Şefika Kutluer Festivali 24 Kasım'da başlıyor
Şefika Kutluer Festivali 24 Kasım'da başlıyor
Dünyanın en pahalı muzu
Dünyanın en pahalı muzu
Mehmet Ali Erbil hakkındaki iddianame
Mehmet Ali Erbil hakkındaki iddianame
Uğur Dündar'a açılan babalık davası
Uğur Dündar'a açılan babalık davası
123456789
Şefika Kutluer Festivali 24 Kasım'da başlıyor
Şefika Kutluer Festivali 24 Kasım'da başlıyor
Dünyanın en pahalı muzu
Dünyanın en pahalı muzu
Mehmet Ali Erbil hakkındaki iddianame
Mehmet Ali Erbil hakkındaki iddianame
Uğur Dündar'a açılan babalık davası
Uğur Dündar'a açılan babalık davası
123456789

HAFIZA ÇIKMAZINDA SİYASET

İlhan Deliktaş

İnsanlar içinde bulundukları çağı çoğunlukla her şey yaşanıp bittikten sonra anlıyorlar. Bazıları önceden her şeyi görüyor ancak kimseyi uyaramıyor. Günümüzün sanatçısı, Truva Savaşı’nda olacakları önceden gören ancak gördüğü kehaneti kimseye anlatamamakla lanetlenmiş olan Kassandra’nın kaderini paylaşıyor. Olası tehlikelerin, insanlığı tehdit eden yıkıcı güçlerin, yaşamın karşısında kümelenen ordunun büyük yırtıcı bir hayvanın dişleri gibi etimize geçeceğinin bilgisini veren bilim ve sanat insanlarının varlığını yadsıyamayız ancak çoğunlukla toplumunda üne sahip kişiler kanaat önderi oluyor.

Bazen bu kişiler yanılıyorlar. 2003 yılı Nobel Barış Ödülü sahibi Şirin Ebadi (İranlı hukukçu, ilklere imza atmış bir aktivist) bu yanılgı hakkında, “Sizin dünyanızı mahvettiğimiz için bizleri affedin. Amacımız bu değildi. Bizler ve sizler için daha iyi bir dünya istiyorduk ancak yanlış yaptık. Sorun, yeni lideri tanımamaktan kaynaklanıyordu. Milyonlarca İranlı onun (Humeyni) bir kitabını dahi okumadan, özgürlükler hakkında ne düşündüğünü bilmeden “Kahrolsun…”, “Yaşasın…” sloganlarıyla peşine düştük. Humeyni’yi tanımaya fırsatımız olmadı. Kendisinin belirttiği üzere onun siyasete karışmayacağını düşünüyorduk” demişti.

Siyasetin etkin figürleri sanat ve bilim dünyasının rock starları arasından çıkınca onların kendi alanlarındaki yetkinlikleri siyaset konusundaki fikirleri için bir kalkan işlevi gördü. Buna sosyal medya hesaplarındaki takipçi sayıları da eklenince kendilerinden beklenenin bu toy, zayıf, yönünü kaybetmiş kitlenin rehberliği olduğuna inandılar. Bilineni tekrarladıkça takdir gördüler çünkü onları izleyen kitle insan zihninin sınırlarında gezinen bu kişilerin politika hakkındaki görüşlerinin kendileriyle neredeyse aynı olduğunu tespit etmekten büyük bir haz duydu. Kitle onları sahiplendi. Romalı şair Horatius’un “Quid rides, de te fabula narratur” (Ne gülüyorsun, anlatılan senin hikayendir) sözünü hak ettiler.

Dünyayı kendileri kadar anlamayan bir başka sınıfın varlığını düşünmek onları tembelliğe ittiği kadar bu kitleyi kamusal mizah malzemesi olarak görmekle de Bergsoncu bir bakışla kendi varlıklarını o kitlenin varlığından ayırdılar. Bergson’a göre yere düşen palyaçoya orada o sakarlığı yapan kişi ben değilim demek için güleriz. Kahkaha kalbin bir anlık susuşudur.

