ANKARA- Dokuz Eylül Üniversitesi Felsefe Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Doğan Göçmen, Türkiye'de bitimsiz bir tartışma konusu olan “örtünme-başörtüsü” ve “giyim-kuşam” üzerine felsefenin çok amaçlı “alet çantası”nın sunduğu çeşitlilik ve zenginlikle herkesi bir kez daha düşünmeye çağıran özel bir yazı kaleme aldı. Doğan, insanın giyim ve kuşamıyla diğerlerinin karşısında saygı uyandırmak istediğine işaret ederek, “Saygı insanın arzuladığı ve insan olmasından dolayı hak ettiğidir. Ve örtünmekle -ki söz konusu olan insanın tüm bedenidir- ahlaki duygularının yaralanmasını engellemek, onurunun kırılmasına mani olmak istemektedir. Saçın ahlaki değeri değil, ancak estetik değeri olabilir ve bu değer güzelce gösterildiği, sergilendiği zaman gerçekleşebilir. Her şeye rağmen kendisi aslında doğal bir örtü olan saça hala ahlaki değer yükleniyorsa ve örtünmesi isteniyorsa bu ancak kişisel bir tercih olabilir ve bu da bireysel özgürlük çerçevesinde görülmelidir. Kimseye yasaklanamaz ve kimseye dayatılamaz. Kimse başörtülü olduğu veya olmadığı için kınanamaz. Bu nedenle başörtüsünü politikleştirmek de ahlaki suçtur, çünkü bu, bu konuda samimiyetsizliğin belirtisidir” diyor.
İşte, o yazı:
Mitostan Tragedyaya, Bilimden Felsefeye Giyim Kültürü
Bir taraftan moda gösterilerine tanık oluyoruz. Kadına ve erkeğe, daha çok kadına nasıl giyinmesi gerektiğini öğütleyen pahalı son moda gösteriler. Diğer taraftan erkeğe ve kadına yönelik farklı otoriteler tarafından kılık kıyafet yönergeleri düzenlendiğini görüyoruz. Bunların bazıları mesleki açıdan güvenlik nedeniyle doğru kabul edilebilse de başkaları sadece otorite ve seçkinliği ifade ettiği için gerekliliği elbette sorgulanabilir.
Başka bir yerde, bakıyoruz, giyim ve kuşam konusunda kadının ve/veya erkeğin belli bir şekilde giyinmesi kutsal nedenlerle açıklanmaya çalışılır. Öyle ki, sanki insan bedenini dış doğal koşullara karşı korumak için değil de giyim ve kuşamıyla toplum içinde kendine has özel bir yer edinmek için değil de ahiret için giyinir. Bu eğilim o kadar ileri götürülmüş bulunuyor ki özellikle kadının giyim kuşam bakımından tek tipleştirildiğine tanık oluyoruz. Bu ne yazık ki öyle boyutlar aldı ki, giyim kuşam konusunun etrafında dünya çapında büyük politik kampanyalar düzenleniyor ve bu uğurda çok büyük kitlesel hareketler örgütleniyor.
Giyinmek bir gereksinimdir. Sadece korumak ve kendini estetik bakımdan göstermek için değil. Giyinmek ahlaki bakımdan da bir gereksinimdir. Bu bakımdan bir zorunluluk olduğu kadar her bakımdan bir özgürlük meselesidir de. Bu açıdan giyinmenin nedenini araştırırken, insan doğal olarak ‘İnsan nedir?’, ‘İnsan nasıl insan oldu?’ sorusuna yanıt ararken buluyor kendini.
Giyinme üzerine bugün kendi kültür coğrafyamızda yürütülen tartışmalara açıklık getirmek için, konuyu dar bağlamından çıkarıp insanlığın kültür tarihi kapsamına yerleştirmek istiyorum. Konunun başka türlü gerçek içeriği ile kavranması ve bu bağlamda oluşan çoğu yapay sorulara çözüm geliştirmek mümkün gözükmemektedir. Bu konuda özellikle iki İskoç filozofuna David Hume’a ve Adam Smith’e bakmak yerinde olacaktır. Böylece dini bakışlardan farklı olarak felsefenin konuya dair nasıl bir bakış geliştirdiğini görebiliriz. Ama konuya dair bizzat insanlık tarihi üzerine yapılan araştırmaların yanında felsefi düşünceye kaynak oluşturan Yunan mitolojisinin kaynağı olan Hesiodos ve tragedya yazarı Sophokles’e de başvurmak yerinde olabilir. Son olarak bu söylenenlerin ışığında Gordon Childe’a da başvurarak genel kültür teorisi bağlamında giyinmeye bakacağız.
