Serhat Akın'a silahlı saldırı
Serhat Akın'a silahlı saldırı
Konsere gitmek lüks tüketim mi
Konsere gitmek lüks tüketim mi
Golle dönen Icardi'den PAOK maçı yorumu.
Golle dönen Icardi'den PAOK maçı yorumu.
Yunus Akgün'den 2000 yılı göndermesi:
Yunus Akgün'den 2000 yılı göndermesi: "Bu kupaya yine talibiz"
123456789
Serhat Akın'a silahlı saldırı
Serhat Akın'a silahlı saldırı
Konsere gitmek lüks tüketim mi
Konsere gitmek lüks tüketim mi
Golle dönen Icardi'den PAOK maçı yorumu.
Golle dönen Icardi'den PAOK maçı yorumu.
Yunus Akgün'den 2000 yılı göndermesi:
Yunus Akgün'den 2000 yılı göndermesi: "Bu kupaya yine talibiz"
123456789

Ataerkin reddi olarak kültürel düzeyin terk edilişi: Persona

Persona, tüm zamanların en etkili film yönetmenlerinden biri olarak kabul edilen İsveçli auteur yönetmen Ingmar Bergman'ın 1966 yılında gerçekleştirdiği başyapıtı.

Gülara Subaşı

Filmleriyle klasik anlatı sinemasından uzakta, felsefi ve simgesel söylemlerle, sorgulayıcı anlatılar kuran yönetmen Bergman, soyut konuları, çarpıcı biçimsel deneylerle görselleştirerek izleyiciyi düşünmeye sevk eder.

Sanat sinemasının usta isimlerinden olan Bergman, Persona ile sinema tarihinde bir çığır açar. Klasik anlatı sinemasının, kronolojik olay akışı, kapalı uçlu son, üretim sürecini gizleyen biçimsel özelliklerin çeperinde kalarak, simgesel açıdan karmaşık ve belirsizliklerle dolu bir film gerçekleştirir.


Senaryosunu da Bergman'ın kaleme aldığı Persona'nın başrollerinde göz dolduran performanslarıyla Bibi Andersson ve Liv Ullmann yer alır. Öyle ki Bibi Anderson, Persona'daki oyunculuğuyla BAFTA'ya aday gösterilir.

Film, bir tiyatro oyuncusu olan Elisabeth Vogler’in (Liv Ullman) rol aldığı tiyatro oyunu esnasında susarak bir daha konuşmaması üzerine hastaneye kaldırılışıyla başlar. Getirildiği hastanede tüm tetkikler yapılır, fiziksel ya da psikolojik hiçbir hastalığa rastlanmaz. Doktoru, Elisabeth’i hastane hemşirelerinden olan Alma (Bibi Andersson) ile kendi yazlığına bir rehabilitasyon tatili yapmaya gönderir. Film boyunca ikilinin iletişimi, yüzleşmeleri ve ilişkileri son derece simgesel bir yöntemle işlenir.


Filmde felsefi tartışmalar, dilin işlevi, ben ve öteki karşıtlığı, kolektif bilinçdışının arketipleri gibi tartışmalar iki kadın karakter üzerinden anlatılır. Bu iki karakter dışında filmde -Bay Vogler’in zar zor göründüğü sahne dışında- erkeğin varlığı söz konusu değildir.

Filmin, klasik anlatı sinemasının dışında yer almasının en önemli göstergelerinden biri de belirsiz oluşudur. İzleyici filmden açık bir mesaj almaz, örtük biçimde birçok anlatıyı barındıran sahnelerin ardından filmin sonunda izleyicinin kafasında izlediğiyle ilgili yüzlerce soru işareti oluşur. Farklı tarihlerde farklı kuramcılar açısından incelenen Persona, farklı kuramlar ekseninde yüzlerce anlama gelecek şekilde analiz edilir.