Çağımızın önemli iletişim bilimcilerinden Marshall Mcluhan, Gutenberg Galaksisi adındaki kitabıyla tüm dünyada tanındı. Kendisi kitap okumanın insanları birey kıldığından söz eder. Önceleri okuma yazma rahipler sınıfına has bir ayrıcalıktı. Diğer insanlarsa sadece bir “cemaat” olabilir ve inandıkları dinin mabedinde vitraylardan süzülen ışığın ve bazı duvar resimlerinin altında kubbeden çınlayarak kendilerine ulaşan cümleleri dinleyerek kalplerini titreten bir mesaja ulaşabilirlerdi. Matbaanın icadıyla bu kitle kitaplara (en başta din kitapları) ulaşmaya başladı. Bir odaya kapanıp her şey hakkında okuyabilir, cümlelere inanmıyorsak suratımızı buruşturmaktan korkmadan kaynağı sorgulayabilirdik. Matbaa insanları birey yapmıştı. Bugün televizyon ve sosyal medya araçları aşağı yukarı aynı saatlerde aynı yahut benzer verilere ulaşan büyük bir insan kitlesi olmamıza neden oluyor. Önceden bireyleşmiştik şimdi yeniden kabile oluyoruz. Bu kabile ne yapması gerektiğini bilmiyor. Bu kabileye ne yapması gerektiğini üsttenci bir dille söyleyen sanatçılar ve bilim insanları da onları yanlış yönlendirebiliyor.

Bu kabile, günümüz dinlerinin mabedi olan AVM'lerde geziyor, satın alıyor, tüketici olmak dışında bir fonksiyonun kendilerine atanmasını bekliyor. “Seçilmiş bir insan” olmanın yolunu ünlü bir kanaat önderiyle temas etmek, kısa bir süre de olsa onanmak yoluyla bir bakıma “kutsanmak” olarak görüyor.

Eski Yunan dilinden literatüre geçmiş bir kelimemiz var. Dromomani, Dromos koşmak demek, mani eki onu bir hastalığa çeviriyor. Bu kelimeyi 1789’dan önce asker kaçakları için kullanıyorlardı. Dromomanlar yerleri tespit edilemesin diye oradan oraya savrulan sürekli panik içindeki kimseleri anlatmanın yolu. Ayrıca psikiyatride de böyle bir hastalık var. Dromomani yaşayan kişiler otomatik bir hareketlilik içindeler ve durmaksızın seyahat ediyorlar, bir yerde sabit kalmak, tanımlanmak onlar için mümkün değil. Zihinleri uç düşüncelerle dolu ve zararlı olabilirler. Saldırgan kitleleri dromomanlar olarak tanımlamak mümkün, köleleştirilmiş insanlarda sık rastlanan bir hastalık. Dromomanları bu illetten kurtarmanın yolu, onları doğru hekimlere emanet etmek.

İnsan rasyonel bir varlık değil. Öyle olsaydı bilimde ve sanatta yapılan onca atılımdan sonra II. Dünya Savaşı adı verilen garabet yaşanmazdı. Üstelik bu savaşlarda da bilimin en parlak zekâları satranç tahtasının üzerindeydi. Atom bombası denilince akla gelen isim Oppenheimer, 1954 yılında hükümet komitesine verdiği ifadede “Teknik olarak cazip bir şey gördüğünüzde, onu yapmaya koyulursunuz ve neyi yaptığınız hakkında ise ancak teknik başarıyı elde ettikten sonra tartışırsınız. İşte atom bombası hakkında olan biten de böyleydi” demişti. Oysa bilim insanlarının her adımı sebep sonuç ilişkileri içinde tasarlayarak, sonuçlar hakkında da hipotezler üreterek attığını düşünürsünüz.

