Şefika Kutluer Festivali 24 Kasım'da başlıyor
Şefika Kutluer Festivali 24 Kasım'da başlıyor
Dünyanın en pahalı muzu
Dünyanın en pahalı muzu
Mehmet Ali Erbil hakkındaki iddianame
Mehmet Ali Erbil hakkındaki iddianame
Uğur Dündar'a açılan babalık davası
Uğur Dündar'a açılan babalık davası
123456789
Şefika Kutluer Festivali 24 Kasım'da başlıyor
Şefika Kutluer Festivali 24 Kasım'da başlıyor
Dünyanın en pahalı muzu
Dünyanın en pahalı muzu
Mehmet Ali Erbil hakkındaki iddianame
Mehmet Ali Erbil hakkındaki iddianame
Uğur Dündar'a açılan babalık davası
Uğur Dündar'a açılan babalık davası
123456789

“Tanrı ya da din insandan ne ister?”

AZE Haber Ajansı

ANKARA- Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölüm Başkanı Prof. Dr. Ali Osman Gündoğan, her hafta çarşamba günü GAZETE DURUM okurları için yılların birikimi ve deneyimiyle çok özel yazılar kaleme alacak.

Gündoğan, bu haftaki “Anlam Arayan İnsan” başlıklı yazısında, din ya da Tanrı'nın insandan istediği ile insanın (özellikle modern insanın) istedikleri veya arzuladıkları arasındaki amansız çelişkiye ya da farka dikkat çekti. Peki, din insandan ne ister? Gündoğan, bu soruyu şöyle yanıtlıyor:

“Dinin insandan istediği bellidir. Bu belirli oluşa rağmen insan farklı tarzda da davranabilir. Birincisi ve dinin de insandan istediği şey, dünya ile istenilenler arasında doğan boşluğun iman tarafından doldurulması, aklın ve duyumun önemli ölçüde dışta bırakılması, diğeri de o boşluktan hareketle itiraz geliştirilmesidir.”

İşte, Prof. Gündoğan'ın anlam arayan insana ilişkin ufuk açıcı yazısı:

Bilim, felsefe, sanat ve hatta din insanın varlık karşısında tavır alışının bir sonucudur. Varlık karşısında sadece bir tek tavır alış yoktur, farklı tavır alış biçimleri vardır. Bilim, felsefe, sanat, din gibi alanların ortaya çıkışı da farklı tavır alış biçimlerinden dolayıdır. Bütün bu tavır alış biçimleri insanın varlık yapısıyla ilgili olarak varlığımızın farklı yapılarının dışımızdaki dünya ile ilişkiye girmesi biçiminde anlaşılabilir. Çünkü insan iyiyi, güzeli, gerçeği, doğruyu aramaya başladığında onun hem teorik hem pratik hem de duygusal yönleri devreye girer. Bir yönüyle iyiyi arayan insan kendisini etik alanda, güzeli arayan sanat alanında, doğruyu arayan bilim alanında ve bütün bu alanlar arasındaki irtibatı arayıp hepsini birlikli ve bütünlüklü bir biçimde birleştirmek isteyen felsefe alanında bulur. Felsefe, bütünlüğü kurmak suretiyle tek tek alanların anlamlarının üstünde bir anlam yakalamaya çalışır. Çünkü anlam, parçada değil bütünde kendini gösterir. Din, bu tavır alışlardan farklı olarak insanı, kendisinin dışındaki bir otorite vasıtasıyla belli bir tarzda tavır almaya davet eder. Dinin diğer alanlarla farkı da bu noktada ortaya çıkar: Din, nasıl tavır alınması gerektiğini kişiye bırakmaz ama diğer alanlardaki tavır alış farklılığı nedeniyledir ki, farklı bilgi, eylem ve duygu ifadeleri gerçekleşir. Bu noktada şu söylenebilir: Din doğrunun, güzelin, iyinin, gerçek olanın ne olduğunu biliyorum, der. Hazır olarak sunulan bilgiye uygun tavır alınmasını gerektirir. Felsefe ve bilim, bütün bunları bilmek istiyorum, der. Sanat, yaratmak istiyorum, der. Peki din ya da Tanrı insandan ne ister?

