Türkiye’nin gizli hazinesi
Türkiye’nin gizli hazinesi
Uçakta kabin memuruna saldırdı
Uçakta kabin memuruna saldırdı
Barış Boyun'a 349 yıl hapis talebi
Barış Boyun'a 349 yıl hapis talebi
İzmir'de markette cinayet
İzmir'de markette cinayet
123456789
Türkiye’nin gizli hazinesi
Türkiye’nin gizli hazinesi
Uçakta kabin memuruna saldırdı
Uçakta kabin memuruna saldırdı
Barış Boyun'a 349 yıl hapis talebi
Barış Boyun'a 349 yıl hapis talebi
İzmir'de markette cinayet
İzmir'de markette cinayet
123456789

TARİHTE BUGÜN

Haber Merkezi

TARİHTE BUGÜN

7 Eylül 1961 - ADNAN MENDERES İDAM EDİLDİ

Ali Adnan Ertekin Menderes, Türk siyasetçidir. 1950-60 yılları arasında Türkiye Cumhuriyeti Başbakanlığı görevinde bulundu. Ayrıca, aynı tarihler arasında kurucuları arasında yer aldığı Demokrat Parti (DP) Genel Başkanlığını yürüttü. Menderes, Türkiye siyasi tarihine idam edilen ilk ve tek Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı olarak geçti. 1990'da Türkiye Büyük Millet Meclisi çıkardığı yasayla, Menderes ve onunla beraber idam edilen Maliye Bakanı Hasan Polatkan ve Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu'ya itibarlarını iade etti.

17 Eylül 1990 - Adnan Menderes, Hasan Polatkan ve Fatin Rüştü Zorlu'nun cenazeleri İstanbul'a nakledildi ve devlet töreniyle Topkapı'da yaptırılan anıtmezara defnedildi.

Türk demokrasi tarihi içerisinde akla gelen ilk isimlerden birisi Adnan Menderes’tir. Esasında 1960 yılında darbeye maruz kalan ilk başbakan olmasaydı ve demokratik bir seçimle iktidarını muhalefete devreden bir siyasetçi olsaydı bu yazı bugün, idamının yıldönümünde yayımlanmamış, tarih farklı bir şekilde yazılmış olacaktı.

Evet, Menderes yaptıkları ile Türk siyasi hayatında önemli yer edinmiş bir siyasetçi. 27 yıllık Tek Parti iktidarının ardından kesintisiz olarak on yıl boyunca iktidarda kalması ile halkla kurmuş olduğu bağ onu bireysel olarak hem tarihin hem de sosyolojinin kadrajına alıyor.

Menderes de her ne kadar, pek çok siyasetçi gibi isabetli ve isabetsiz kararları, doğru ve yanlış hamleleri olan bir profil çizmiş olsa da idamından dolayı bugün onu bu bağlamda salt bir siyasetçi olarak ele alabilmek çok mümkün görünmüyor. Çünkü darbe ve idam tüm demokratik analizleri bir tarafa itiyor.

1899 yılında Aydın’da dünyaya gelen Adnan Menderes çok küçük yaşta anne ve babasını kaybetmiş ve babaannesinin yanında İzmir Karşıyaka’da büyümüştür. I. Dünya Savaşı çıkınca askere alınan Menderes, lise eğitimini yarıda bırakmak zorunda kalmıştır. 1918’de imzalanan Mondros Mütarekesi sonrası işgale uğrayan Aydın’da küçük bir grupla “Ay-Yıldız” adlı bir direniş örgütü kurmuş daha sonra ise Millî Mücadele’ye katılmış ve hizmetlerinden ötürü kırmızı şeritli İstiklal madalyası takdim edilmiştir.

Aydın’da kendi halinde çiftlik işleriyle uğraşan Menderes, 1930’da kurulan Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın (SCF) Aydın il başkanı olarak siyasete adım atmıştır. Ancak bu partinin ömrü sadece üç ay olunca ilk siyaset deneyimi çok kısa sürmüştür. Ama Menderes’in siyaset yolculuğu için kader ağlarını tam da bu zamanda örmeye başlamıştır.

Kısa Serbest Cumhuriyet Fırkası deneyimi sonrası Cumhuriyet Halk Fırkası (CHF) heyetinin isteğiyle artık iktidar partisinin Aydın il başkanı olmuştur. İşte tam bu dönemde Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın Aydın ziyaretinde kendisiyle tanışmış, çok kısa sürmesi planlanan görüşme tam dört saat sürmüş ve bu genç isimden etkilenen Atatürk, onun için “Şayanı dikkat bir gençtir” ifadesini kullanmıştır. Ardından kendisinin haberi olmadan aday gösterildiği 1931 yılındaki genel seçimde CHF’nin Aydın milletvekili seçilerek 1946 yılına kadar Parti’de farklı görevler üstlenmiştir.

II. Dünya Savaşı’nın bitişiyle Türkiye’de konjonktürün de etkisiyle demokratik siyasi hayata geçişin adımları atılmaya başlanmıştı. CHP’de ilk muhalif sesler duyulduğunda ön planda yer alan isimlerden biri de Adnan Menderes’ti.

