Şefika Kutluer Festivali 24 Kasım'da başlıyor
Şefika Kutluer Festivali 24 Kasım'da başlıyor
Dünyanın en pahalı muzu
Dünyanın en pahalı muzu
Mehmet Ali Erbil hakkındaki iddianame
Mehmet Ali Erbil hakkındaki iddianame
Uğur Dündar'a açılan babalık davası
Uğur Dündar'a açılan babalık davası
123456789
Şefika Kutluer Festivali 24 Kasım'da başlıyor
Şefika Kutluer Festivali 24 Kasım'da başlıyor
Dünyanın en pahalı muzu
Dünyanın en pahalı muzu
Mehmet Ali Erbil hakkındaki iddianame
Mehmet Ali Erbil hakkındaki iddianame
Uğur Dündar'a açılan babalık davası
Uğur Dündar'a açılan babalık davası
123456789

Öteki ya da iç düşman

Türk Ütopyaları-Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Ütopya ve Devrim, Dünyayı Değiştiren Düşünürler, Şüphenin Tarihi gibi çok önemli eserlere imza atan tarihçi ve yazar Sadık Usta, GAZETE DURUM'un son yıllarda sıkça gündeme gelen toplumsal kutuplaşma tartışmaları kapsamında “biz” ve düşmanlaştırılan “öteki”ne ilişkin sorularını yanıtladı.

AZE Haber Ajansı

ANKARA- Türk Ütopyaları-Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Ütopya ve Devrim, Dünyayı Değiştiren Düşünürler, Şüphenin Tarihi gibi çok önemli eserlere imza atan tarihçi ve yazar Sadık Usta, GAZETE DURUM'un son yıllarda sıkça gündeme gelen toplumsal kutuplaşma tartışmaları kapsamında “biz” ve düşmanlaştırılan “öteki”ne ilişkin sorularını yanıtladı. Usta, iktidarların çoğunlukla, ideolojik olarak "öteki" olandan hoşlanmadıklarını, bağnazca onu yok etmek için uğraştıklarını belirterek, “Bugün Türkiye’de iktidarın yapmak istediği de budur. Birçok insan, sözüm ona saf ve pür kalarak yani kendinden olanlarla cemaatler kurarak ve kendini soyutlayarak saf kalacaklarını sanırlar, ama gerçekte ise bu cemaatler, 'öteki'ni yok ederek ürün vermeyen kısır ve asalak gruplar haline gelirler” dedi. 

İşte, Usta'ya yönelttiğimiz sorular ve yanıtları:

Bir toplumda öteki ya da başkası kimdir? Bazen iç ve dış düşmana dönüşen bu politikanın panzehri nedir?

İsterseniz önce “öteki” kavramını tanımlayalım. Ya da “öteki”nin toplumsal açıdan önemini açıklığa kavuşturalım. Sanıyorum çok az kavram, nesnel anlamı ile ondan türetilmiş yüklem arasında bu derece bir ters anlam edinmiştir. Nesnel ve felsefi açıdan bakınca aslında “öteki” olumludur; ancak ondan türetilmiş “ötekileştirme” kavramı ve pratiği ise tam bir olumsuzluktur. 

Örneğin “insan” kavramı nesnel bir kavramdır, herhangi bir olumsuz anlam ifade etmez. Hatta diğer canlılarla kıyaslanınca olumlu anlam da ifade edebilir. Bu yüzden ondan türetilen “insanlaştırma” kavramı, “insan olma” sürecinde daha üst bir düzeye erişme olarak anlaşılır. 

Ya da “ağaç” terimi. “Ağaçlandırma” dediğimizde de olumlu bir işleve işaret emiş oluyoruz. 

“Öteki” ve “ötekileştirme” arasında ise uyum değil, tam bir zıtlık meydana gelir.

İnsan, her şeyden önce yaşadıklarıyla, sonra gördükleriyle ve ardından da duyduklarıyla bilgilenir, zihinsel çeşitliliğe ve derinliğe ancak böyle kavuşur. Buna kendi özgün zihinsel tahayyüllerimizi de ekleyebiliriz. İnsan çoğunlukla bilgiyi, başkasından (öteki) görerek ve duyarak veya başkalarına ait yazılı metinlerden okuyarak edinir. Kuşkusuz insan, başkasından gördüklerini ve duyduklarını anında benimsemez, hatta önce yabancılar da. Hele bu bilgiler bir de rakip gördüklerimize aitse…

İnsan çoğunlukla “yabancı” saydıklarına veya “öteki” gördüklerine ait bilgilere kulaklarını tıkar. O bilgileri öğrenmekten, duymaktan ve hatta onun üzerinde müzakere etmekten de kaçınır.