Bu bağlamda, filmi psikanaliz çerçevesindeki çeşitli teorilere dayandırarak analiz etmeye çalışacağız. Psikanalizin çok geniş bir açımlamaya olanak verdiği düşünülürse sinemaya yansımış hali de aynı genişlikte bir okumaya açık olacaktır. Sinemanın psikanaliz yaklaşımla okunması, örtüğün açığa çıkması açısından farklı katmanlar ve boyutlar doğurmasıyla önemli.

Freud ve Persona


Psikanaliz kuram deyince akla gelen ilk isim Freud’dur. Freud’un bilinç ve bilinçdışı ayrımı psikanalitik çalışmaların temelini oluşturur. Bilinçdışı kendisini, dil sürçmeleri, rüyalar ve espriler gibi bilinç durumlarında gösterir. Persona filminin analizi açısından Freud’un bir diğer kavramsallaştırması üzerinde daha durmak gerekir. Freud, insan bilincinde id, ego ve süper ego ayrımı yapar. İd, insanın hayvani ve içgüdüsel davranışlarını yöneten kısımdır, yeme-içme, barınma, cinsellik gibi ihtiyaçlar bu kısımda değerlendirilebilir. Süper ego, egoyu ve idi yargılayan ve kişiyi kontrol altında tutmaya çalışan, toplum ve kültür tarafından dayatılan kural ve yasakları sınır kabul eden, bir otorite figürü olarak düşünülebilir. Ego ise id ve süper egonun taleplerine karşı zihni dengede tutmaya çalışan bilinç kısmıdır.


Bu kavramsallaştırmadan yola çıkarak Persona’ya baktığımızda Elizabeth’in çocuğu ve kocasıyla ilgili bir bungunluk yaşadığını ve toplumun dayattıklarından çok içinden gelenleri, temel özgürlük dürtüsünü dinleyerek, hayvani bir bencillikle karar aldığını görüyoruz. Alma ise tam da toplumun istediği kadın rolünü yerine getiren bir karakter. Kabul gören bir mesleği var, bu meslek dolayısıyla insanlara yardım edebiliyor, nişanlı ve yakın zamanda evlenecek. Çocukları olmasını, mutlu bir aile kurmayı ve ailesine hizmet edebilmeyi istiyor. Aile kurumunu yüceltiyor ve “esas” kadının bu şekilde varolması gerektiğine dair bir öğrenilmişliği var. Meşhur mutfak sahnesinde Elisabeth’e anlattıklarından tüm bunları anlıyoruz. Alma, Elisabeth’i böyle bir kadın olmadığı için suçluyor.

İd ve süper ego

Buradan hareketle, tek bilincin iki ayrı katmanı olarak değerlendirilebilecek bu iki karakterden Elisabeth’in id'i; Alma’nın süper ego'yu temsil ettiği söylenebilir. Elisabeth, dürtülerini ve isteklerini koşulsuzca yerine getirme eğilimi taşırken, Alma ona toplum ve kültür kurallarını ve yerleşik düzeni hatırlatarak onu kontrol altında tutmaya ve suçlu hissettirmeye çalışıyor.

Elektra Kompleksi

Freud’un bir başka kavramsallaştırması daha Persona filmini psikanaliz bağlamında değerlendirmek için önemlidir. Freud’un cinsiyetli özneye varış yolunda kız ve erkek çocukların yaşadığı süreçleri anlatan Oidipus ve Elektra kompleksleri, filmde ilginç bir detay olarak karşımıza çıkar. Elisabeth Vogler karakteri, bir tiyatro oyuncusudur ve filmin başından itibaren gördüğümüz üzere anne olmakla ilgili bir sıkıntı yaşar. Anne olmayı reddeden ve finale yakın sahnelerde öğrendiğimiz üzere sadece toplumun dayatmaları üzerine anne olmaya karar veren Elisabeth, bir tiyatro oyununu sahnelerken birden susar ve gülmeye başlar.


