Anadolu'dan Esintiler Türk Caz Musikisi Turnesi
Anadolu'dan Esintiler Türk Caz Musikisi Turnesi
Adana'da Puduhepa Sergisi Açıldı
Adana'da Puduhepa Sergisi Açıldı
Rossini'nin II. Mehmet operası AKM'de
Rossini'nin II. Mehmet operası AKM'de
Azerbaycan Atabeyleri belgesel filminin galası yapıldı
Azerbaycan Atabeyleri belgesel filminin galası yapıldı
123456789
Anadolu'dan Esintiler Türk Caz Musikisi Turnesi
Anadolu'dan Esintiler Türk Caz Musikisi Turnesi
Adana'da Puduhepa Sergisi Açıldı
Adana'da Puduhepa Sergisi Açıldı
Rossini'nin II. Mehmet operası AKM'de
Rossini'nin II. Mehmet operası AKM'de
Azerbaycan Atabeyleri belgesel filminin galası yapıldı
Azerbaycan Atabeyleri belgesel filminin galası yapıldı
123456789

Krallıklar, düzen ve yasa üzerine...

Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölüm Başkanı Prof. Dr. Ali Osman Gündoğan, bu hafta GAZETE DURUM için “tarih ve doğa” üzerine zihin açıcı bir yazı kaleme aldı.

AZE Haber Ajansı

ANKARA- Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölüm Başkanı Prof. Dr. Ali Osman Gündoğan, bu hafta GAZETE DURUM için “tarih ve doğa” üzerine zihin açıcı bir yazı kaleme aldı. Gündoğan, tarihin, iradelerin çarpıştığı bir alan olduğuna işaret ederek, “Doğada iradeden bahsedilemez. Doğa belki de tarihin cereyan ettiği alandır. Tarih, iradelerin çarpışmasıyla doğaya, kendi gerçekleşme alanı olduğu için müdahale eder. İyi, kötü, güzel, çirkin gibi kavramlar tarih alanına aittir ve bu çarpışmalar esnasında bu kavramları doğaya yansıtır” diyor. 

Tarihin, böylece doğayı bozup, onu insanileştirdiğini kaydeden Gündoğan, şöyle devam ediyor: “Doğayı kendisine benzetmek isterken doğayı doğaya yabancılaştırır. Doğal insanın kendisine yabancılaşmasının da başlangıcıdır bu. Doğayı insani olanla süslemek isterken tersi bir sonuç ortaya çıkar: Doğa artık insan için kendisinden her şeyin çıkarılacağı bir malzemedir. Krallıklar da düzen de yasa da oradan çıkar.”

İşte o yazı: 

“Tarih ve Doğa”

Doğada olup biten olaylar, olaylar arasındaki ilişkiler, doğada bulunan varlıklar ve varlıklar arası ilişkiler, insani dünyanın kavramlarıyla adlandırılıp daha sonra da doğadan hareketle insani dünyayı açıklama çabaları oldukça fazladır. Bu, insani dünyayı doğaya taşıma ve doğayı insan merkezli görme yanılgısıdır. Elbette doğadan insani dünya için çıkarılabilecek örnekler vardır. Çünkü insan da öncelikle doğal bir varlık ve doğanın bir parçasıdır. Böyle olmakla birlikte insan, manevi (tinsel) bir varlık olarak doğaya katkılarda bulunur, onu aşar, değiştirir, dönüştürür ve doğanın üstünde olan bir dünya yaratır. Kültür dünyası dediğimiz bu dünya, tarihin bir eseridir ve doğa ile tarih arasında bir karşıtlık, zaman zaman çatışma ve çelişki ortaya çıkar.

Kendimizi doğada görmek ya da doğada gördüklerimizde kendimizi bulmak, insan ile doğa arasındaki ilişki kurma çabamızın bir sonucudur. Doğadan bağımsız düşünmek mümkün olmadığı gibi doğadan bağımsız yaşamak da mümkün değildir. Böyle olmakla birlikte tarih yine de doğadan bir kopuştur da. Çünkü tarihte kral, kraliçe, asker, işçi, patron vb. pek çok ürettiklerimiz gerçekten doğada var mıdır?

Mitolojilerde doğa güçlerine uygun tanrılar üretildiğine şahit oluyoruz. Sevgi-nefret gibi insana ait olan duyguları doğada da buluyor ve doğadaki olayları bu duygular ışığında açıkladığımız oluyor. Cennet ve cehennem tasavvurlarında doğadaki güzellikleri ve insanı mutlu eden her doğal durumu cennet, aksi durumları da cehennem olarak niteliyoruz. Arı gibi çalışkan olmak, ağustos böceği gibi sürekli ötmek, aslan gibi olmak, kuzu gibi melemek, balık gibi yüzmek vb. pek çok deyim üretiyoruz. Bazı hayvanları yüceltiyor, bazılarını da olumsuz ve kötü örneklere yakıştırıyoruz. Oysa onların kendilerinde bir değer taşıdıkları durum olmadığı gibi insani bakışa göre de onlara değer biçiyor ve haklarında yargılarda bulunuyoruz. Fabllarda, Beydeba’nın “Kelile ve Dimne” eserinde, masallarda hayvanlar arasındaki ilişkilerden öğretici dersler çıkarırız. Bal, zeytin, incir, üzüm, hurma, ceviz vb. pek çok doğal ürün için kutsallık derecesinde düşüncelere rastlarız. Karıncalar, arılar hep erdemli varlıklar olarak anılır ve insan için örnek oluştururlar. Bu açıdan özellikle arılar ve bal her zaman başvurulan bir örnek durumundadır. Arı kovanları ile meskenler, aralarındaki ilişkiler nedeniyle aile, toplum ve hatta devlet yönetimleri arasında ilişkiler kurulduğunu görürüz.

Arı, bilge bir varlıktır, denir. Juan Antonio Ramirez, “Gaudi’den Le Corbusier’ye Arı Kovanı” adlı çalışmasında bize güzel örnekler sunar: Hz. Süleyman; bilgelik öğretisinin ruha iyi geldiği gibi bal ve bal peteklerinin de damaklara iyi geleceğini söyler. Burada arının bilgeliği ile insan bilgeliği birlikte anılır. Bal tüketme ile ölçülülük arasında bir uygunluk vardır. Fazla tüketildiğinde zehirler. Bal tüketme ile Tanrıyı soruşturma arasında da Hz. Süleyman bir ilişki kurar. Nasıl ki fazla bal tüketen ölçüyü kaçırır ve sonunda zehirlenirse “Tanrıyı soruşturma işine kendini adayanlar da onun azametinin ağırlığı altında ezilir”. 

Arı kovanı ile insan toplumları arasında sık sık karşılaştırmalar yapıldığını görürüz. Çalışkan bir halk ve bütün hayat kurallara bağlanmış bir biçimde karşımıza çıkar: Uyumsuzluk, kavga, gürültü, çelişki, çatışma yoktur. Kraliçe arıya bütün arılar itaat ederler. Tıpkı bunun gibi monarşi taraftarları halkın da krala itaat etmeleri gerektiğini düşünür. Ramirez’in kitabında, bu konuyla ilgili olarak Mandeville’den bir şiir aktarılır: Büyük bir petek örgüsü, arılarla tıka basa dolu/ Lüks ve rahatlık içinde yaşayan (…)/ Bilimin ve endüstrinin büyük arpalığı olarak biliniyordu./ Bundan daha iyi yönetilen arılar hiç olmamıştı./ Ne daha çoğunu isteyen ne de daha az mutlu olan!/ Zalimliğin köleleri değildi onlar,/ Ne de onları şu çılgın demokrasi yönetiyordu,/ Tam tersine yanılmayan krallar,/ Çünkü gücü kanunlarla sınırlanmıştı.      

İdeal bir toplum ve yönetim yapısı olarak ifade edilen durum, arı topluluğu ile insan topluluğu karşılaştırıldığında aslında zorunluluk ile özgürlüğün, doğa yasası ile hukukun karşılaştırılabilir şeyler olmadığını düşündürmesi gerekir. Arılar için ahlak sorunu yoktur. Hiçbir arı ne yalancıdır ne de dürüst. Onlar için bir mutluluk sorunundan bahsedilemez. İsteme diye bir fiilleri yoktur. Aralarında çelişme ve çatışma yaşanmaz. Onları idare eden ilke, tabi oldukları yasadır ve yasa, kendileri tarafından konulmuş değildir. Hiçbir hareketleri değer yargısı taşımaz. Onlar ne ahlaklıdır ne de ahlaksız. Kraliçe arı elbette yanılmaz. Adaletsizlik yapmaz, hiçbir arıyı ezmez, eziyet etmez, hapse atmaz. 

Fransız Devrimi sırasında, tam da üzerinde durduğumuz konulara ilişkin olarak, Ramirez bir örnek verir: Leperruque ile hocası Daubenton arasında bir diyalog geçer. Bu diyalog doğaya eril ve dişil bakışın da nerelerden kaynaklandığını gösterir: Öğrenci hocasına; “Siz bize aslanın hayvanların kralı olmadığını söylediğinizde bunun doğru olduğunu kabul ediyoruz. Ama daha kötü bir şey görüyorum: Kraliçe ve bunun cumhuriyeti yöneten kraliçe olduğunu.” Arılar cumhuriyetini kraliçe yönetmektedir. Aslan neden kral değildir? Çünkü kral olmak için birbirlerine lütufta bulunan saraylılar olmalı, birbirlerine şükranlarını göstermeli. Kralı koruyacak askerler bulunmalı. Aslan, bunların hiçbirine sahip değil. Ama kraliçenin etrafında (kraliçe arı) saraylılar var. İşçiler ve kraliçeyi koruyan askerler var. Türlü kurumlar mevcut. Eğer arı kovanlarına bakacak olursak doğa bize kral yerine cumhuriyeti kraliçenin yönetmesi gerekir, ikazında bulunuyor. Öğrencinin bu düşünceleri karşısında hocası şunları ortaya koyar: Kovanda işçi arılar en fazla ve en çok güce onlar sahip. Dişi arının döllenmesi hariç her işi onlar yapıyor. Eskiden dişi arının erkek olduğu sanılıyormuş. Çünkü o arının davranışları çok iyi bilinmiyormuş ve onun da kral olduğuna karar verilmiş. Bu arının dişi olduğu öğrenilince adı kraliçe olarak değiştirilmiş. Bir hata başka bir şeyi nasıl da belirliyor. Hata, başlangıçta ona kral denmesidir. Oysa doğada ne kral var ne de kraliçe. Buradan elbette etik, politik, toplumsal pek çok sonuçlar çıkarmak mümkündür.

Doğada kendiliğinden olup bitenler zorunlulukla olup biter. Bunun için doğa kendi kendini zorunlu olarak tekrar eder. Tekrar ediş, doğada genelleme yapmaya ve olaylar arasındaki ilişkileri yasalaştırmaya imkân verir. Tarih alanı ise tekillikler alanıdır. Tekillikler alanında zorunlu ilişkiler kurulamaz. Çünkü tekillikler alanı kendi kendini tekrar eden bir alan değildir. Bunun için tarihte bir yasadan bahsetmek mümkün görünmemektedir. İdiografik olan tarih alanı ile nomotetik olan doğa alanı karşılaştırılamaz. Bununla birlikte zeminimiz doğa olduğu için doğa bize farklılık, çeşitlilik, çoğulculuk sunar. Arılar örneğinde olduğu gibi iş bölümü teklif eder. Her bir arının görevi ayrı olsa da hepsinin çabası, arı topluluğunun devamı ve korunması adına bir dayanışma örneğidir. Onlardaki hiyerarşi sömürmeye yönelmez.

Tarih, iradelerin çarpıştığı bir alandır. Doğada iradeden bahsedilemez. Doğa belki de tarihin cereyan ettiği alandır. Tarih, iradelerin çarpışmasıyla doğaya, kendi gerçekleşme alanı olduğu için müdahale eder. İyi, kötü, güzel, çirkin gibi kavramlar tarih alanına aittir ve bu çarpışmalar esnasında bu kavramları doğaya yansıtır. Tarih, böylece doğayı bozar, onu insanileştirir ve doğayı kendisine benzetmek isterken doğayı doğaya yabancılaştırır. Doğal insanın kendisine yabancılaşmasının da başlangıcıdır bu. Doğayı insani olanla süslemek isterken tersi bir sonuç ortaya çıkar: Doğa artık insan için kendisinden her şeyin çıkarılacağı bir malzemedir. Krallıklar da düzen de yasa da oradan çıkar. Oysa zorunluluk alanı ile özgürlük alanı birbirinden farklıdır. Bu durum, insanın hem tarihsel hem de doğal bir varlık olmasının bir sonucu olarak görülebilir ama insan, hayvanlarda görmediğimiz bir doğal isteğin üstünde olan istek varlığı olması nedeniyle doğal dünyadaki düzeni bozar, hiyerarşik olarak kral ceberruta dönüşür, işçi arılar köleleşir. Kraliçe arı kovanda diğer arılarla yaşarken kral ya da kraliçeler saraylarda yaşarlar. Bütün arılar her çeşit çiçekten bal toplarken kral ve kraliçeler hariç bütün insanlar genelde tek çiçeğe mecbur edilir. Doğal dünyadaki hiyerarşiye dayalı dayanışma yerini tarihte ortaya çıkan hiyerarşide sömürüye, köleliğe bırakır.

Arının özü varoluşundan öncedir. İnsanın ise varoluşu özünden öncedir. Arı, özü gereği bilgedir. İnsan, önce hiç’tir, sonra bilge veya başka bir şey olur. Tarihsel dünya ile doğal dünya arasındaki mahiyet farkı buradan kaynaklanır. Arı, davrandığından başka türlü davranamadığı halde insan, başka türlü davranma imkanına sahip olduğu için arının mükemmelliğini hiçbir zaman yakalayamaz. İnsana düşen görev, o mükemmelliği bozmamasıdır. İnsan, doğada olan her şeyi bozmaya başladığından beri de görevinden uzaktadır. Özellikle teknoloji, insanın imrendiği ve kendisi için örnek alınabilecek doğa için bir tehdit durumundadır. Bir taraftan kendimizi doğaya, doğayı kendimize benzetmek isterken diğer taraftan ona tehdit durumunda oluşumuz manidardır. Gerçi kendimize benzetmek istediğimiz hiçbir şey bize dost olamayacağı gibi biz de ona dost olamayız. Doğa ile dostluk bu nedenle bozulalı çok olmuştur.