Öncelikle, yasak yemiş hatırası nedeniyle Tanrı’nın insanların her şeyi bilmesini istemediğini ifade etmek gerekir. Çünkü cennette her şey helal olduğu halde o ağaca yaklaşılmaması istenmiştir. O ağaç, bilgi ağacıdır ve o ağaçtan yemek, iyi ve kötünün bilgisine sahip olmak anlamına gelir. Nitekim meyveden yedikten sonra Âdem ve Havva, görmediklerini görür olmuşlardır. Böyle bir ağacın yaratılmış olması ile birlikte bu ağaca dokunmanın yasaklanması, Tanrı’nın insanın önüne sundukları ile insandan istedikleri arasında bir orantısızlığa işaret ediyor gibi görünmektedir. Tanrı’ya karşı isyan ya da muhalefet etmekle oluşan günahın nedeni de buradadır. 

Dinin insandan istediği bellidir. Bu belirli oluşa rağmen insan farklı tarzda da davranabilir. Birincisi ve dinin de insandan istediği şey, dünya ile istenilenler arasında doğan boşluğun iman tarafından doldurulması, aklın ve duyumun önemli ölçüde dışta bırakılması, diğeri de o boşluktan hareketle itiraz geliştirilmesidir. O boşluğun iman tarafından doldurulması, boşluğun akıl almaz, absürt oluşundandır. O boşluğun neden oluşturulmuş olmasına dair bir isyanı en açık biçimde Ömer Hayyam’ın Rubailerinde görürüz. Hayyam’ın sözleri aslında tam da şuna işaret eder: Hayyam için yarattıklarınla Hayyam’dan istediklerin arasındaki çelişki Hayyam’ın trajik yanını, isyanını ortaya çıkarıyor: Büyükse de isyanım, kötülüklerim, / Yüce Tanrı’dan umut kesmiş değilim; / Bugün sarhoş ve harap ölsem de yarın / Rahmete kavuşur elbet kemiklerim. Aslında Hayyam’ın yine de Tanrı ile olan derdi, Tanrı’yı reddeden bir dert değildir. Tanrı’dan yana umutludur, rahmetinden umut kesmez. Belki de Hayyam’ın derdi, Tanrı’nın özü hakkındaki fikrinin akıl ötesi olarak ortaya konmasıdır ve akıl ötesi, sırların yeridir. Tanrı, sırlarına, hikmetine akıl-sır ermeyen varlık olarak ortaya konur. Nitekim; Günahtan sarhoşum, ama dilekten ayık; / Umudumu rahmetine bağlamışım ben. Tanrı, Ey özünün sırlarına akıl ermeyendir.

Burada birkaç hususun altının çizilmesi gerekmektedir. Öncelikle “iyi ve kötünün bilgisine sahip olmak”, bilgi ağacına dokunmak, onun meyvesini yemek suretiyle gerçekleşecek olan durum, insanın Tanrı olması gibi bir duruma işaret eder. Tanrı, o ağacı yaratmak suretiyle insanı sürekli o ağacın niteliklerine sahip olma merakı içinde bırakır ama aynı zamanda bu merakın tatmin edilmesini istemez. Öyleyse insan için bilebilecekleri ile bilmek istedikleri arasına bir sınır çizilmiştir. Zira her şeyin bilgisine ancak Tanrı sahip olabilir. En iyi olanı Tanrı bilir. Tanrı olmayı istemek insanın bir çabası olsa da insan, imkânsız olanı istemekle beyhude bir çabanın içine girer. Bu, haddin bilinmeyişidir. Bunun için sonunda Âdem, nefsine zulmettiğini anlar. İstenmez olanı istemek, nefsin işidir.

Bütün dinlerde bilmek, akletmek, düşünmek gibi hususların övüldüğünü, tavsiye edildiğini biliyoruz. Burada felsefe ve bilim ve hatta sanattan farklı olarak bu hususların gerçekleşmesinin Tanrı bilgisine varışı ile anlamlı olduğudur. 

Özellikle Hayyam örneğinden hareketle şu da söylenebilir: Hayyam, 12. Yüzyılın başlarında ölmüştür. Onun dörtlüklerinde dile gelen ifadelerin dönemi için söylenebilir şeyler olduğu dikkate alınırsa sanat içerisinde söylenebilir olan şeylere duyulan bir hoşgörünün varlığı ortaya çıkar. Günümüzde İslam Dünyasında aynı inanç sistemine dahil olanlar arasında bile küçük farklılıkların neden olduğu kavgalar, kafir ilan etmeler, öldürmeler dikkate alındığında bu hoşgörüden uzaklaşan bir dünyada yaşadığımız gerçeği ile karşılaşırız. Çünkü farklı olana saygı, özgürlüğün önünü açar. Özgürlüğün olmadığı bir durumda ise hiçbir alanda gelişme sağlanamaz, ahlak kişisi ortaya çıkamaz.