Bu konuda yapılan tüm çalışmaların tarihsel olarak yaşanmış olan bir gerçeği açıklamakla yükümlüdür. Kadın hakları savunucusu sosyalist Clara Zetkin, 20. yüzyılın başlarında, 1920’lerde İslam kültürünün etkisinde olan Kafkasya’da kadın hareketi örgütlenirken, kadınların topluca ‘esaretimin sembolü olan bu bez parçasını yakıyorum’ deyip başörtülerini ateşe attıklarını yazıyor. İnsanlık kültürü bu duruma neden geldi, nasıl geldi? Giyim kuşam üzerine yapılan çalışmalar bu soruya bir yanıt vermek zorunda. Bu yazının konusu doğrudan bu konu olmasa da, yazının sonunda konuya ilişkin kısa bir açıklama olacak elbette.
Giyinmeye Yol Açan Zorunluluk ve Motifler
Giyinmenin elimizdeki verilere göre 130 ile 170 bin yıllık tarihi var. Örtünmek insanın üç temel gereksiniminden birisidir. Beslenmenin ve sığınmanın yanında giyinmek başlarda kendini korumak amacıyla yapılırdı. Daha sonraları kendini gösterme aracına da dönüştü. İlk olarak Neandertalerin 130-170 bin yıl önce kendisini yaşa, yağmura ve soğuğa karşı korumak için işlenmemiş hayvan derisiyle örttüğünü biliyoruz. Örtünmenin tarihi çok daha eski de olabilir. Fakat başlarda kendini koruma amaçlı olan örtünme gereksinimi zamanla kendini gösterme aracına da dönüşmüştür.
On sekizinci yüzyılda yaşamış olan İskoç tarihçilerinden John Millar, “Tabakalara Ayrılmanın Kökeni” adlı eserinde toplumda ahlaki duyguların gelişmesiyle birlikte giyinmenin de zamanla cinselliğe bağlı olarak geliştiğine dikkat çeker. Bu, giyinme gereksinimin ahlaki boyutuna işaret ediyor. İnsanların zamanla ahlaki duygular geliştirmeye başlamasıyla örtünmenin ve giyinmenin koruyucu ve estetik işlevinin yanında ahlaki yanı da oluştu. İnsanlar ilk defa belki de bu amaçla 35 bin yıl önce deriden, ağaç kabuğundan ve bitkisel liflerden kendilerine giysilerini işlemeye başlamıştır.
Kendini korumanın yanında kendini gösterme arzusunun oluşması, giysiyi boyama, belli bir biçimde ve örneğe uygun yapma gereksinimini de beraberinde getirmiştir. Bundan sonra vücudun örtülmesi koruma işlevinden çok daha fazlasıydı. Örtü aynı zamanda bir çeşit süs eşyası idi ve insanın topluluktaki konumunu da gösteriyordu. Bugün tarihçiler, giyimin zamanla insanın toplumdaki yerini, insanın bireyselliğini gösteren bir nesneye de dönüştüğünden hareket ediyorlar. Bugün moda endüstrisinde neredeyse yalnızca estetik amaçlı giyim yapılmaktadır. Bunları da herkes giyemez.
Giyinmenin estetik ve ahlaki motiflerinin oluşması için insanın kendi kendisiyle yansısal veya reflektif ilişki kurması gerekiyordu. Eş deyişle insanın kendisini kendisinin karşısına koyup kendisine bakabilmesi gerekiyordu. Bu aynı zamanda insanın kendisini kendi türüyle bilinçli bir şekilde ilişkilendirmesi anlamına gelmektedir. İnsanın diğer insanda türdeşini keşfedebilmesi için gereklidir kendisine bakışta kazandığı bu mesafe. Eldeki bilgiler insanın duvarlara resim yapmadan önce kendisinin heykelini yaptığını gösteriyor ki bu bizi 30-35 bin yıl geriye götürüyor.
Hesiodos ve Giyinmenin Temelde Olan İşlevi
Arkeolog Neriman Deniz, giyinmeye dair mitolojik bir efsaneyi şöyle anlatıyor: Canlılar yaratıldıktan sonra onları doğaya ve birbirlerine karşı korunabilmeleri için donatma işi Epimetheus ile Prometheus adlı iki kardeşe verilir. İsmi “sonra düşünen” anlamına gelen Epimetheus önüne gelen hayvana elindeki diş, tırnak, post ne varsa bol keseden dağıtır. Sıra insana gelince elindekilerin hepsi tükenmiştir. İnsan çıplak bedeni, elleri ve kollarıyla korunmasız öylece dımdızlak kalıverir. Bunu gören ve ismi “önce düşünen” anlamına gelen akıllı Prometheus yetişir insanın yardımına. Olimpos’a çıkıp tanrılardan ateşi ve zanaatları çalarak insanlara verir. Böylece insan kendini koruyabilecektir.
