Şefika Kutluer Festivali 24 Kasım'da başlıyor
Şefika Kutluer Festivali 24 Kasım'da başlıyor
Dünyanın en pahalı muzu
Dünyanın en pahalı muzu
Mehmet Ali Erbil hakkındaki iddianame
Mehmet Ali Erbil hakkındaki iddianame
Uğur Dündar'a açılan babalık davası
Uğur Dündar'a açılan babalık davası
123456789
Şefika Kutluer Festivali 24 Kasım'da başlıyor
Şefika Kutluer Festivali 24 Kasım'da başlıyor
Dünyanın en pahalı muzu
Dünyanın en pahalı muzu
Mehmet Ali Erbil hakkındaki iddianame
Mehmet Ali Erbil hakkındaki iddianame
Uğur Dündar'a açılan babalık davası
Uğur Dündar'a açılan babalık davası
123456789

Kimler "melekleştiriliyor", kimler "şeytanlaştırılıyor"

Ondokuz Mayıs Üniversitesi Felsefe Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Hasan Aydın, Türkiye'de yıllardır tartışma konularının başında gelen “din-siyaset” ilişkisi ve bu bağlamda “melekleştirilenler” ile “şeytanlaştırılanlar” üzerine ufuk açısı bir yazı kaleme aldı.

AZE Haber Ajansı

ANKARA- Ondokuz Mayıs Üniversitesi Felsefe Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Hasan Aydın, Türkiye'de yıllardır tartışma konularının başında gelen “din-siyaset” ilişkisi ve bu bağlamda “melekleştirilenler” ile “şeytanlaştırılanlar” üzerine ufuk açıcı bir yazı kaleme aldı. 

İşte o yazı: 

‘Din ve siyaset’ ilişkisinin kültürümüzde kadim bir geçmişi vardır; bunlardan birisi gündeme geldiğinde, mantıksal ve doğal bir zorunlulukmuş gibi diğerleri de gündeme gelir. Kanımca bunun temel nedeni teosentrik (Tanrı odaklı) bakıştan bir türlü kurtulamamamızdır. Bu yüzden bizde, din-dünya ayrımının yeterince kökleşmediğini, sekülerizmin günlük yaşamda kısmen yer bulsa da, zihinsel bir alışkanlık haline getirilemediğini belirtmek gerekir. Durum böyle olunca, ahlaksal, siyasal, (hatta konumuzla bağı olmamasına rağmen belirtmek gerekir, felsefi, bilimsel vb.) her tartışmada, mutlaka dinsele atıf yapılmaktadır. Bu durum dini de amacından saptırmakta, hantallaştırmakta ve yozlaştırmaktadır. Oysa din ve siyaset, otonom alanlardır; her birisinin hareket noktası olarak seçtiği öncüller, uslamlama tarzları ve amaçları farklıdır. Din, mistik ve vicdani bir temelde bireylerin kutsalla ilişkisini; siyaset ise, ortak us temelinde üst düzey bir yapı olarak toplumsal güvenlik, barış, adalet, gelişme ve düzeni hedeflemektedir. Bu kavramlar birbirine sokulunca siyaset, dinden destek aramaya yönelmekte, siyasi başarısızlıklar da dinsel söyleme irca edilmektedir. Örneğin ekonomik başarısızlıklar, Tanrı'ya mal edilmekte, artan fiyatların sorumluluğu ona yüklenmektedir. Yine siyasiler, arkaladıkları din aracılığıyla, kendilerini aklamaya, toplum vicdanında mistik ve karizmatik temeller aramaya yönelmektedirler. Böylece yöneticiler ilahi bir kılığa büründürülmekte, her eylemlerinde tanrısal bir hikmet aranmaktadır. Kuşkusuz din ve siyasetin iç içe girmesi ve biri adına diğerinin sömürülmesi, sonu gelmez daha pek çok sorunlara ve kısır tartışmalara neden olmaktadır.