Oppenheimer, BBC’de modern toplumda bilimin yerini açıklamayı hedefleyen Reith Dersleri adında bir programa katılmıştı. Daha sonra bu program 1953 yılında Bilim ve Ortak Anlayış adıyla kitaplaştırıldı. Oppenheimer’a göre teknolojiyi düşman olarak görmek sadece insanlığın kendisini daha çaresiz hissetmesine yol açacaktı. Programda nükleer bomba ve onun devamı olan termonükleer bomba konusundaki endişeleri dindirecek hiçbir pratik çözüm sunmadığını da ekleyebiliriz.

İcatlar, bilim, insanı “animal laborans” (çalışan hayvan) olmaktan çıkarıp “homo faber” (araç yapan insan) konumuyla toplumsallaştırıyordu. İnsanlar yalnızca mühendislikle değil siyasetle de zanaat yapıyordu. Siyasetin aracı kelimelerdi ve bu kelimeleri nasıl dizdikleri, onları nasıl şehvetle, kuvvetli bir nefesle ağızlarından çıkardıklarına bakarak etki güçleri hakkında konuşabiliriz. Bugün televizyonlarda BBC’nin Reith ekolündeki yüksek standartları göremiyor oluşumuzun nedenini, “Halka ihtiyacı olduğunu düşündüğümüz şeyi vereceğiz, istediklerini değil” davranışını belirleyen çağımız ünlülerinin vizyonunda arayabiliriz. Medya araçlarıyla yapılan yayınların vulgar ve kırıcı bir tondan uzak, ahlaki üstünlüğünü dayatmadan kitleyi yönlendiren, eğitici bir modeli olmamasının sorumlusu olarak da bu kitleyi görmek mümkün.

Sanatçıların aklıselim insanlar olduğu fikrine nasıl kavuşuldu? Hitler ve Wittgenstein ilkokul arkadaşıydı, Ludwig'in Paul adında bir kardeşi vardı ve I. Dünya Savaşı’nda sağ eli kopunca, Ravel onun için sol el konçertosu yazmıştı. Bilim ve sanat insanlarının politikayla ilgili görüşleri felsefi bir zemine sahiplerse ciddiye alınabilir aksi halde sözlerinin işe yaramayacağını anlamak için deha olmak gerekmiyor. Her ülkenin kendi Şirin Ebadileri var.

Basitçe size “dünya budur” diyen herkese kuşkuyla yaklaşmak ve perdeyi aralayıp ne gördüğünüze bakmak bu sorunu çözecektir. Retorik tarafından ikna edilirseniz dromomani hastalığına yakalanırsınız. Retorik sizi işgal eder. İşgal ve meşgul kelimelerinin benzerliği dikkatinizi çekmiştir. Kendimizi neyle meşgul ediyorsak onun tarafından işgal ediliriz. Bugün, ülkemizde siyasetin küçük zihinleri mitolojideki Theseus’un gemisini yeniden monte ediyor. Anlatıya göre gemi o kadar eskimiştir ki her seferinde bir başka parçasını, dümenini, yelkenini, döşemelerini, çivilerini yenilerler. En nihayetinde o yeni malzemeler geldikçe yuvasından çıkan eski malzemeler bir kenara yığılır. Bu yığınla ne yapacağız diye düşünür ve “birleştirelim” derler. Bir gemiyi baştan aşağı yapabilecek kadar malzeme vardır. Birleştirirler ve her parçası yavaşça değiştirilen eski gemi yeniden bütün olur.

Theseus paradoksu harika bir soru doğurur. “Hangisi Theseus’un yeni gemisi?”

Nasıl sorusu önemlidir ama “niçin” sorusunu da ihmal etmemeli. Bilimsel akılla yapılmayan her mühendislik atom bombası gibi yıkıcıdır. Kelimelerle yapılan mühendisliğin yanında atom bombası hafif kalır.