Bergman gibi titiz bir yönetmenin filme yerleştirdiği ufak ayrıntı burada filmi analiz etmek açısından devreye giriyor. Elisabeth, susma kararını aldığı esnada sahneye koyduğu tiyatro oyunu, Sofokles tarafından yazılan Elektra tragedyasıdır. Elisabeth’in Elektra tragedyasında hangi karakteri canlandırdığına yönelik bir bilgi filmde yer almaz fakat bu oyunun seçilmesinin Freud’un Elektra kompleksine gönderme yaptığını söyleyebiliriz. Elektra karakterinin babasına duyduğu aşk sebebiyle annesini öldürtmesi hikâyesine dayanan tragedyada anne Klitemnestra, yüreğinde en ufak analık duygusu olamayan bir kadın olarak çizilir.¹

Elisabeth’in de anneliğe karşı olan hisleri olumlu değildir, anne olmayı sindiremez ve bilinçaltında bununla yüzleşemez. Tragedyada olanlar, ona kendi hayatını hatırlatır ve oğluyla kurduğu toplumun biçimlendirdiği norma uygun, gerçeklikten uzak, yapmacık "sevgi"ye dayalı ilişki ona komik gelmeye başlar.

Lacan ve Persona

Persona filmi analiz edilirken Lacan'ın kuramlarından yararlanmak, anlatıdaki örtük anlamı ortaya çıkarmak açısından etkili olacaktır. Filmde Elisabeth’in susması Lacan’ın psikanaliz ve dil yaklaşımıyla yakından ilişkilidir. Lacan, Freud’dan yola çıkarak, insan benliğini ve cinsiyetli öznenin kurulma sürecini dille ilişkilendirir. Lacan’a göre anne, simgesel düzen; baba kültürel düzeni temsil eder. Çocuk Oidipus kompleksini aşarak anneyle özdeşleşmesini kırmalı ve babayla özdeşleşmelidir. Yani simgenin alanından kültürün alanına geçmeli, dile hâkim olmalıdır. Babayla özdeşleşmez ve kültürel düzene girmezse dili öğrenemeyecektir.


Bu bağlamda değerlendirildiğinde, Elisabeth’in susması ve sessizliği seçmesi izleyiciye simgesel düzen üzerinden bir şey anlatır. Elisabeth, babanın (erkeğin/ataerkil toplumun) yasasını, kuralları ve dili reddetmiş, kültürel düzenden çıkar. Kendisine ataerkil toplum tarafından dayatılan “olması gereken kadın modeli”ne direnmiş, tepkisini de kuralların ve yasanın alanı olan dil yetisini kullanmayı reddederek göstermiştir. Elisabeth'in yaşamını saran kişilik, temel olarak oyuncu, anne ve eştir. Elisabeth'in suskunluğu, bu rollerin reddi anlamına gelir.² Bu suskunluk, dilin ve kültürün kurallarını kabul etmemek, bunlara isyan etmek anlamını taşır. Sessizlik, hem erkek söyleminin reddidir, hem de cinsiyet bölünmüşlüğünün; hem ideolojik olarak bozulmuş olan dile karşı bir protestodur, hem de onun gücüne teslim olmadır.³

Ayna evresi


Filmde Lacan’a gönderme yapan bir sahneden daha söz edilebilir. Filmin giriş sahnesinde görülen oldukça örtük ve yan anlamlar barındıran morg sahnesi. Burada, Elisabeth’in oğlu ya da Bergman’ın kendisi olabilecek bir çocuk görürüz. Çocuk morgda üstü örtülmüş biçimde yatar. Bergman, izleyiciyi bu çocuğun ölü olduğuna ikna etmiştir ki, çocuk hareket eder, yan döner ve üzerine örtmeye çalışır. Yabancılaştırma unsurlarının defalarca kullanıldığı filmde ilk kez burada bir karakter direkt olarak kameraya bakar ve izleyiciye doğru uzanmaya başlar, bu sahne bize Lacan’ın ayna evresini hatırlatır. Bu çocuk aracılığıyla ben ve ötekinin kavranışına şahit oluruz, çocuk (eğer Elisabeth’in oğlu olarak kabul edilirse) aynadakiyle (izleyici) özdeşleşir ve anneyle olan özdeşliğini koparır, onu bir öteki olarak tanımlar.


