Şefika Kutluer Festivali 24 Kasım'da başlıyor
Şefika Kutluer Festivali 24 Kasım'da başlıyor
Dünyanın en pahalı muzu
Dünyanın en pahalı muzu
Mehmet Ali Erbil hakkındaki iddianame
Mehmet Ali Erbil hakkındaki iddianame
Uğur Dündar'a açılan babalık davası
Uğur Dündar'a açılan babalık davası
123456789
Şefika Kutluer Festivali 24 Kasım'da başlıyor
Şefika Kutluer Festivali 24 Kasım'da başlıyor
Dünyanın en pahalı muzu
Dünyanın en pahalı muzu
Mehmet Ali Erbil hakkındaki iddianame
Mehmet Ali Erbil hakkındaki iddianame
Uğur Dündar'a açılan babalık davası
Uğur Dündar'a açılan babalık davası
123456789

“ÇABANIN ÖNÜNE DÂHİLER BİLE GEÇEMEZ”

Ninomoya Sontoku 19. yüzyılda yaşamış Japon bir bilge. Çocukken çok yoksulmuş. Yoksulluğunu aşmanın eğitimle mümkün olduğunu düşünerek, ders çalışmak için her fırsatı değerlendirir, ormanda odun toplarken bile ders çalışırmış. Bugün Japonya’da birçok okul bahçesinde Sontoku’nun sırtında odun ve elinde bir kitapla heykelleri var.

“Çaba değerlidir” anlayışının yaygın olduğu Doğu Asya kültürlerinde çocuklar, bebeklikten itibaren çabalamaya ve zorluklara tahammül etmeye odaklı bir kültürde yetişiyorlar. Hatta bu kültürlerde öğrenciler kendilerine verilen ödev ya da görevler yeterince zor değilse endişeleniyor, çünkü gerçek öğrenmenin zorlanmaktan, kafa karışıklığından doğduğunu biliyorlar. Oralarda hata yapmak kalıcı ve kaçınılmaz bir başarısızlığın simgesi değil, hâlâ öğrenilmesi gerekenler olduğunun işareti.

Gelin bu anlayışı derslerde nasıl uyguluyorlar, birlikte bakalım.


Kafayı kaşımak, kafayı çalıştırır

1990’larda University of Los Angeles California’dan Psikoloji Profesörü James Stigler, geniş kapsamlı bir uluslararası araştırma yürütüyor. ABD, Almanya ve Japonya'da rastgele seçilen yüzlerce 8. sınıf matematik öğretmeni ders esnasında videoya alınıyor. Sonra videolar birbiriyle karşılaştırılıyor. Sonuçta, Japonya'da matematik derslerinin çok farklı yürüdüğü ortaya çıkıyor. Fen derslerinde de benzer bir uygulama var.

Japonya'da öğretmen yeni bir konuyu anlatacakken öğrencilere daha önce hiç görmedikleri bir problemi getiriyor. Öğrencilerden problemi önce kendi başlarına anlamalarını istiyor. Öğrenci bir süre probleme bakıyor, kafasını kaşıyor, kıvranıyor, sonra da genellikle yanlış bir cevap veriyor.

Kafa kaşıma adımından sonraki adım, tartışma: Öğrenciler önce küçük gruplar halinde, sonra sınıf olarak ulaştıkları çözümleri karşılaştırıyorlar. Birbirleriyle tartışıyorlar, farklı çözümleri için lobi yapıyorlar! Öğretmenin yegane görevi, tartışmayı yönetmek. Öğretmen, yeni bir matematiksel anlayışın doğması yönünde öğrencileri yönlendiriyor. Doğru cevabı genellikle öğretmen değil öğrenciler öneriyor. Süreç çok kaotik, hatta bazen öğrenciler için sıkıntılı. Ama amaç da bu zaten. Hayat da böyle değil mi?

