yanına hiç gelmemeyi tercih eder. Ne diyeceğin belli değil… Madura birden bire buraya geldi. Böyle bir görüşmenin hesabı yokmuş, yabancı kaynaklı bir yorumda okudum. Bu Amerikalılar Birliği var ya "Organization of American States" diye, onun toplantısına bunu davet etmediler. Bununla birlikte iki ülke daha… Davet etmeyince bu açıkta kalınca hem de Rusya Dışişleri Bakanı burada olunca Amerika’ya mesaj olsun diye... Bizimki de mesaj veriyor, kalkıp buraya geldiği ve buna kırmızı halılar döşendiği böyle bir ziyaret için imkan yaratıldığı söyleniyor mesela. Çok ilginç bu. Böyle popülist liderler birbirlerini çok iyi anlıyorlar. Bu çok ilginç. Niye Maduro şimdi geldi? Daha önce de gelebilirdi, biraz sonra gelebilirdi. Ama şimdi Rusya var, ben Rus’u da getiriyorum, Maduro da orada. Yani beni gör, benim farkında ol, ben bu bölgede önemli bir liderim. Sana hem sorun olabilirim hem yardımcı olabilirim. Senin tercihin hangisi gibi bir seçenek sunacak şekilde…

Biden’ın yaklaşımı ne olabilir? Biden’ı tanıyorsunuz, Erdoğan’ın bu tavrına, “Tamam ben seni göreyim bari” mi der, yoksa “Ben seni görmeyeceğim mi” der?

Çıkarları ne diyor onu bilmek lazım. Çıkarları gerektiriyorsa, “Gel hadi oturalım konuşalım seninle, hesap kitap yapalım” diyebilir. Bunu bir kenara koyamayız. Onlar asla bunu yapmazlar, düşünürler... Birikiyorlar birtakım şeyleri, eğer onları kendi çıkarları çerçevesinde kazanımlar elde ederek görüşebileceklerini düşünüyorsa görüşür onunla. Dolayısıyla biz bu duygusallığı terk etmemiz lazım. Ama şunu yapmayacaksa, bu telefonda da olabilir, bu görüşme baş başa da olabilir. En son NATO Zirvesi’yle olur başka türlü olmaz. NATO Zirvesi’nde görüşebilir. Ama bu görüşme demek değildir ki, Biden yakınlaştı. Her şeyi bundan sonra öyle götürmeyecek. O konuda kararlılık olduğunu biliyorum. Biliyorum derken, onlardan duyduğum için değil, mesleki tecrübe çerçevesinde bunu yapmayacağını düşünüyorum. Zira eğer, bu tür bir harekete tenezzül edecek olsaydı çoktan Türkiye’ye telefon etmesi için bin sürü sebep vardı. Onun ötesinde, Ukrayna hadisesinde düzenli olarak görüştükleri birtakım ülkeler var. Bu ülkelerin 40’a yakın olduğu söyleniyor. Onlar arasında biz yokuz. Ukrayna ile ilgili bizimle doğrudan sırf bu konuya müteallik bir görüşme olmadı. Hiçbir düzeyde… Yani bir tek uluslararası kuruluşlar NATO’nun toplantılarına Savunma Bakanı ve Dışişleri Bakanı toplantılarında temas ettiler. Kavala davası dolayısıyla Çavuşoğlu'nun ziyareti resmi ziyaret olmaktan çıkarıldı. Sırf Kavala davasına karşı gösterilen reaksiyon dolayısıyla. Bizi zaten yok farz ediyor. Bu bize yeteri kadar mesaj vermesi lazım. Zaten Cumhurbaşkanını rahatsız eden de bu. Bunu söylüyor, “Biz eskiden olduğu gibi Obama, hatta Obama’yla da birtakım sorunlarımız vardı ama görüşürdük. Trump’la her gün görüşürdük ama burada görüşemiyoruz” diyor. Bu kararlı bir politika. Bu mesaj verilecek, verilmeye devam edecek. Hiç görüşmez mi? Görüşür, çıkarları icap ederse. Bir dizi sorunu bir anda çözeceğini hissederse, Türkiye bakımından. Kavala’yı serbest bıraktı, şunu da bıraktı, öbürünü de bıraktı, bu sorunu da çözdü. Hepsini çözeceğim ben sana taahhüt ediyorum, bir bir çözeceğim diye. O zaman ona bir ziyaret bile ayarlarlar, hiç gözünün yaşına bakmaz. Dolayısıyla bu görüşme olmaz değil, olabilir. O yüzden söyledim bir çıkış imkânı belki bu görüşme ile olabilir. Olmazsa yine o görüşmeden sonra aynı şey devam eder.

Sizce erken seçim olacak mı? Ya da seçim tarihi için bir öngörünüz var mı? Sonuçta devletin içinden geliyorsunuz, diplomatsınız ama Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni temsil ettiniz. Bu gelişmeleri de okuyabiliyorsunuz. Erken seçim olasılığı var mı? Zamanında mı yapılır? Seçime nasıl gidiyoruz? Siz nasıl bakıyorsunuz?

Eğer mevcut yasalar, anayasa hükümleri, şu, bu uygulanırsa bu seçimlerin Kasım tarihinde olabileceğini düşünmüyorum. En erken Nisan ayında falan olabilir. Onun da tamamen gidişata bağlı olduğunu düşünüyorum. Bugün erken seçime, - ben siyasetçi değilim sözlerimi o çerçevede lütfen kabul et - ben sadece hissiyatımı söylüyorum, eğer ekonomide beklenmedik bir gelişme olursa pozitif anlamda ve bir farklılık yakalanırsa o zaman da hemen yapar. Her şeyi değiştirir yapar. Bu seçimler son derece kritik. Son bir şey söylemek isterim, Türkiye’nin bugün sorunlarının hiçbiri bunlar değil. Türkiye’nin sorunları, ne yazık ki gerçek sorunları unutturulmuş vaziyette. Gerçek sorunları Türkiye’nin demokrasi, insan hakları, temel hak ve özgürlükler, hukuk ve adalet alanındaki büyük çöküntü, adaletsizlik… Ne dersen de, basın hürriyetinin hiç olmaması. Bu Türkiye’nin başlıca sorunu. Türkiye bu konularda adım atmadıkça, Türkiye hiçbir zaman huzur bulamaz, çok zor. Eskisi gibi meşru ve doğru bir rekabetin olduğu bir siyasetin olduğu ortam hiçbir zaman doğmaz. Halkın mutlaka devletine hükümetine güvenmesi gerekir. Adalet sistemine güvenmesi gerekir ve en önemlisi hakkını hukukunu koruyabilecek mekanizmalara sahip olduğundan emin olması gerekir. Bütün bunlar olmadıkça Türkiye’de bugün bu sorunu yaşarız yarın öbür sorunu yaşarız. Ama Türkiye ne siyasi alanda ne ekonomik alanda kendini ileriye yönelik, ileriye götürecek bir noktaya gelemez. Mümkün değil. Türkiye bu haliyle dünya düzdür diyerek bir ekonomi yürütüyorsanız size kimse itimat etmez. Siz kendi kendinizi kandırmış olursunuz. Halkınızı bir şekilde oyalarsınız ve bu muazzam bir eşitsizlik yaratı ki yaratmaya devam ediyor. Dar gelirli kesim çok genişledi ve halkın yaşam sevincini kaybettirdiniz, halka insanlara. Türkiye kendi kendisiyle kavga eder durumda devam eder.

Sayın Tan, çok teşekkür ederim