Tavır alan insan duyum, hayal gücü ve akıl olmak üzere üç aşamada bunu gerçekleştirebilir. Aslında duyum aşaması, diğer iki aşama için gereklidir. O, temeli sağlar ve hem aklın hem de hayal gücünün sağlam bir temelden hareket etmesi için zemin oluşturur. Bu, insanın dünyada yaşayan, çevre ile ilişkileri olan canlı bir varlık olmasının da gereğidir.

Hayal gücü akla ihtiyaç duymayabilir. Çünkü hayal gücü kavramları değil, simgeleri, sembolleri kullanır. Hayal gücü aşaması, metaforlara bol bol müracaat eder, onları duyumun sınırlarının ötesine, dünyanın ötesine taşır ve duyumla ilişkisi kesilmiş yeni varlıklar, varlıklar arası ilişkiler üretir. Bunlar mitoslardır ve aralarındaki ilişki mitik bir ilişki biçimine bağlanınca da sırlar devreye girer. Ürettiği varlıklar ve varlıklar arası ilişkilere dayanarak da dünyayı kendi tarzınca biçimlendirmeye, düzene sokmaya çabalar. Burada bilgiden ziyade imgeler rol oynar ve sembol, simge üreten zihin ya da zekâ, dünyadaki olup bitenlere karşı, kendisini korumak isteyen insanın adeta bir refleksi olarak iş gören tavrıyla yeni varlıkları insani dünyaya davet eder. Bunu, zihnin masal uydurma fonksiyonunun bir ürünü olarak da anlamak mümkündür. Destanlar, efsaneler, ilkel dinler böyle izah edilebilir. Bir bakıma duyumun kazandırdıkları ile karşılaşılan olaylar arasında doğan boşluk hayal gücünün yaratımları ile doldurulur ve dünyanın tehdidine karşılık insan tedbir alır. Bu, insanın kendini rahatlatma, güvene alma çabası olarak anlaşılabileceği gibi kendi içerisinde aslında dünyayı bir şekilde düzene sokma çabasıdır da. Çünkü insan zihni hiçbir açıdan kaosu sevmez. Kaos dağınıklığın, saçmalığın, belirlenmemişliğin yeridir. Ancak kaos, sevilmese de kendisinden her türlü şeyin çıkabileceği yerdir de. Hatta oradan saçmalık, akıl dışılık çıkarmak da mümkündür. Çünkü akıllı tek varlık insan olmakla birlikte akıl dışılığa, aklı aşmaya meyleden de yine insandır.

İnsanı akıl dışılığa sevk eden hayal gücü ve onun hitap ettiği duygulardır. İnsanı kendi dünyasının içinde tutmaya çalışan ve olaylar arasında nedensel ilişkiler, mantıksal bağlantılar kurmaya çalışan akıl, insanın kendi dünyasını aşan duyguların ve hayal gücünün var ettiklerine sınır çizmeye çalışır, onları bir rasyonalite temelinde değerlendirmenin yollarını arar. Akıl, hayal gücünün ürettiği simge ve sembollerin yerine kavramları kullanır. İki alanın dili arasında ciddi farklar vardır. Özellikle felsefe, hayal gücünün ürünü olan alana ilişkin olanları kavramsal düzeyde ifade etmenin ve onları felsefileştirmenin de yollarını arar. Mitosların, efsanelerin, dinlerin felsefe ile olan ilişkisi onları insan için daha anlaşılır ve rafine fikirler haline getirici bir etki yaratır. Felsefe, insan ürünü olan ama insanüstü bir mahiyet kazanan hayal gücünün eserlerini insanileştirir. Bunun için belki de felsefeye en çok ihtiyaç duyan tam da bu alandır. Çünkü mitos’tan logos’a geçiş, dünyayı aklın bir kosmos biçimine dönüştürmesi sayesindedir. Öyleyse hayal gücünün ürettikleri kendilerini akla haram kılmamalı ve yasaklamamalıdır.