Ders sonunda kafa karışıklığı ve can sıkıntısı yerini derin bir öğrenme deneyiminin tatminine bırakıyor. Sözde “her şeyi bilen” bir yetişkinin paket halinde sunduğu, ezbere bir bilgi değil bu. Aksine, aşağıdan yukarıya bir “halk hareketi”! Dersin yapı taşları, öğrencilerin diyalogları ve düşünceleri. Araştırmalar, bu öğrencilerin uzun vadede daha çok öğrendiğini, altta yatan kavramları daha iyi anladığını, öğrendiklerini yeni problemlere daha iyi aktarabildiğini gösteriyor.

Stigler’in araştırmasına göre ABD’de izlenen yöntem ise şöyle: Öncelikle öğretmen tahtaya bir formül yazıyor. Öğrenciler formülü kopyalıyor, ezberliyor, sonra problem çözümünde bunu kullanıyor. Kafa karışıklığı ve kaos minimuma indirilmeye çalışılıyor. Bizim sınıflarda da böyle değil mi? 

Japonya'da öğrencilerin matematik dersindeki zamanının çoğu temel uygulamalar üzerine kuruluyor; matematik müfredatını öğreniyorlar, ancak zamanın yüzde 44’ünde bahsettiğim tarzda yaratıcı şeyler yapıyorlar. Yeni prosedürler üretiyor ya da bildik prosedürleri yeni materyale uyguluyorlar. Amerikan sınıflarında ise zamanın yüzde 96'sı tekrarla geçiyor, yüzde 1’i yeni yaklaşımlara harcanıyor.


Çabayla gelen gelişim, kendine inanmayı da beraberinde getirir

Daha önemli olan nokta, çabanın çocukların kendi zekâları konusundaki düşüncesine yansıması. Japon öğrenciler zekâ ve yeteneğin çabayla gelişmeye devam ettiğine inanıyor. Hata yapmayı kalıcı bir başarısızlığın ya da düşük zekânın simgesi olarak görmüyorlar. 

Bu tam olarak Carol Dweck’in popüler hale getirdiği “gelişim odaklı zihniyet”e örnek. Kısaca “zekâ ve yeteneğin çabayla gelişebileceğine inanmak” olarak tanımlayabileceğim bu kavramı, bir sonraki yazıda ayrıntılı olarak ele alacağım. Birkaç cümleye sığdırılmayacak kadar önemli bir kavram.

Bir diğer önemli nokta da burada anlatılan yöntemin bu çağın ihtiyaçlarına çok daha fazla cevap vermesi. 21. yüzyılda okul ve iş hayatında başarı, çok farklı beceriler gerektiriyor: Takım olarak çalışma, fikirlerini bir gruba sunabilme, fikirler arasında bağlantılar kurma, problem çözme. Bunun için öğrencilerin dinleyici konumundan çıkıp aktif tartışma yapması, proje bazlı öğrenme, ekipler halinde çalışma, performansa dayalı değerlendirme gibi yöntemler gerekiyor.

Japon öğrencilerin matematik dersini, baştaki 21. yüzyıl becerileri açısından düşünelim: Takım çalışması, fikirlerini bir gruba sunabilme, fikirler arasında bağlantılar kurma, problem çözme, yaratıcı düşünme. Japonya eğitimde, ekonomide, patent başvurusu sayısında, buluşlarda, teknolojide, inovasyonda başarılı bir ülke. Hiçbir şey tesadüf değil.

Öğrencilerin notlarının şişirildiği, böylelikle ortaöğretim başarı puanının yapay bir biçimde yükseltildiği, çocukların “nasılsa ne yapsam başarısız olmuyorum” düşüncesiyle çalışmayı bıraktığı, bunları yapan yetişkinlere ve sisteme saygı duymadığı, çabasız başardıkları için kendilerine saygılarının da içten içe azaldığı, çalışan öğrencinin de bileğinin hakkını alamadığı düşüncesiyle eğitime olan inancının sarsıldığı çarpık bir sistemde, anlattıklarım hayal gibi görünebilir. Değişim, hayalle başlar.

Eğitim sistemimizin yakın zamanda doğru değerler ışığında, doğru yöntemlerle değişmesi hayaliyle, bir Japon atasözü ile bitireyim:

“Doryoki ni masaru, tensai nashi.” Çabanın önüne dâhiler bile geçemez.