Sonrasında kamera açısı değişir ve çocuğu arkadan görürüz. Elini duvara yansımakta olan bir kadın görüntüsüne uzatır, bu kadının Elisabeth mi Alma mı olduğunu anlayamayız, alan derinliği oldukça sığdır, odak çocukta olduğu için kadın yüzü bulanıktır. Bu sahne, annesine ulaşmaya çalışan bir çocuk, onun sevgisini kazanmaya çalışan bir çocuk olarak yorumlanabilir.

Jung ve Persona

Persona filmi üzerine konuşurken değinilmesi gereken bir diğer kuramcı Jung’dur. Öyle ki Jung’un persona – gölge – ego kavramsallaştırması, filmin doğrudan isminin kaynağıdır.

Jung, "persona" kavramsallaştırmasıyla, insanların toplumun onayını almak için taktıkları bir maskeye gönderme yapar. Persona kelimesi, Antik Yunan’da tiyatroda oyuncuların taktığı maske anlamına gelir. Jung da bu kelimeyi insanın toplumda kabul görmek için içinden gelmeyen aslında istemediği davranışlarda bulunması ya da kendisi dışında bir kişilik yaratması olarak kullanır.


Elisabeth’in tam da böyle bir durum içerisinde olduğunu söyleyebiliriz, sadece “bir tek anne olman eksik, onu da gerçekleştirirsen mükemmel bir kadın olacaksın” koşullamasını duyması sebebiyle hamile kalıp anne olur, yani toplumda kabul görmek, tam olmak adına aslında kendi kişiliğine oldukça ters bir karar verir. Personasına yenik düşer, egosu ve personası özdeşleşir, kişiliğinin bastırılması sonucunda mutsuz bir kadın olur.

Fakat Alma’nın da Elisabeth’den çok farklı olduğunu söyleyemeyiz. O da aslında personası ve egosu arasındaki dengeyi tam kurabilmiş değildir. Hatta olmak istediklerinin toplumun dayattıklarına uyduğu konusunda kendisini telkin ettiğini de görürüz. Fakat Elisabeth’in sustuğu onunsa hiç durmadan konuştuğu günler boyunca fark ederiz ki aslında durumu onu tatmin etmiyordur, sahilde yaşadığı cinsel deneyim ona oldukça çekici ve tatmin edici gelmiştir.

İzleyici ve Persona

Bergmani izleyici ve filmi arasından kurduğu ilişkiyle Persona'ya yeni bir boyut kazandırır.


Klasik anlatı sineması, başroldeki karakterle özdeşleşmeyi sağlamak ve izleyiciyi anlatıya dâhil etmek için bazı teknikler kullanır. Klasik Hollywood anlatısı bunu ideolojik sebeplerle yapar, izleyiciyi filmin içinde tutarak bazı anlamları inşa eder ve yeniden üretir.

Sinema salonun fiziksel kuruluşu da bu özdeşleşmenin yaratılması için ideal mekânlardandır. Örneğin Eflatun’un mağara metaforu; Baudry, sinema salonunun da bir çeşit mağara olarak seyircinin gerçeklikle ilişkisinin yanılsamaya dayalı olmasına katkıda bulunduğunu sergiler. Sinema bir aygıttır ve seyircinin psişik aygıtıyla özdeşlik ilişkisi içindedir.⁴


Film teorisyeni Christian Metz, Lacan’ın ayna evresinden yararlanarak izleyici ve film tartışmasını genişletir. Metz'e göre sinemadaki seyirci, perde karşısında çocukluktaki ayna evresine dönüş yaşar. Özne, kamerayla özdeşleştiği için perdedeki görüntülerin kaynağının kendisi olduğunu sanır. Artık perde, ona kendisini yansıtan bir ayna olmuştur.⁵

