Şefika Kutluer Festivali 24 Kasım'da başlıyor
Şefika Kutluer Festivali 24 Kasım'da başlıyor
Dünyanın en pahalı muzu
Dünyanın en pahalı muzu
Mehmet Ali Erbil hakkındaki iddianame
Mehmet Ali Erbil hakkındaki iddianame
Uğur Dündar'a açılan babalık davası
Uğur Dündar'a açılan babalık davası
123456789
Şefika Kutluer Festivali 24 Kasım'da başlıyor
Şefika Kutluer Festivali 24 Kasım'da başlıyor
Dünyanın en pahalı muzu
Dünyanın en pahalı muzu
Mehmet Ali Erbil hakkındaki iddianame
Mehmet Ali Erbil hakkındaki iddianame
Uğur Dündar'a açılan babalık davası
Uğur Dündar'a açılan babalık davası
123456789

“Her birimiz acılar ülkesinin yaralı insanlarıyız”

Sivas Katliamı'nda hayatını kaybeden şair Behçet Aysan'ın kızı Eren Aysan, yazmanın ilk defa derman olmadığı bir dönem olduğunu belirterek, “Her birimiz bu kocaman acılar ülkesi içinde bir anlamda yaralı insanlarız artık” dedi.

Deniz Dalgıç

ANKARA- Sivas'ta düzenlenen Pir Sultan Abdal Şenlikleri'ne katılmak için bir araya gelen 33 aydın ve sanatçı, konakladıkları Madımak Oteli'nin ateşe verilmesi sonucu yaşamını yitirdi. Eren Aysan, Türkiye'yi yasa boğan katliamda babası Behçet Aysan'ı kaybettiğinde henüz 16 yaşındaydı. Babasının ardından başka cinayetlerin önüne geçmek için "yazmayı" kendine görev edinmiş Aysan. İlk defa yazının derman olmadığı bir dönemden geçtiğini belirten Aysan, “Sararan kararan her şeyin yamacında yaşıyoruz. Bu yüzden Oktay Akbal abimiz 'Önce ekmekler bozuldu' demişti ya; onun gibi bir tuhaf ruh hali içerisinde ilerliyoruz. Her birimiz bu kocaman acılar ülkesi içinde bir anlamda yaralı insanlarıyız artık” dedi.

Sivas Madımak Katliamı'nın 29. yıldönümünde şair Behçet Aysan'ın kızı Eren Aysan'la konuştuk. Babasını GAZETE DURUM'a anlatan Aysan'a yönelttiğimiz sorular ve cevapları şöyle:

Babanız Behçet Aysan'a neden “güvercin nefesli şair” diyorlar? Siz babanızın edebi yönünü nasıl tanımlarsınız?

Hayatı boyunca tam bir aydın kalan babam, bu ülkedeki insanların özgürleşmesinden yanaydı. Zaten 1986 yılında yazmış olduğu “Deniz Feneri” kitabında da Abdi İpekçi Dostluk ödülünü almıştı. Dolayısıyla güvercin de barışın simgesidir. Ondan böyle bir isim yakıştırıldığını düşünüyorum.

Babanızın sizi yönlendirmesiyle mi yazmaya başladınız?

Aslında edebiyata ilgi duyan bir çocuktum. Şiire ilgi duyuyordum. Onun bana yapmış olduğu tek yönlendirme şiirde oldu. Henüz küçük bir çocukken elime altı tane şiir kitabı tutuşturdu. Bunlardan bir tanesi Lorca'ydı, bir tanesi Rafael Alberti'ydi, bir tanesi Yannis Ritsos'tu, bir tanesi Neruda'ydı, bir tanesi Aragon'du ve bir tanesi bizim çok yakın coğrafyamızdan İranlı kadın şair Füruğ Ferruhzad'dı. Belki de o bunun bir anlamda kendi politikasıydı. Ancak ben yazmaya babamın ölümünden sonra başladım. Çünkü daha fazla kendi acımı paylaşabileceğim insana ulaşmak, ona dokunmak, kendi yaramı bir şekilde sunmak ve bundan sonra da başka öldürümlerin, başka cinayetlerin önüne geçmek gibi bir düşüncem vardı. Yani bu, süre içerisinde yasımla özdeşleşen bir göreve dönüştü.