1945’te CHP yönetimine verilen ve imzacılarından birinin de Menderes olduğu “Dörtlü Takrir” sonrası artık CHP’de parti içi muhalefet yapmanın imkânları kalmayınca, 1946’da kurucuları arasında Adnan Menderes’in de bulunduğu Demokrat Parti (DP) yeni bir aktör olarak siyasi hayata katıldı.

Siyaset adamlığına hızla ısınan ve partisinin en aktif ismi olarak ön plana çıkan Menderes için vatandaşın bilhassa da köylünün dilinden iyi anladığı söylenir. DP’deki ilk yıllarında “Bir fikri beğenmese bile DP devrinin ilk zamanlarında beğenmediğini söylemeden karşısındakinin düşüncesini değiştirmeye çalıştığı” analizi de yine onun kişiliğini anlamada yardımcı olur.

DP 1950’de tek başına iktidara geldiğinde, Cumhurbaşkanı Celal Bayar, sürpriz bir şekilde ülkenin yeni başbakanını, Adnan Menderes olarak belirledi. Bu makam için her ne kadar basında birkaç isimle birlikte Menderes’in adı geçse de yine de kendisi bunu beklemiyordu. Öyle ki, kendisini “Köprülü’nün yardımcısı” olarak gören Menderes’e Bayar, “Başvekil sizsiniz Adnan Bey” cevabını almıştır.

II. Dünya Savaşı sonrası Batı ve özellikle de ABD ile yakınlaşma Menderes döneminde bir hayli ivme kazanmıştır. Kore Savaşı’na asker gönderilmesi ve NATO üyeliği, Türkiye’yi Soğuk Savaş’ın bir cephesi haline getirmiştir. Dolayısıyla, “dışarıda” ilişkiler paranın da gelmesiyle ilk dönemlerde Menderes için son derece pozitifti. Ama “içeride” ortam “Menderes-İnönü düellosu” şeklinde ilerlemekteydi. Menderes eski partisi ve genel başkanıyla çetin bir mücadeleye girmişti.

CHP’nin geçmiş icraatlarına yönelik eleştiriler Menderes’in merkezinde yer alırken, muhalefet de “muhalefetin görevi muhalefet yapmaktır” anlayışıyla hareket edince rekabet bir nevi “kör dövüşü”ne döndü. Bu çıkmazın ana nedeni, karşılıklı güven sorunu ve tarafların yeni döneme henüz uyum sağlayamamasıydı.

Bir meclis oturumunda İsmet İnönü’nün, kanun uygulayıcıların kendilerini yani muhalefeti “kanun varsa” korumaya mecbur olduğunu söylemesi üzerine Adnan Menderes’in, “Memlekette zulüm var diyen insan bu memleketin şurasında, burasında, yarın öbür gün siyasi sahalarda kanların dökülmesini tahrik eden adamdır. Hırsı için bu memleketi bir baştan öte başa ateşe vermek isteyen adamdır. Paşa, yeter artık… Millete bırakın idareyi. Bu memleketi, bizim gibi memleketin içinden gelmiş olan insanlar idare etsin. O günden bugüne kadar memleketin ne maddi ve ne de manevi itibarı bir milimetre, bir santim eksilmemiş, artmıştır arkadaşlar” şeklinde cevap vermesi, derinleşen çatışmanın dikkat çekici örneklerinden birisi olmuştur.

Şevket Süreyya Aydemir, Menderes’in bunun gibi çıkışlarında belli bir dönemden sonra yorgun düşmesinin ve Başbakanlıkta nöbet değişimi yapılmamasının etkili olduğunu söylemiştir. Bu ikili ilişkiye dair bu ve benzeri pek çok örnek sayılabilir ama işin özünde, tarafların gerginliği soğutma konusunda, bazı istisnai dönemler olsa da yeterince çaba sarf etmemiş olmaları vardır.

İlginçtir, CHP ile siyasi rekabetin çok sert geçtiği dönemlerde Menderes’e en yakınından, eşi Berin Menderes’ten de tenkitler gelmekteydi. Hatta öyle ki, “Sen Halk Partisi’ne kusur bulma, kendi grubundaki adamlara kusur bul” diyecek kadar.

Başbakan Menderes halk ile yakın ilişkiler kuran, toplumun genelinin teveccühünü kazanmış bir siyasetçiydi. Bunaldığında kendini halkın içine atacak kadar bir bağ kurmuştu. Ancak halkla bu bağı kurarken, ordunun nabzını çok iyi tuttuğu söylenemez. Bazı askerî çevrelerin DP iktidarına bakışının başından beri olumsuz olduğunu da belirtmek gerekiyor.

Ancak Menderes, bazı belirtilerin aksine ordu mensuplarının kendisine olumsuz bir bakışı olmadığı kanaatindeydi. Bu sebeple, cunta ihbarlarına yeterince dikkat kesildiği söylenemez. Özellikle genç subayların ekonomik şartlarından dolayı rahatsızlıkları tepkiyi büyütürken, Menderes’in bu sorunlara çok eğilmediği görülmüştür.