Sinema bu yolla seyirciye, çocuğun ayna evresinde yaşadığı, bütünlük ve kontrol hissini verir. Gerçeklik duygusunu henüz edinmemiş çocuğa ayna evresinin vaat ettiği efendiliğin bir benzerini üretir sinema.⁶

Bergman Persona’da bir takım yabancılaştırma tekniklerini kullanarak bu özdeşleşmeyi kırar, izlenenin bir film olduğunu, anlatının ilk dakikalarından itibaren izleyiciye hatırlatır.


İlk olarak filmin girişinde, kırılma noktalarında ve finalde bir film makarası görürüz. Bir film makarası içinden filme gireriz, bu makara bazen kopar, bazen yanar, film makarası aracılığıyla oluşan özdeşleşme de koparılır, izleyici uyarılır. Alma, Elisabeth’in mektupta kendisiyle ilgili yazdıklarını okuyunca filmin gidişatı değişir, Alma Elisabeth’den intikam almak ister, ayağına bir cam parçasını batırmak için uğraşır, Bergman, dengelerin tersine dönüşünü film makarasının yanmasıyla hissettirir.

Bu yabancılaştırma tekniklerinin bir diğeri Elisabeth’in yeni sahnenin açıldığı anlardan birinde kameranın açısına aşağıdan ani bir şekilde girerek fotoğraf makinasını izleyiciye doğrulttuğu andır. Bu, izleyici için oldukça şaşırtıcı, beklenmedik ve uyarıcı bir durumdur, Bergman filmin içinde birçok noktada bu tür biçimsel deneylere başvurur.


Godard sinemasında oldukça fazla karşılaşılan yabancılaştırma tekniklerinden karakterin kameraya doğrudan bakması, Persona’da da kullanılan bir tekniktir. İzleyiciyle göz temasını kurarak dördüncü duvarın kırılmasını sağlayan bu hareket, aynı konuşmanın iki açıyla verildiği ünlü mutfak sahnesinde kullanılır. Alma’nın Elisabeth’in başına gelenleri izleyiciye özetlediği bu sahnede aynı diyalog, kelimesi kelimesine iki kere duyulur. Alma anlatırken Elisabeth’in yüzü doğrudan kameraya dönüktür, sonrasında tekrar Alma, aynı konuşmayı kameraya bakarak yapar.

Yönetmen, aynı şeyin, dinleyen ve anlatanca ne kadar farklı anlama geldiğini gösterir. Dinleyen/anlatan karşıtlığı, izleyen/izlenen, ben/öteki karşıtlığına eşitlenir böylece. Bu sahnenin ardından yönetmen, iki kadının yüzünün yarısını, "çift ayna" etkisiyle birleştirerek, tek bir yüz elde eder. Bu birleşme, "ben" ve "öteki"nin birleşmesi olarak yorumlanabilir.⁷


Bergman seyirci-karakter özdeşliğini özdüşünümsellik yoluyla da kırar. Klasik anlatı sinemasının üretimi gizleyen biçimine karşı Bergman bir sahnede, kamerayı ve onun pan hareketini gösterirken kamera camından yansıyan ve üzerinde "Bergman" yazan yönetmen koltuğunu görmemize izin verir, bu elbette bilinçli bir tercihtir. Yine izlediğimizin bir film olduğu, Alma evden çıkıp yola doğru yürüdüğünde bir kez daha anlaşılır; filmi çeken Bergman'ı ve kameraman Sven Nykvist'i görürüz. Kameranın merceğinde, yerde yatan Elisabeth'in ters yakın çekimi görülür.⁸

Final sahnesi

Filmin önemli sahnelerinden biri olan filmdeki tek erkek Bay Vogler’in yazlık eve geldiği sahne, klasik anlatının dışında kalan belirsizlikler dolu bir sahnedir. Bay Vogler, Alma’ya Elisabeth'miş gibi davranır, Alma başta bu durumu inkâr etse de sonradan daha fazla direnmez ve Elisabeth’in ağzı olur, onun adına konuşmaya, hatta hareket etmeye başlar.