Fakat aradan bir süre geçince insanlar yaptıkları silahlarla sadece kendini korumakla kalmaz, birbirlerini de öldürmeye ve zarar vermeye başlarlar. Çünkü bir düzen ve yasa içinde yaşama bilgisinden yoksundurlar. Yukarıdan durumu gözleyen Zeus bakar ki insan soyunun kendini yok edecek hallerine acıyıp, tanrı Hermes’le “devlet bilgisi” gönderir onlara. Hermes, bilgiyi kimlere vermesi gerektiğini sorduğunda, “Tüm insanlara” der.
Giyinmenin, kendini koruma ve gösterme olarak tanımlanan iki anlamı Hesiodos’un “İşler ve Günler” adlı mitolojik şiirinde ilginç bir forma bürünmüştür. İki kavga türünden bahseder orada Hesiodos. Biri bugün bizim savaş dediğimiz kavgadır. İnsanların birbirlerini katlettiği savaş. Hiçbir ölümlü istemez bu savaşı. Ölümsüzler tarafından insanın başına bela edilmiştir. Bu savaş kötüdür ve insanlar bundan muhakkak kaçınmalıdır.
İkinci kavgayı Kronos oğlu toprağın özüne katmıştır. Bu kavga insanın doğayla yürüttüğü yaşam kavgasıdır. Giyim ve kuşamın iki anlamı anlattığı mitolojik hikâyenin bu kısmında karşımıza çıkar ve son derece öğreticidir.
Korunma amaçlı giyimin işlevi ve önemi kışın poyraz ayında anlatılır. Giyimin daha çok gösteriş amaçlı ikinci anlamı Pandora Efsanesi’nde betimlenir.
Mevsim kıştır. Poyraz ayı ayların en belalısıdır. Toprak donar. Koca koca çınarlar fırtınanın gücüne dayanamayıp yere serilir. O kadar güçlüdür poyraz. Ormanda hayvanlar titreşir. Sırtında postu kalın olanların bile içine işler poyraz soğuğu. Tüylü müylü dinlemez. O kadar keskindir, güçlüdür soğuğu poyrazın. Poyraz soğuğu öldürücüdür. Öküzün gönünü bile deler geçer. Keçinin kıllarının kalınlığına bakmaz. İnce ince işler hayvanın içine. Poyraza karşı yalnızca ince ve bol yünlü koyunlar iyi giydirilmiştir doğa ana tarafından. Fakat insanın ihtiyarı ne kadar iyi giyinirse giyinsin. Poyraz geldi mi alır götürür onları acımasız.
Hayvanlar eskiden insanların yaptığı gibi sıkı fundalık, derin mağara bulup sığınmaya çalışır bu durumda. Göç ederler her tarafı kaplamış ak karların soğuğundan kurtulmak için. Sanki üçayaklıymış gibi adeta yerlerde sürünürler. İşte bu tabloyu çizdikten sonra Hesiodos, “Gelin beni dinleyin” der ve insana şunları önerir:
İnsan ne yapmalıdır, kendini korumak için nasıl giyinmelidir? Burada söz konusu olan can pazarıdır. Gösterişe yer olamaz. Canın korunması gerekmektedir. Yumuşak urbalar, uzun, dizi geçen hırkalar giyilmelidir. Giysiler sıkı dokunmuş kumaştan olmalıdır ki üşümesin insan.
Sıkı dokunmuş kumaşlardan olursa giysisi, insanın tüyleri diken diken olmaz, tir tir titremez soğuktan insan. Derisini kıskıvrak kuşatan soğuktan tüyleri diken diken olup kalmaz insan kendisini sıkıca sarmalarsa giysiyle. Giyinmek deyince akla hemen üst baş gelmesin. Ayak da giydirilmek ister korunmak için, hem de iyi giydirilmek.
Ayaklarınıza, diyor Hesiodos, sıkı saran pabuçlar geçirin. Öküz derisinden ve içi de keçeli olsun. Ya eller! Korunmazsa insan kışın soğuğa karşı öbür dünyayı boylar! Giyinmek bu dünyaya tutunmak, ne olursa olsun bir defa bahşedilen bu yaşamı yaşamak içindir, yaşamak...