Fakat gerçek şudur ki yeni bilgilerimizin çoğu, bizzat kendi deneyimimizden çıkmayan ve bize ait olmayan, yani “öteki”ne ait bilgilerdir. Yani merak ettiğimiz, araştırmak ve tartışmak istediğimiz bilgilerin ezici çoğunluğuna, “öteki” ile buluştuğumuz alanlarda ve mecralarda kavuşuruz.

Örneğin “öteki”ni dinlemiyorsak yeni bilgiler edinemeyiz. “Öteki” ile ilişkiye girmiyorsak, bilgilerimizin çoğundan mahrum kalırız. Dolayısıyla zihnimiz, zamanla yeniliklerle donanma konusunda yaya kalır. 

İnsan, yapısı itibarıyla toplumsal ilişkiler içinde bir varlık olabilmektedir veya bir kişilik kazanabilmektedir. Aslında toplum, özneden (ondan) ve toplumun diğer esas kısmını oluşturan “öteki”nden ibarettir. O, kendinden başka herhangi biriyle buluştuğunda, onunla bir münasebete girdiğinde, aslında “öteki” ile bilgi alışverişinde bulunmaktadır. 

İnsan, “öteki”ne bir şey anlatırken, sadece onu ikna etmeye çalışmaz, aynı zamanda, ister istemez bu ilişki esnasında kendi bilgi ve görüşlerini de derinleştirmiş ve sistemli hale getirmiş olur. Hatta sadece sistemli hale getirmekle de kalmaz, bu sayede kendi bilgi, inanç ve görüşlerinin açıklarını, boşluklarını ve eksiklerini de fark eder. Kendi bilgi, inanç ve görüşlerimize ilişkin şüphe ve sorgulama da burada başlar.

Kısacası her bilgi alışverişinin, her iki tarafı da aydınlattığını; birinin bir ağacı yontarken aynı anda kendini de yonttuğunu ve bilgi açısından daha donanımlı hale geldiğini ileri sürebiliriz. 

Peki, yontmak ve yontulmak nedir?

Yontmak, bir odunun veya herhangi bir nesnenin işlenmesidir. O nesneye ilişkin bilgilere ulaşılmasıdır. Bu arada yontanın kendisi de yontulmaktadır, çünkü yontarken şahsın kendisi de bilgi açısından çoğalmakta, gelişmekte ve bilgisinde derinleşmektedir. Yontulmak, herhangi bir “nesne”nin (buna “öteki” de diyebiliriz) bilgisine vakıf olan öznenin de aydınlanmasıdır. Çünkü her yontuş, aynı zamanda öznenin yontularak bizzat kendi özünün ya da varlığının (kimlik, yetenek ve potansiyel) bilincine varmasıdır.

İnsanın yontulma sürecine girmesi, onun toplumsal sorunlara vakıf olabilmek için, yeni alanlar keşfetmesi ve değişim için fırsatlar elde etmesi demektir. İnsanlar bu fırsatları, çoğunlukla fikir tartışmaları üzerinden elde ederler. Yani insan bir bakıma, tartıştığı “öteki” sayesinde ne olduğunun da bilincine varmış olmaktadır. 

Tabii, insanlar bunu bilmese de karşı taraf dediğimiz hep “öteki”dir. 

“Öteki” dediğimiz ise aslında aynada bize yansıyan ve toplumsal ilişkiler içinde kimlik kazanan kendi varlığımızdır. Biz, ancak toplum, yani geniş anlamda “öteki” sayesinde ne olduğumuzu keşfederiz, çünkü "öteki" bize bir şey söylerken ya da itiraz ederken veya karşı koyarken, aynı zamanda bize yeteneklerimizin ve birikimimizin sınırlarını da göstermiş olur ki buna zihinsel birikimimiz de dahildir. Biz neyi iyi bildiğimizi, neyi iyi yapabildiğimizi ve neyi amaçlamamız gerektiğini, "öteki"nin tepkileri (direnç) sayesinde keşfeder ve aşarız. Keşfetmek ise insanın kendi bilincinin sınırlarının ötesine geçmesidir. 

