Bu yazıda, 46 yıl süren kısa ömrü boyunca “Hayvan Çiftliği” ve “Bin Dokuz Yüz Seksen Dört” gibi dünya edebiyatına önemli eserler kazandırmış Amerikalı yazar George Orwell’in mektuplarından oluşan bir kitaptan bahsedeceğiz.
George Orwell’ın kendine has edebi üslubu olan bir yazar olmasının dışında yorulmak bilmeyen ve hayat dolu bir muhabir olduğunu belirtmekte fayda var.
Orwell, aile üyeleri, arkadaşları, gazeteler ile Henry Miller, Cyril Connolly, Stephen Spender ve Arthur Koestler gibi önemli yazarlar ve yabancılarla aktif iletişim kuran biridir.
Editörlüğünü Peter Davison’un yaptığı Orwell’in özenle seçilmiş mektuplarından oluşan derleme kitap “George Orwell: A Life in Letters” (2013) Orwell'in okul günlerinden son hastalığına kadar olan yaşamını etkileyici bir şekilde anlatıyor.
Mektuplarını okudukça politik ve edebi görüşlerinin dışında aile yaşamına ilişkin, örneğin oğlu Richard'ın çıkmaya başlayan dişleri, karısı Eileen'in ölümü ve kendi hastalığı hakkında da fikir ediniyoruz.
Politik yazıları, özellikle İspanya İç Savaşı ve II. Dünya Savaşı ile ilgili yazdıkları anlatım gücü açısından oldukça etkileyici.
Arkadaşlarına ve yayıncısına yazdığı mektuplardan İngiliz dili ve edebiyatı açısından fikirleri, kendi çalışmaları ve çağdaşları hakkındaki görüşleri dikkate değer, diyebiliriz.
Kitap hayatı boyunca peşini bırakmayan bir aşka yeni ışık tutan mektuplar da dahil olmak üzere daha önce yayınlanmamış materyalleri içeriyor ve aynı zamanda kitaplarındaki ana karakterlere ilişkin ipuçları da veriyor.
Kitabın İngilizcesi mevcut. Okuma tavsiyesidir.
*
Mektuplar arasında 18 Mayıs 1944'te eleştirmen Noel Willmett'e cevap niteliğinde gönderilen mektubu, “Bin Dokuz Yüz Seksen Dört” kitabını önceleyen fikirleri içermesi ve Orwell’in kişisel görüşlerini yansıtması açısından çok önemlidir:
Sayın Bay Willmett,
Mektubunuz için çok teşekkürler. Totalitarizm, lidere tapınma vs.'nin gerçekten yükselişte olup olmadığını soruyorsunuz ve ülkemizde (İngiltere) ve ABD'de görünüşte büyümediklerini örnek veriyorsunuz.
Söylemeliyim ki, dünyayı bir bütün olarak ele almanın bu şeylerin arttığına inandığımı veya korktuğumu söylemeliyim. Hiç şüphesiz Hitler yakında ortadan kalkacak, ama bu sadece (a) Stalin'i, (b) Anglo-Amerikan milyonerlerini ve (c) de Gaulle tipi her türden küçük führeri güçlendirmek pahasına. Her yerdeki tüm ulusal hareketler, hatta Alman egemenliğine direnişten kaynaklananlar bile, demokratik olmayan biçimler alıyorlar, kendilerini bazı insanüstü führerlerin etrafında topluyorlar (Hitler, Stalin, Salazar, Franco, Gandhi, De Valera hepsi çeşitli örneklerdir) ve amacın araçları haklı çıkardığı teorisini benimsemek. Her yerde dünya hareketi, ekonomik anlamda "işletilebilir", ancak demokratik olarak örgütlenmemiş ve bir kast sistemi kurma eğiliminde olan merkezi ekonomiler yönünde görünüyor. Bununla birlikte, duygusal milliyetçiliğin dehşeti ve nesnel gerçeğin varlığına inanmama eğilimi, çünkü tüm gerçekler yanılmaz bir führer'in sözlerine ve kehanetlerine uymak zorundadır. Zaten tarih bir anlamda yok olmuştur, yani. Kendi zamanımızın evrensel olarak kabul edilebilecek bir tarihi diye bir şey yoktur ve askeri gereklilik insanları hedefe ulaştırmayı bırakır bırakmaz kesin bilimler tehlikeye girer. Hitler savaşı Yahudilerin başlattığını söyleyebilir ve eğer hayatta kalırsa bu resmi tarih olur. İki kere ikinin beş olduğunu söyleyemez, çünkü örneğin balistik için dört yapmak zorundalar. Ama korktuğum türden bir dünya gelirse, birbirini yenemeyen iki ya da üç büyük süper devletten oluşan bir dünya, führer isterse iki ve iki beş olabilir. Görebildiğim kadarıyla, aslında hareket ettiğimiz yön bu, ancak süreç elbette tersine çevrilebilir.