Yazmak size ilaç oldu mu?

Açık konuşayım ilk defa yazının da derdime derman olmadığı bir dönemin içinden geçiyorum. Yani çaresizlikle bütünleşen bir şey bu. Çünkü bu bir duygu değil, soğukluğunu günbe gün ağırlaştıran bir gerçek olduğunu biliyorum. Çünkü artık birilerinin çare diye başvurduğu şey bana çok yavan geliyor. Artık gittikçe adaletsizlik, mafya, hukuksuzluk ve dahası... Çıkar ilişkileri içerisinde oluşan bir ülkede neredeyse neler yaşadık, neler gördük? Sararan kararan her şeyin yamacında yaşıyoruz. Bu yüzden Oktay Akbal abimiz "Önce ekmekler bozuldu" demişti ya onun gibi bir tuhaf ruh hali içerisinde ilerliyoruz. Her birimiz bu kocaman acılar ülkesi içinde bir anlamda yaralı insanlarız artık.

Sizce neden aralıklarla aynı acıları tekrar yaşıyoruz?

Bunun pek çok nedeni var. Sivas Katliamı özelinde, hepimiz "ayaklanmaya kalkmış cehalet"in neler yapabileceğini gördük ama buna rağmen öfkelenmeme, tersini anlamaya çalışarak, hınçla büyümemeye çalışarak hatta o meşhur günde bile katilden nefret etmemeye çalışarak, düşmanımın otel yakanlar değil, onları bu duyguya sürükleyen anlayış ve cehalet olduğunu bilerek ilerledim. Dolayısıyla linç kültürünün doğu toplumlarına da nereye kadar uzanabileceğini hep siz de bilirsiniz. Hindistan'da böyle elli adamın saldırdığı, tecavüz ettiği sonra ölüsünü bir ağaca astığı 13'ünde, 14'ündeki genç kızları da hatırlarsınız. Dolayısıyla o kızlara namussuz diye saldıranların sizce duygusu nedir? Ya da aynı şekilde kendi ülkesinde şairini, yazarını, azınlığını, genç kızını, delikanlılarını yakan zihniyetin duygusu nedir? Aynı şekilde kadın cinayetlerini her gün hepimiz yaşıyoruz. Bunu bir samuray kılıcıyla gerçekleştirenlerin duygusu nedir? Ya da hayvana, ağaca, doğaya çok ciddi biçimde saldıranların duygusu nedir? Ben bunu hiçbir zaman anlayamadım. Tıpkı bir insanın nasıl tetikçi olduğunu anlayamadığım gibi. Bunu bütün siyasi cinayetler özelinde söylüyorum. Yani Abdi İpekçi'sini de koyun içine, Cahit Orhan Tütengil'ini de koyun, Uğur Mumcu'yu da koyun, Ahmet Taner Kışlalı'yı da koyun. Bir insan bir insanı nasıl öldürür? Bu cevabı toplum verirse ben de rahat bir biçimde, huzurla sırtımı arkama yaslayacağım. Bu durumun acemisiyim.

Şu bir gerçek; iyice muhafazakârlaşan toplumda muazzam derecede bir kutuplaşmanın egemen olduğunu görüyoruz ve yaşıyoruz. Bu muazzam kutuplaşma içerisindeki gündelik siyaset dili artık insanları inanılmaz derecede etkilemiş vaziyette. 1980'li yıllarda 70'li yılları anımsatan bir cümle vardı: Kardeşin kardeşe düşman olduğu dönemlerden geçmek. Şimdi benzer bir noktanın içerisinden evrildiğimizi, ne yazık ki yine kardeşin kardeşi düşman bir sürece doğru evrildiğini görüyoruz ama bunun bizim ülkemizin ruhunu taşıyamayacağını her şeyden önce inanıyorum, inanmak istiyorum.

Bu durumun değişmesi, daha iyiye gitmesi için sizce ne yapılabilir?