Demek ki “öteki” bizim vazgeçilmez diğer “tarafımızdır”. 

İnsan “öteki” ile ilişki kurarken, aynı zamanda karşılıklı yontulma sürecine de girmiş ve böylece toplumda özgün bir kişilik de kazanmış olur. Kimlik kazanmaksa biçimlenmek, törpülenmek, yeni zihinsel ufuklar kazanmak ve bilgide derinleşmektir. Dolayısıyla “öteki” yok etmemiz gereken düşmanımız değil, fakat bize sürekli kim olduğumuzu aynada gösteren rakibimizdir. O, bir bakıma özgün bir varlık olabilelim diye karşımızda durup bize “yardımcı olan” kılavuzumuzdur. 

Biz varsak, “öteki” sayesinde varız ve onun sayesinde kimlik kazanmaktayız. 

İktidar neden biz ve öteki olarak toplumu ayırır?

İktidarın ya da genel olarak “ötekileştirme” çabasının ne ifade ettiğine gelince aslında iktidarlar, yani “öteki” olanı yok etmeyi amaçlayanlar, akılsızca kendi varlık temellerini de yok etmiş olurlar. Demiştik ki ya, “çok az kavram, ‘öteki’ kadar kendi nesnel anlamına yabancılaştırılmıştır.”

Kim bilir kaç kavim ve iktidar tarihte, "öteki" ilan ettiği “rakip” toplumsal kesimleri yok ederek çaptan düşmüş, kendi sefil durumunun yaratıcısı olmuş ve kültürel açıdan yoksullaşmıştır. Toplumlar kendi içlerindeki çelişkiler ve çatışma noktaları sayesinde canlı kalır ve eğer bu çelişkileri akıllıca ele alırlarsa daha da gelişerek varlık göstermeye devam ederler. 

Aslında “öteki” olan toplumsal çeşitliliktir. 

“Öteki” olan, toplumsal zenginlik ve kültürel birikimdir; o canlı organizmanın vazgeçilemeyen önemli bir parçasıdır.

İktidarlar, “öteki” ile ortaklaşa bir yaşam sürmektense, ona karışmaktansa, onu yok ederek sözüm ona “saf” kalmak istemektedirler. Peki hayatın gerçeği böyle mi? Örneğin, saf altın madeni hiçbir iş yapamaz, çünkü saf altın öylesine yumuşaktır ki tek başına işlenemez ve işlemeye kalktığınızda elinizde erir ve dağılır. Daha doğrusu o saf haliyle kullanılamaz. Altın madenini yararlı hale getirebilmek için onu, başka bir metalle karıştırmak ve böylece onu işler hale (sertleştirmiş) getirmek gerekir. Maddeler dünyasında “daha az değerli” addettiğimiz element ve metaller, aslında pratikte çok önemli işlevler gören metallerdir çünkü altın ve benzeri “değerli” metaller, ancak onların sayesinde kullanılır hale getirilebilmektedirler. 

Bu metal benzetmesi toplumlar için de geçerlidir.

İktidarlar çoğunlukla, ideolojik olarak "öteki" olandan hoşlanmaz ve bağnazca onu yok etmek için uğraşırlar. Bugün Türkiye’de iktidarın yapmak istediği de budur. Birçok insan, sözüm ona saf ve pür kalarak yani kendinden olanlarla cemaatler kurarak ve kendini soyutlayarak saf kalacaklarını sanırlar, ama gerçekte ise bu cemaatler, “öteki”ni yok ederek ürün vermeyen kısır ve asalak gruplar haline gelirler. 

Tarihte birçok toplum, “öteki”ni yok ederek kendi zenginliğinin yanı sıra, bağışıklık sistemlerini de işlemez hale getirmişlerdir. 

Her madde, varlık ve organizma, birbiriyle çatışan, birbirini iten ve çeken, dışlayan ama sonuçta kucaklaşarak bütünleşen ve varlık olmasını sağlayan moleküllerden oluşur. 

Toplumlar da böyledir…

Toplumsal becerimizi, yaratıcılığımızı ve direncimizi, “öteki” sayesinde kazanmaktayız. 