Bu sahneye şu açıdan bakılabilir; Personasını/maskesini çıkarmış olan Elisabeth artık içinden geldiğini yapıyordur, "baba"nın ortama girmesiyle birlikte kültürel düzen içinde var olması gerekir. Bu düzenden çıkmış olan Elisabeth yerine bu görevi Personası/maskesi hala takılı olan Alma yerine getirir. Olmak istediği “ideal kadın” da böyle yapmalıdır zaten. Alma, Elisabeth’in personasına dönüşür, onun toplumda kabul görmek, ideal bir imaj yaratmak için taktığı maskedir artık. Sahne, iki kadının tek bir zihnin katmanları olarak bütünleşmelerini içerir.

Sonunda iki kadının yüzünün birleştirilmesiyle oluşturulan tek insan suratı da ikilinin tek bir zihnin katmanları olduğunu doğrular niteliktedir. İkisi aslında tek kişidir ve Elisabet bu kişinin dış görünüşünü, Alma ise iç karmaşasını yansıtır; çocuk doğurmuş olmasının gerçekliğinden korkan Elisabeth, çocuğunu aldırmış olan Alma personasını yaratır.⁹


Elisabeth id’dir, Alma süper ego; Elisabeth kendisidir, Alma personasıdır; Elisabeth dili reddetmiş ve kültürel düzenden kendisini soyutlamıştır, Alma babanın kurallarının egemen olduğu kültürel düzendedir.

Filmde iki erkeğe rastlarız. Bir tanesi Elisabeth’in kocası Bay Vogler’dir diğeri de filmin yalnızca bir sahnesinde duyulan dış ses. Bu iki erkek de filme bir otorite figürü olarak yerleştirilir. Bu dış ses Bergman’a aittir, kadınların durumunu özetleyen üstten bakan tanrısal bir sesle bir cümlelik açıklamasını yapar. Anlatıya bir katkısı olmayan bu ses, esas itibariyle sözün kendisini ve konuşma pratiklerini yadırgatmak için oradadır. ¹⁰

Diğer erkek karakter Bay Vogler de Elisabeth’i düzene bağlayan kişidir, ona oğlunu, evliliğini, sorumluluklarını hatırlatma işlevini üstlenir.


Farklı kuramlar çerçevesinde farklı okumalara açık olan sanat sineması klasiği Persona filmi, psikanaliz bağlamında belli kuramcılara dayandırılarak değerlendirilebilir. Temelde ben ve öteki, ayna evresi, zihnin katmanları, bilinçdışı ve bilinçaltı gibi noktalara değinen film, felsefi, psikolojik ve varoluşsal bir anlatıda ilerler. Toplumun ve kültürün kurallarını bir kadın karakterin iç dünyası aracılığıyla eleştiren Persona, dil ve kültür üzerinden bir düşünce penceresi aralar.

¹,²,³,⁷,⁸  Akbulut, H. (2004). Bir Varoluş Sorunsalı: Persona. Kültür ve İletişim, 7, 71-100.

⁴,⁵ Erdoğan, N. (1996). Sinema ve Psikanaliz. Toplum ve Bilim, 70, 241-250.

⁶ Arslan, U. T. (2009). Aynanın Sırları: Psikanalitik Film Kuramı. Kültür ve İletişim, 12 (1), 9-38.

⁹,¹⁰ Koçak, C. (2016). Ingmar Bergman’ın Persona Filminde Haraketle ‘Susan Anlatıcı’ Modeli Önerisi ve Bu Model Kullanılarak Yazılacak Yeni Çalışmalar İçin Olanakların Araştırılması. (Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi). Kadis Has Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul.