Şefika Kutluer Festivali 24 Kasım'da başlıyor
Şefika Kutluer Festivali 24 Kasım'da başlıyor
Dünyanın en pahalı muzu
Dünyanın en pahalı muzu
Mehmet Ali Erbil hakkındaki iddianame
Mehmet Ali Erbil hakkındaki iddianame
Uğur Dündar'a açılan babalık davası
Uğur Dündar'a açılan babalık davası
123456789
Şefika Kutluer Festivali 24 Kasım'da başlıyor
Şefika Kutluer Festivali 24 Kasım'da başlıyor
Dünyanın en pahalı muzu
Dünyanın en pahalı muzu
Mehmet Ali Erbil hakkındaki iddianame
Mehmet Ali Erbil hakkındaki iddianame
Uğur Dündar'a açılan babalık davası
Uğur Dündar'a açılan babalık davası
123456789

Hakikate Karşı Suç İşlemek

İbikos adlı Yunanlı lirik şairin bir sözü var. Bu söz, kanaatimce, her dönemde insanlara çok şeyler söyleyen bir sözdür. İbikos şöyle diyor: “İnsanların beğenisini kazanmak için tanrılara karşı suç işlemek”. Dünyevi çıkarlar söz konusu olunca tanrılar nedir ki! İnsanlığın her dönemde başta gelen kusurlarından birisi bu olsa gerek. Yeryüzünde kendi durumunu garanti altına almak, konumunu güvenceye bağlamak ve bu suretle de doğru olandan ayrılmak. Bu sözün tam karşısında, Aristoteles ile Platon arasındaki ilişkide Aristoteles’in adını belirtmeden hocası Platon için kullandığı söz aklıma geliyor: “Biz dostlarımızı severiz ama hakikati daha çok severiz”. Bu söz, hakikat konusunda taviz vermek istemeyenlerin parolası ve ilkesi olması gereken bir sözdür. Çünkü dostlar bazen aynı konuda farklı düşüncelere sahip olabilirler, farklı eylemler içerisine girebilirler. Hakikati dosttan daha çok sevmek, hak olanı her şeye tercih etmek anlamına gelir. Hak karşısında diğer bütün şeyler ikinci derecedendir.

Bu sözde, “Tanrılara karşı suç işlemek” yerine, “hakikate karşı suç işlemek” ifadesini koymanın tarihsel açıdan daha doğru olacağını düşünüyorum. Çünkü hakikat, kendisine erişildiğinde, erişene en büyük mutluluğu verendir. Hakikatin verdiği mutluluk nispetinde, ona ulaşmanın da zor ve meşakkatli, çileli olduğunu hatırda tutmak gerekir. Zira hakikat, açığa çıktıkça bizde pek çok şeyin sönmesi gerekir. Çünkü hakikatin ışığı, bütün varlığı aydınlatır ve başka ışıkların ne kadar da sönük olduğu anlaşılır. Hakikat açığa çıktıkça; dünyaya ilişkin arzuların, isteklerin, gururun, övünmenin, zenginliğin, zevkin istenilmesine dair iradenin azalması gerekir. Hakikat bizden, kendisi dışında olanlardan feragat etmemizi ister ve bekler. Bunun için de duygularımıza, içgüdülerimize, bedenimize hitap etmez. Ruhumuza, aklımıza hitap eder. Aklın, temaşa etkinliğinde bulunması suretiyle kendisiyle muhatap olacağımızı bilmemizi ister. Çoğunluk, böyle bir muhatap olma haline uzaktır ve hatta böyle bir halin varlığından da habersizdir. Bu, çok az sayıda insana nasip olur. Ama onlar, bu hali kendilerine nasip kılmasını bilebilmiş insanlardır. Hal böyle olunca, insanların çoğu, Tanrı’ya ya da hakikate doğru yürümek yerine, Tanrı ya da hakikatin kendilerinden istediklerini yerine getirmek yerine, Tanrı ya da hakikatin arzu etmediği ama insanın da hoşuna giden zevk verici durumların peşinden koşmayı tercih ederler. Bir devlet adamı, pekâlâ iktidardan aldığı zevk uğruna insanların hoşuna gidecek sözler söylemekten çekinmez. Onların övgüleri karşısında kendisini unutabilir. Onlardan övgülerin devam etmesini sağlamak için elinden geleni yapmaya devam edebilir. Tam tersi de mümkündür: İktidara karşı şirin görünmek için doğrudan ayrılanlar da vardır.

Burada şu soru akla geliyor: Doğruyu söylemek nedir ve kim doğruyu söyler? Foucault’nun, Doğruyu Söylemek adlı kitabı, bu sorulara cevap vermeye çalışır. Grekçede Parrhesia, doğruyu söylemek anlamına geliyor. Doğruyu söyleyen kişiye de Parrhesiastes deniyor. Bu kavram, retorik kavramından farklı ve boşboğazlık, patavatsızlık denilen durumu da dışlıyor. Boşboğazlık, patavatsızlık düşüncesizce ve sonucu nereye varılacağı bilinmeden konuşmak anlamına gelir. Boşboğazlık ve patavatsızlıkta gereksiz yere ve düşüncesizlik öne çıkar. “Her doğru her yerde söylenmez” sözü belki de bu boşboğazlığa karşı olmak üzere dile getirilmiştir. Boşboğazlık, diline hâkim olamamaktır ve bu kötü bir hastalıktır. Bu hastalık yüzünden boşboğazlık yapanlar pek çok felakete de katlanmak zorunda kalırlar. Burada cesaretin yerini diline hâkim olamamak almıştır. Ama doğruyu söylemek anlamında olan parrhesia ise tehlikeyi göze alarak cesaretle doğruyu söylemektir. Boşboğazlık, hakikati söylemeyi, doğruyu dile getirmeyi kendisine ödev olarak veren bir kişinin durumu değildir. Parrhesia’da hakikati söylemek, bir ödevdir. İşte insanların beğenisini kazanmak için Tanrılara karşı suç işleyenler ne boşboğazdır ne retorikçidir ne de parrhesia yolunda olanlardır. Onlarda ciddi ahlak sorunu vardır. Onlarda doğruyu söylemek bir ödev olarak düşünülmediği için dürüstlük ölçüsü ile değerlendirilmeleri mümkün değildir. Parrhesia’da ise cesaret ile birlikte dürüstlük de ön plana çıkar. Parrhesia, ancak bir diyalog durumunda ortaya çıkar. Karşılıklı konuşmanın olmadığı yerde doğruyu söylemenin etkisi de olmaz. Mesela retoriğin parrhesia’dan farkı da retoriğin daha çok uzun bir monolog oluşunda yatar.

İnsanı hakikati söylemekten alıkoyan insanların hoşuna gitmek maksadıyla çıkar elde etmek yanında aynı zamanda korku da önemli bir rol oynar. Bu durumu tasvir eden çok güzel bir sözümüz vardır: “Doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar”. Kovulmak, dışlanmak, lanetlenmek, cezalandırılmak doğruyu söylemenin cesaret kırıcı sonuçları gibidir. Foucault, doğruyu cesaretle söylemenin ortaya çıkardığı tehlikeler yanında insanın kendisiyle, başkalarıyla ve ahlakla kurduğu bir ilişki biçimine dayandığını söyler. Kendi hayatıyla ilişkisinde kendisini tehlikeye atar. Çünkü parrhesia, alttan üste doğru bir ilişki biçimini varsayar. Astın üste karşı geliştirdiği bir eleştiri biçimidir ve bu eleştiri yapabilme durumunun teminat altına alınması gerekir. Bir kralın doğruyu dile getirmesi ister kendisi ister ülkesi isterse başkaları açısından olsun, kralın hayatını tehlikeye atmaz. Ama halktan birisinin krala karşı eleştiride bulunması, kendi çevresinden herhangi birinin onu eleştirmesi eleştiren açısından büyük sorunlar doğurabilir. Bundan dolayı eleştiri konusunun yöneldiği özne eleştiri yapan özneden üst makamdadır ve üst makam altta olanı garanti altına almalıdır. Yoksa doğruyu söylemek imkânsız hale gelebilir. Bu noktada üst ile ast arasında doğruyu söylemek adına bir sözleşmeye ihtiyaç duyulur. Foucault, Euripides’in Bakkhalar adlı oyunundan örnek verir: Kral Pentheus, hizmetkarı olan sığırtmaca özgürce konuşma hakkı verir ve başına olumsuz bir şey gelmeyeceğine dair söz verdikten sonra sığırtmaç, bildiği her şeyi krala söyler. Kralın amacı doğru olanı öğrenmektir. Bu, bilgece bir davranış olarak değerlendirilebilir. Her kral elbette böyle değildir ve bu durumda parrhesia ortaya çıkmaz. Kralın burada sığırtmaçla yaptığı bir sözleşme vardır: “Eğer sen bana hakikati söylersen sen değil, adaletsizlik yapanlar cezalandırılacak”. Burada kral ve sığırtmaç açısından bir sorun yoktur. Ama bazı doğruyu söyleme sözleşme biçimleri de olur ki, özgür konuşma hakkı tanıyan için olumsuz bir durum ortaya çıkabilir. Yine Euripides’in Elektra adlı oyununda Klytemnestra kraliçedir ve kızına özgür konuşması için söz verir. Ama kızının konuşması sonucunda kendisi suçlanır ve Elektra ile Orestes tarafından öldürülür. Bu oyunda sözleşme tepetaklak edilmiştir. Baskıcı, otoriter yönetimlerde sözleşmenin tepetaklak edilme ihtimali olduğu için böyle bir sözleşmeye yanaşılmadığı çok açıktır. İnsanlar açısından en zor olan durum, özgürce konuşma hakkından mahrum olmak, buna cesaret edememek. Bu ister insanın kendisinden isterse dışındaki nedenlerden kaynaklansın, sonuç olarak insanın ahlaki bir özne olmasının engeli olarak karşımıza çıkar.