Öncelikle adaletin tesis edilmesi gerekir. Birinci temel şey o. Şöyle söyleyeyim bütün siyasi cinayetler sonrası yaşananlar adeta birbirinin kopyası gibi oluyor. Yani mesela bir panelde aynaya bakar gibi benzer konuşmaların içinden geçebiliyor dinleyenler. Aileler ise adeta tek bir vücut gibi görünüyor. Kendisini bir başkasının gövdesinde görebilir insan çoğunlukla. Bu yüzden belki de en yakın hissettiği yer, yakınını kaybeden birinin omzu oluyor. Dario Fo'nun bir oyunu vardı; Hepimizin Hikayesi Aynı diye. Biz de burada Hepimizin Hikayesi Aynı'nın girdabından çıkamayanlarız. Sürekli olarak bir mağdurun diliyle çoğalıyoruz. Dolayısıyla adalet tesis edilmedikçe, cezasızlık olgusu, cezasızlık sarmalından kurtulamadığımız müddetçe biz aynı şekilde aynı öldürümleri görmeye devam edeceğiz ne yazık ki. Bana hissettiren, bana büyük acı veren şey bu. Çünkü süreçte ne yazık ki her ne kadar sesimiz yankılanırsa yankılansın duyması gereken kulaklar onu duymuyor, görmesi gereken gözler onu görmüyorsa ve bizimle sürekli olarak aynı kaderi paylaşan insanların sayısı çoğalıyorsa, küçük ve derin ailemiz daha da büyüyorsa ben daha fazla umutsuzluğa kapılırım.

Babanıza dair unutamadığınız bir anınız var mı?

Pavese'in bir sözü vardır; insan geçmişi değil anları anımsar diye. Ben babamla ilgili çok fazla şey anımsıyorum ama fotoğraf karesi olarak. Mesela hastayken beni “Nasıl olsa daha uzun süre yatacaksın” diye kontrollü bir biçimde örneğin Gençlik Parkı'na götürmesini hatırlıyorum ya da onunla yapmış olduğum uzun yürüyüşleri hatırlıyorum. Onunla yapmış olduğum edebiyat sohbetlerini hatırlıyorum. Onun muayenehanesine uğradığımda örneğin işte kendi ruh durumunu, kendi iç dünyasını anlatmasını hatırlıyorum. Çok fazla şey hatırlıyorum ama babamla olan ilişkim ne yazık ki 16 yaşında kesildi. Aradan 29 yıl geçmiş, bunların hepsi birer fotoğraf gibi kalıyor hele zaman geçtikçe.

Babanız yanınızda olsaydı ona ne söylemek isterdiniz?

Aradan zaman geçtikçe Sivas Katliamı'nı ağıtla değil, bilinçle, akılla anlamak gerekiyor. Çünkü o şekilde düşündüğümüzde bu katliamların önüne geçebiliriz. Babam özelinde ise elbette bir Ortaçağ karanlığının topluma sunduğu, aslında bizimde o karanlığın içinden kurtulamadığımız bir yangın hatta bir katliam. Linç vahşetinde yitirdim ben babamı. Yaşasaydı belki sayısız şiire imza atacaktı. İstediği romanı yazacaktı. Bir yandan da hekimlik mesleğini sürdürecekti. Dolayısıyla bir insan kaybını sadece ölümün katı gerçekliği içinde değerlendirmek yerine birazcık daha farklı bir şekilde düşünmek zorundayız. Çünkü toprak altına giden yalnızca beden değil. Onun biriktirdiği değerler, bilgi ve yaratıcılık. Bugünden geçmişe bakıldığında tekrar tekrar buluşan bu öldürümlerin veya 3 yıl önce yaşadığımız Kemal Kılıçdaroğlu'na yapılan linç girişiminin, o gün orada Sivas Katliamı'nda Madımak Oteli'nin önünde “Bu cehennem ateşi” diye bağıran adamla, üstelik orada neden bir kadın olduğunu anlayamadığım “Yakın yakın” diye feryat eden bir yapının izdüşümünü görünce insan, ister istemez sürekli olarak benzer noktalardan geçiyormuş duygusuna ve bununla birlikte bir paniğe kapılıyor. Babama dönüp belki de onun dizeleriyle seslenmek isterdim; “Bilirim yarın diye bir şey var” demek isterdim.

Bilirim yarın diye bir şey var

çeliğin su katılmamış yanı

ırmakların geçilecek, fırtınaların dinecek

bir yanı var ömrümüzün

belki bir gün gülecek.