İngiltere ve ABD'nin karşılaştırmalı bağışıklığına gelince. Pasifistler vs. ne derse desin, henüz totaliter olmadık ve bu çok umut verici bir belirti. “Aslan ve Tek Boynuzlu At” kitabımda açıkladığım gibi, İngiliz halkına ve (İngilizlerin) bunu yaparken özgürlüğü yok etmeden ekonomilerini merkezileştirme kapasitelerine çok derinden inanıyorum. Ancak İngiltere ve ABD'nin gerçekten yargılanmadığını, yenilgiyi veya şiddetli ızdırabı tanımadıklarını ve iyi olanları dengelemek için bazı kötü semptomların olduğunu unutmamak gerekir. Başlangıç olarak, demokrasinin çürümesine karşı genel bir kayıtsızlık var. Örneğin, İngiltere'de 26 yaşın altındaki hiç kimsenin oy kullanmadığını ve o yaştaki büyük insan kitlesinin görebildiği kadarıyla buna aldırış etmediğini biliyor musunuz? İkincisi, entelektüellerin sıradan insanlardan daha totaliter bir bakış açısı olduğu gerçeği var. Genel olarak İngiliz entelijansiyası Hitler'e karşı çıktı, ama sadece Stalin'i kabul etmek pahasına. Çoğu, diktatörlük yöntemlerine, gizli polise, tarihin sistematik tahrifine vs. 'bizim' tarafımızda olduğunu düşündükleri sürece tamamen hazırdır. Gerçekten de İngiltere'de bir Faşist hareketimizin olmadığı ifadesi, büyük ölçüde gençlerin şu anda führerlerini başka yerlerde aradıkları anlamına geliyor. Bunun değişmeyeceğinden emin olunamaz, sıradan insanların da on yıl sonrasını aydınların şimdiki gibi düşünmeyeceğinden emin olunamaz. Umarım yapmazlar, hatta güvenmeyeceklerine de inanıyorum, ama eğer öyleyse, bir mücadele pahasına olacak. Her şeyin en iyisi olduğunu iddia eden ve uğursuz belirtilere işaret etmeyen biri, yalnızca totalitarizmi yakınlaştırmaya yardım ediyor demektir.
Bir de dünya eğiliminin Faşizme yöneldiğini düşünüyorsam savaşı neden destekliyorum diye soruyorsunuz. Bu bir kötülük seçimidir- neredeyse her savaşın böyle olduğunu düşünüyorum. İngiliz emperyalizmini sevmemek için yeterince tanıyorum, ama onu Nazizm'e veya daha az kötü olarak Japon emperyalizmine karşı desteklerim. Benzer şekilde, SSCB'yi Almanya'ya karşı desteklerdim, çünkü SSCB'nin geçmişinden tamamen kaçamayacağını ve Devrim'in orijinal fikirlerini, onu Nazi Almanya'sından daha umut verici bir fenomen haline getirmeye yetecek kadar muhafaza ettiğini düşünüyorum. Bence savaş başladığından beri, 1936'da ya da civarlarında, davamızın daha iyi olduğunu düşünüyorum, ancak sürekli eleştiriyle daha iyi hale getirmeye devam etmeliyiz.