Vücutlarımız da bedendeki antikorlar sayesinde dış etkilere karşı direnç kazanmıyorlar mı? Bunu biliyoruz ama toplumda "öteki" olana düşmanlık ediyor ve onun yok olmasını arzuluyoruz. “Öteki”ni yok ettiğimizde kendimizi dış saldırılara karşı donanımsız bırakmış da oluyoruz. Bu yüzden “öteki” sadece toplumlara değil, tek tek her birey için de vazgeçilmezdir.

Ancak akılsız iktidarlar, kendinden başkasını sağlıklı bir vücudun parçaları olarak değil, düşman olarak gördüğü için, toplumu sürekli “öteki” üzerinden kamplaştırmaya ve ayrıştırmaya çalışır. Bunu da sözüm ona kendine ait gördüğü “saf tabanını” kendine bağlamak için yapar. Şu anda iktidarın yaptığı da budur. Mahalleler arası kavgayı, toplumsal gruplar arası düşmanlığı, yani kendinden olmayanı “ötekileştirerek” hükmünü sorunsuz bir şekilde sürdürmeyi amaçlamaktadır. “Öteki” sadece felsefi açıdan değil, toplumsal açıdan da yararlıdır fakat iktidar “öteki”ni “ötekileştirerek” bir bağnazlık ve toplumda bir biat kültürü yaratmayı amaçlamaktadır. Bu yüzden “öteki” bazen “dış düşman”, bazen de “iç düşmandır”.

“Öteki”ne tahammül edememenin bahanesi çoktur. Öteki olanı toplumdan silenler, homojen yapılarında huzur bulacaklarını sanırlar; ancak bu yanıltıcıdır.

Homojen olanlar bu kez de kendi içlerinde “yeni ötekiler” yaratır ve onlara karşı savaşırlar, ta ki bütünlükleri yok olana kadar. 

Öteki ya da başkası ile diyalog veya ilişki nasıl kurulur ve sürdürülür? Öteki ile birlikte "biz" nasıl oluruz?

“Öteki”ne düşmanlık, hem duygusal düşmanlığı kışkırtır hem de o fikri bağnazlıktan beslenir. Bağnazlık toplumda, “ötekine” tahammülsüzlük, tutuculuk ve şiddete eğilim olarak ortaya çıkar. Bunun alt edilmesi ise ancak toplumda hoşgörü ve barış kültürünün yaygınlaşmasıyla mümkündür. Hoşgörü, farklılıkları korumaktır; bağnazlık ise “öteki”nden korkmak, kendi görüşüne, inancına ve varlığına güvenmemektir. Barış kültürü ise, birlikte öğrenmek, karşılıklı yardımlaşmak, birlikte aydınlanmak ve birlikte refah ve mutluluğa kavuşmaktır.

“Öteki” ile muhabbetin veya “öteki” ile ilişkinin düzeyi, aynı zamanda toplumların uygarlaşma düzeyinin de göstergesidir. Toplumlarda “öteki”, bazen farklı etnik yapılar, bazen de farklı görüş ve inançta olanlardır. Hatta bazen bu karşı cins de olabilmektedir. Nitekim tarihte kadınların ve çocukların başına gelenler, pişmiş tavuğun başına gelmemiştir. Hep onlar ezilmiş, hep onlar baskı ve şiddet görmüş ve onların hayatları onlara zindan edilmiştir. 

Bu yüzden toplumsal ilişkilerde felsefe, bilgi, saygı, empati, sevgi ve itina çok önemlidir. Çünkü felsefe, insanın kendi bilgisiyle, kendi inancıyla ve kendi yaşam anlayışıyla hesaplaşmasıdır. Şüphe duyması, sorgulaması ve toplumsal ilişkileri akıl süzgecinden geçirmesidir. Bu sayede “öteki”nin varlığının ne kadar önemli olduğunu kavrar, ortak değerler yaratmanın ne kadar sağaltıcı olduğunu anlarız.

Tartışmalarda karşı tarafa saygıyı kaybetmeden, üslubu düzgün tutmak ve hakarette bulunmamak olağanüstü önemdedir. Bu tavır sadece karşı tarafa saygıdan değil, kendi gelişmemiz için de zorunludur…