Nitekim din ve siyaset birbirine karıştırılınca, din adına kandırılma, din adına sömürülme, din adına yanlışı meşrulaştırma, din adına dokunulmazlık zırhına bürünme, din adına kayırmacılık yapma vb. bir türlü bitmemektedir. Tabii bu vahim tablonun sadece yüzeyde görünen kısmıdır. Daha derinlerde ise, iş hak-batıl savaşına dönüşmekte, dindar olanlar ya da öyle görünenler melekleştirilmekte, seküler olanlar ise şeytanlaştırılarak toplumda kutuplaşma siyaseti güdülmektedir. Dinsel ile ahlaksal olan arasında bağ kurulduğu için, seküler olanlar ahlaki değer yoksunuymuş gibi sunulmaktadır. 

Bu siyaset gereğince, dine dayanan siyasiler, her türden ahlaki ihlallerini, adaletsizliklerini, yolsuzluklarını, adam kayırmalarını vb. örtmekte, deşifre eden olursa, bunu şeytanileştirilenin bir komplosuymuş gibi sunmaktadır. Daha da kötüsü, ötekileşen kesimlerin, kendi gurubu içindeki yolsuzlukları, ahlaksızlıkları, grubu koruma adına, ‘kol kırılır yen içinde kalır’ deyişiyle saklamaya, açığa çıktığında ise 'herkes çalıyor' deyişiyle savunmaya yönelebilmesidir. Bu durum içerisine girenler daha ileriye gidip şöyle diyebilmektedir: 

'Çaldığını gözümle görsem, yine de diğerine karşı onu savunurdum' 

Kutuplaştırma, melekleştirme ve şeytanlaştırma siyasetine uygun bir biçimde konumlanan gruplar, bu gruplarla çıkar ağı olan kimi kişiler, ‘bal tutan parmak yalar’; ‘devlet malı deniz yemeyen keriz’; ‘işini bilir’; ‘doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar’ gibi safsata söylemlerle, kuramsal ve eylemsel değerleri (etik-ahlaki değerler) hiçe sayanları, bizden diyerek savunabilmektedirler. 

İşte bu nokta, siyaset adına tüm değerlerin hiçe sayıldığı bir noktadır ve ‘nihilizme’ ve ‘çöküşe’ yol açmaktadır. Sanırım, Türkiye siyasetinde son dönemlerde yaşanan yolsuzluk, kayırmacılık, hilekarlık, tarafgirlik, ehliyetsizlik/liyakatsizlik vb. olaylar ve bunlara yönelik tartışmalar, toplumsal nihilizm ve çöküş işareti olarak görülebilir. 

Tekrar başa dönersek, ‘din ve siyasetin’ iç içe geçirilmesi, biri adına diğerinin sömürülmesi, insani değerleri ve toplumu yozlaştırmakta, toplumsal nihilizme, çürümeye ve çöküşe yol açmaktadır. Bu durum, din ve siyaset gibi kavramların otonom varlığını zedelediği gibi, bu kavram ve kurumlara yönelik güveni de sıfırlamaktadır. 

Tek çözüm, umut ve korkularımızdan temel alan dinin içsel bir zenginlik olarak Tanrı’yla vicdani bir bağ olarak görüldüğü ve sömürülmediği, siyasetin ise, insanı insana yabancılaştıran dinsel söylemler yerine, toplumsal barış, adalet ve mutluluğun artırılmasına ve yaygınlaştırılmasına odaklanan bir yapıya doğru evrilmesidir. 

Türk toplumu, teorik ve pratik açıdan arınmak istiyorsa, siyasette oy avcılığı için dindar görünerek, topluma giydirilmiş ‘dindar eşittir ahlaklı’ formülünden medet uman ve hakları olmadığı halde ahlak zırhına bürünen siyasileri, nihai olarak tedavülden kaldırmalıdır. Bu da yetmez, dini değerlerin siyasette araçsallaştırılıp sömürülmesine ve yozlaştırılmasına dur demelidir. 

Ya bunu başarırız ya da çökeriz.