Ayrıca, 1957’de ordu içinden yapılan bir darbe ihbarının üzerine çok gidilmediği de bilinmektedir. Ona göre, örgüt içinde üst rütbeli askerlerin olmaması ve Menderes’in orduya zarar vermek istememesi bu politikasının gerekçesidir. Oysa bu yaklaşımı büyük bir siyasi okuma hatasıdır.

Adnan Menderes’in 1960’a yaklaşırken gergin siyasi atmosferde üniversite hocalarına “kara cüppeliler” demesi, Vatan Cephesi’nin kurulması, Meclis’te, bazı yetkileri DP’lilerce dahi tenkit edilen Tahkikat Komisyonu’nun oluşturulması ve öğrenci protestoları gibi gelişmeler karşısındaki sert tutumu gerginliği daha da artırmıştır.

Ancak şurası kesinlikle gözden kaçırılmamalıdır ki, yaşanan bu hadiseler tek başına iktidar ve onun liderine fatura edilebilecek kadar da basit değildir. Celal Bayar ile ilgili yazımızda da belirtildiği üzere, o dönem iktidarıyla muhalefetiyle taraflar konumlarını doğru tayin edememiştir. Darbeye giden süreçte ABD’nin payı her ne kadar yadsınamaz düzeyde olsa da bu yazının kapsam ve boyutunu aştığı için ona sadece değinmek yeterli olacaktır.

DP’li Samet Ağaoğlu, muhalefetin “ne pahasına olursa olsun iktidarı yıkmaya kararlı” olduğunu söylerken, Menderes o günlerde şöyle sesleniyordu: “Memleket idare edilemez hale geliyor efendiler, memleket idare edilemez hale geliyor!”

Tüm bu boğucu havaya karşın darbeden bir ay önce hukukçu Prof. Dr. Ali Fuad Başgil’in Menderes’e istifa edip yeni hükümette muhalefete birkaç bakanlık teklifine, “Söz konusu bensem hiçbir tereddüt etmeden derhal istifa eder ve yerimi milletvekili arkadaşlarıma bırakırım” şeklinde karşılık vermiştir.

27 Mayıs 1960 günü tüm Türkiye ilk kez bir darbeye uyandığında esasında mutlak hedef Adnan Menderes’ti. Gözaltına alındığında endişesini şu sözlerle dışa vuracaktı: “Herhalde bizi aceleye getirmez ve tarihe ışık tutacak ifadelerimizi alırsınız…” Fakat Yassıada’daki yargılamalarda, ağır psikolojik baskı altına alınan Menderes için hem “mezardan büyük bir hücredeki” yaşamı hem de mahkeme heyeti karşısındaki ruh hali akli melekelerini kaybettirecek kadar kötü idi.

Yassıada’da iktidarının bir “dikta rejimi” kurmakla itham edilmesine, “Bir diktatörlük idaresinin ne olduğu kimsenin meçhulü değildir, binaenaleyh hakikatte dikta rejimi kurulmuş olsaydı bunun mevcudiyetini ispat külfeti kendiliğinden ortadan kalkardı”[23] diyerek bu iddiaları reddetmiştir. Ama kararını önceden vermiş ve hukuku yok sayan mahkeme heyetinin 15 Eylül 1961’de Adnan Menderes ile iki bakanını (Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan) idama götüren kararı kamuoyunda onulmaz yaralar açmıştır.

Menderes 17 Eylül’de darağacına gitmeden önce tarihe geçen şu son sözleri dikkat çekicidir: “Hayata veda ettiğim şu anda devlete, millete saadetler diler, karımı ve çocuklarımı şefkatle andığımı bildiririm. Hiç kırgın değilim.” Evet Menderes ne yazık ki şahsının da ötesinde, bir devlet başkanına yakışmayacak şekilde, idam edilerek hayata veda etti. Ancak darbeci ekipte yer alan Orhan Erkanlı’nın yıllar sonraki şu sözleri bir gerçeği ortaya koymaktaydı: “Bayar yaşadı ne oldu? Menderes yaşasaydı ne değişirdi?”

Ve bir devir böylece kapandı gibi gözükse de bu idamın bıraktığı derin izler ise daha da derinleşmeye devam etti. Adnan Menderes her siyasetçi gibi doğruları ve yanlışları ile tarihteki yerini aldı. Ancak Menderes’in hikâyesi hangi noktadan ele alınırsa alınsın, en nihayetinde darbe ve idama bağlandığı/bağlanmak durumunda olduğu için portresi de bu elim hadisenin etrafında şekillenmektedir. Menderes’in idamı Türk siyasetinde onulmaz yaralar açmıştır. Siyaseten izlediği politikaların değerlendirmesini halk sandıkta yapacakken, darbeciler ile onların güdümündeki hukukçuların yapması büyük bir infiale yol açmıştır. Bir daha benzer acıların yaşanmaması için yapılması gereken en önemli şey, toplumun demokrasiye sıkı sıkıya sahip çıkmasıdır.