Sahip olunmaması gereken bir sırra sahip olmak ve bu sırrı belki de patavatsız bir biçimde boşboğazlık yaparak ifşa etmek, eğer ortada doğruyu söyleme konusunda sözleşme de yoksa ve bu sır bir imparatora ya da imparatorun ailesine aitse doğruyu bilmenin ve bu bilgiye sahip olunduğunun bilinmesini en ciddi örneklerinden birisi şair Ovidius’tur. Sonuç, çok iyi ilişkileri olduğu halde İmparator Augustus tarafından sürgüne yollanmak. Çiğdem Dürüşken, çevirisini yaptığı Ovidius’un Aşk Sanatı adlı eserine yazdığı yazıda bu konuyu tartışır: Şair, kendisinin bilmeden bir hata yaptığını, görmemesi gereken bir şeyi gördüğünü, bunun Augustus’ta büyük bir öfke uyandırdığını bilir ama hatasının ne olduğunu söyleyemez. Şair, kendisinin suçsuz olduğuna inanır, “görmemesi ve hiç konuşmaması gereken bir olaya tanık olmasından ve boşboğazlığından” dolayı bunların başına geldiğini, bunun bir “error (kabahat ya da patavatsızlık)” olduğunu bilir. Bu durum, “Augustus’un şahsiyetini ve ailesini zedeleyici” bir durumdur. Bu olumsuz olay da “İmparatorun torunu Iulia’nın evlilik dışı bir ilişki” içinde oluşu ve bunun Ovidius tarafından görülmesi ve bilinmesidir. Doğrunun bilinmesinin tehdit edici, küçük düşürücü sonuçlarına muhatap olanlar açısından burada Ovidius için trajik bir durum söz konusudur. Bu trajik durum, sırrı bilenin kendisiyle ilişkisi açısından hayatının tehlikeye atılmasıdır.

Ötekilerle ilişki bakımından hakikati söylemek, ötekiler karşısında eleştirel bir tavır takınabilmektir. Eleştiri, yargılamak değildir. Eleştiri olan biteni, konuşmaları, ilişki biçimlerini bir süzgece tabi tutmak ya da süzgeçten geçirmektir. Fikirlerin daha rafine hale gelmesinin olmazsa olmaz koşuludur. Öteki dediklerimizin körlükten kurtulmalarının vesilesidir. Bu bakımdan eleştiri, eleştiri yapana değil eleştirilene hizmet eder. Genelde eleştirinin bu özelliği göz ardı edildiği için eleştiriye maruz kalan kendi açısından eleştiriyi kabul etmekte zorlanır. Bunun nedeni, hemen herkesin kendi fikirlerinden, eylemlerinden sorgusuz sualsiz emin olmalarıdır. İşte parrhesia durumu, bu emin olma durumunu sarsıcıdır ve bundan dolayı hiç kimse sarsılmayı istememektedir. Doğruyu söyleyenin dokuz köyden kovulmasının nedeni de kimsenin sarsılmaya tahammül gösteremeyişidir.