Saygılarımla,
George Orwell
Not: Çeviri hataları bana aittir.
*
“Bin Dokuz Yüz Seksen Dört” kitabını hatırlayalım. İnsanların tek tip giyindiği ve “Büyük Birader” tarafından gözetlendikleri, aşkın yasak olduğu, kitapların ve düşüncenin tehlikeli görülüp yok edildiği, Nefret Haftası’nın coşkuyla kutlandığı, iki kere ikinin Parti isterse dört isterse beş ettiği, düşman fikri üstünden toplumun korkuyla yönetildiği bir distopik ülke.
Duyguların, fikirlerin ve en çok da hakikatin yapı bozumuna uğradığı bir düzen:
“Savaş Barıştır!”
“Özgürlük Köleliktir!”
“Cahillik Güçtür!”
George Orwell’in eseri, Batı aklını dumura uğratan ve iki büyük savaş yoluyla insanı insan yapan tüm değerleri tarumar eden durumun edebi yansımasıdır.
Daha önceden de birkaç defa yazdığım gibi iki büyük dünya savaşına şahit olmuş kuşağın yaşam itilimi ve mücadele duygusu çok yüksek. Orwell da iki savaşa birden tanıklık etmiş ve bu savaşların etkisinden kurtulamamış kişilerden biridir.
Totaliter rejimlerin, tek adam zihniyetinin ne şekilde başlayıp nasıl sonuçlara neden olduğunun canlı tanığıdır.
1944 tarihli mektubu, “Bin Dokuz Yüz Seksen Dört” yazılmadan önce kitabı müjdeliyor.
*
George Orwell’in yaşam öyküsüne gelince…
Asıl adı Eric Arthur Blair olan George Orwell (1903-1950), hiciv ve kara mizahı ustaca kullandığı, toplumsal adalet, özgürlük ve eşitlik temalarını işleyen kitaplarıyla dünya yazınına yön veren İngiliz gazeteci ve yazar.
Edebi kariyerinin yanı sıra Eaton Koleji’nde mezun olduktan sonra Burma'ya giderek Hindistan İmparatorluk Polisi'nde görev yaptı (1922-27) ve bu deneyim onu edebi ve siyasi bir isyancıya dönüştürdü.
İlk romanı "Paris ve Londra'da Beş Parasız"dır (1933). Ardından “Burma Günleri” (1934), "Papazın Kızı" (1935), “Aspidistra” (1936) ve “Wigan Yolu” (1937) gelir.
Avrupa'ya döndüğünde, kendi kendine dayattığı yoksulluk içinde yaşadı. İspanya İç Savaşı hakkında haber yapmak üzere İspanya'ya gitti ve Cumhuriyetçi milislere katılmak üzere orada kaldı. İspanya İç Savaşı sırasında Cumhuriyetçi tarafta bir gönüllü olarak yaşadıklarını 1938 tarihli “Katalonya'ya Selam” kitabında anlattı.
Orwell en çok “Bin Dokuz Yüz Seksen Dört” (1949'da yayınlandı) adlı distopik romanı ve “Hayvan Çiftliği” (1945) adlı hiciv romanı ile tanındı. Bu iki kitap birlikte yirminci yüzyıldaki diğer yazarların kitaplarından daha fazla sattı.
Kitapları çok satmasına rağmen refah içinde bir yaşam süremedi. Yakalandığı verem hastalığı yüzünden 21 Ocak 1950’de hayata veda etti.
Joeby Ragpa
This template is so awesome. I didn’t expect so many features inside. E-commerce pages are very useful, you can launch your online store in few seconds. I will rate 5 stars.
ReplyAlexander Samokhin
This template is so awesome. I didn’t expect so many features inside. E-commerce pages are very useful, you can launch your online store in few seconds. I will rate 5 stars.
ReplyChris Root
This template is so awesome. I didn’t expect so many features inside. E-commerce pages are very useful, you can launch your online store in few seconds. I will rate 5 stars.
Reply