Foucault, doğruyu söylemenin ahlakla ilişkisini bir özgürlük ve ödev ilişkisi olarak tanımlar. Ödev bize doğruyu söylemeyi buyurur. Özgürlük, bu buyruğu yerine getirebilecek güçte olmaktır. Eğer böyle bir güç sahibi değilsek buyruğun da bir anlamı kalmaz. Özellikle iktidarlarla ilişki bakımından bu ahlaki durumun gerçekleştirilmesinde ciddi sıkıntılar yaşanabilir. Çünkü iktidara yakın olmak, bir güce yakın olmaktır ama bu güç, ahlaki bir güç değildir. Ahlaki bir güç olarak düşünülen özgürlük ile iktidara yakın olmaktan kaynaklanan maddi güç arasında benzerlik yoktur. Belki de temel sorun, tam da bu noktada bulunanların doğruyu söylemek bakımından ahlaki bir güce sahip olmak anlamındaki özgürlüğe ihtiyaç duymalarıdır.

Doğruyu söylemenin politika ile yakın bir ilişkisi vardır. Parrhesia, Yunanlılarda "agora"da ortaya çıkar. Agora, modern toplumlarda kamusal alana karşılık gelir. Orada söz geçerlidir ve vatandaş olmanın bir niteliği olarak değerlendirilir. Foucault, monarşilerle birlikte işin değiştiğini, artık kralın sarayında danışmanların bir niteliği haline geldiğini belirtir. Danışmanların modern toplumlarda, demokrasilerde de işbaşında olmakla birlikte görevlerinin doğruyu söylemek olduğu konusunda ciddi şüpheler olduğunu da belirtmek gerekir. Çünkü belki de daha çok artık danışmanlık, karşı politikalar üretmek esasına dayalı bir araç konumuna düşmüş gibi de değerlendirilebilir. Aslında bu görev, gelişmiş toplumlarda aydınlar tarafından yerine getirilmesi gereken bir görevdir.

Doğruyu söylemenin ve hakikate uygun davranamamanın önündeki engellerden belki de en önemlisi, kişinin ya da yakın çevresinin zaaflarından ötürü yapmış olduğu hatalar ve hatta bu hataların sır olmaktan çıkmasıdır. Sürekli konuşan ama öyle bir duruma düştüğü andan itibaren sürekli susan ya da doğruyu söyleme konusunda tam tersine hareket eden örneklerin sayısı az değildir. İşte bu durum, özgürce ve cesurca konuşma hakkından insanı mahrum edebilir. Foucault, Euripides’in bir oyunundan hareketle, “En cesur ruhlu insanı köle yapacak tek şey vardır, o da anne ya da babasının yaptığı utanç verici bir şeyin sırrını haiz olmaktır” der. Burada dikkat çeken husus şudur: Parrhesia, insanın kendisine ve yakın çevresine dikkat etmesi gerektiğini emreder. Hangi topluma ait olduğunu hatırlayamadığım güzel bir söz var: “Evinizi camdan yaptıysanız başkasının evine taş atmayın”. Evini camdan yapmak demek, insanın kendisine ait olanların sağlam olmaması anlamınadır. Eğer utanılacak, cezalandırılacak, yargılanmanıza neden olacak bir duruma sahipseniz doğruyu söyleme konusunda önünüzde büyük engeller var demektir. Doğruyu söylemenin, hangi gerekçeler nedeniyle olursa olsun, gerçekleşmediği toplumlarda sorun büyüktür. Hatta bu sorun toplumun bütününde görülebileceği gibi asıl olarak böylesi toplumlarda gerçek manada aydın da çıkmaz. Bir toplumda aydınların yetişmemesi, o toplumda parrhesia, doğruyu söyleme niteliğine sahip insanların da çıkmaması anlamına gelir. Aydınlardan doğan boşluk gazeteciler, televizyon yorumcuları, stratejistler, kamuoyu araştırmacıları tarafından doldurulmaya çalışılır. Gazeteci ve televizyon yorumculuğu yapanlar arasında aydın duyarlılığına sahip olarak hareket etmeye çalışanlar olmakla birlikte çoğunluğu, bir merkeze bağlılık ile belirlenmiş gibidir. Nitekim onların görevi, dünyanın geldiği nokta itibarıyla bakıldığında, kendilerini görevlendirenleri savunmak ve karşı görüşleri çürütmeye dayalı bir sofizmdir. Gösterilmesi ve söylenmesi gerekeni söylemek ve göstermek ve buna izin ve imkan vermek, gösterilmemesi ve söylenmemesi gerekeni de göstermemek ve söylememek ve bu konuda engel oluşturmak temel görevleri gibi durmaktadır. Günümüzde belki de parrhesia konusunda sınavdan geçenlerin gazeteciler, televizyoncular ve kamuoyu araştırmacıları olduğu rahatlıkla söylenebilir.