Ayrıca giyinen, dokuyan, elbise yapan tek varlık insandır tüm canlıların içinde. Ve başlarda “ahiret” için giyindiği görülmemiştir insanın. Eğer insanlar buna rağmen giyinirken buna ahirete ilişkin anlamlar yüklüyorsa, bu onların kişisel anlamlandırmasıdır ve kimseye evrensel ödev olarak yüklenemez. Giyinmek daha çok yağmurun yaşına, kışın sert soğuğuna ve yazın sıcağına, güneşin yakıcı gücüne karşıdır. Hesiodos’a göre sıcağa karşı giyinmek güneşin daha uzun kalmayı “sevdiği” kara adamın diyarında geçerlidir.
Helenler dünyasında kışa karşı giyinilir, soğuğa karşı korunur. “Kara adamın diyarında” bugün şemsiye güneşe karşı kullanılır. “Beyaz adamın diyarında” yağmura, kara, doluya karşı. İskoçlar gibi bazı “beyaz adamlar” da vardır ki, yağmurlu havada bile şemsiye kullanana gülerler.
Hesiodos’un eski zaman Helenlerine dönelim. Kışın dondurucu, en soğuk günleri özel giyim ve kuşam ister. Bu dönemlerde oğlak derileri öküz bağırsağıyla dikilmeli. Ancak o zaman sırtımıza bir kalkan gibi alıp yağmura karşı korunuruz. Poyraz sabahları soğuk olur. Kadın, erkek, çoluk çocuk demeden başını iyi korumalı insan, başına keçeden külah geçirerek.
Giyinme tarihine bir katkı Hesiodos’tan. Modern insan giyimi üzerine kavga ederken burada anlatılan, en temelde olanını unuttu gitti. Kendini de unuttu, bu en temelde olanı unutunca.
Kendini göstermek için giyinmeye ve kuşanmaya gelince durum daha vahim hal aldı, mesele daha karmaşıklaştı.
David Hume ve Doğanın “Üvey Evladı” İnsan
İskoç filozofu David Hume, “İnsanın Doğası Üzerine Bir İnceleme” adlı eserinde insan ile onun tabiriyle “diğer yaratıkları” karşılaştırır. İnsanın benzersizliğine dikkat çeker filozof. Doğa insana karşı zalimce davranmıştır. Doğanın diğer yaratıklara yüklediği gereksinim ile onları doğal olarak donattığı araçlar kıyaslanırsa büyük orantısızlık kendisini hemen gösterecektir. Hume’a göre insana sayısız gereksinimler ve zorunluluklar yüklenmiştir. Fakat doğa bu sayısız gereksinimleri ve zorunlulukları karşılamak için insanı çok kötü, çok zayıf, çok sefil bir şekilde donatmıştır.
Diğer hayvanlarda gereksinimler, zorunluluk ve bunları karşılamak için var olan donanım arasında bir orantı vardır. Diğer hayvanlarda bunlar birbirini telafi etmektedir. İki hayvanı, aslanı ve koyunu alalım örneğin. Aslan da insan gibi sayısız gereksinimleri olan bir hayvandır. Fakat onun doğa tarafından donatılmış olan haline, gücüne, çevikliğine vs. bakınca gereksinim ile donanım arasında bir orantı olduğunu görüyoruz. Aynı şekilde ilk bakışta son derece zayıf olan bir koyunu alalım. Aslanla kıyaslanınca bir koyunun aslana göre çok zayıf olduğunu göreceğiz. Fakat onun gereksinimi buna göre çok azdır. Aynı şekilde bir öküzün de.
Fakat insanda yetersizlik ile zorunluluğun birliğinin doğal olmayan bir şekilde en mükemmel olanı görüyoruz. Hume’un bu bağlamda söylediği doğrudan konumuz ile ilgili olduğu için, kendi cümleleri ile yorumsuz anlatmaya değerdir:
“Yalnızca insanda zayıflığın ve zorunluluğun doğal olmayan birliği kendi en mükemmelliğinde gözlemlenebilir. Yaşamını idame etmesi için gerekli olan yalnızca yiyecek, onun aramasına ve ulaşımına uzak değildir veya en azından üretimi için onun emek harcaması gerekmektedir. Fakat onun hava koşullarının yol açabileceği zararlara karşı korunmak için giyeceğe ve konuta sahip olması gerekmektedir. İnsanı kendi başına aldığımızda onun bu kadar zorunluluğa yanıt verecek ne silahla ne güçle ne de başka doğal kapasiteyle donatıldığını görüyoruz.”
İşte, Hume’un doğanın insana sanki “üvey evlat” gibi davrandığını anlatır gibi anlattığı bu orantısızlıktır. İnsan tek başına gidermekten aciz olduğu bu noksanlarını ancak toplum dolayısıyla telafi edebilir ve onu dünyayı dolduran diğer yaratıklarla eşit, hatta onlardan üstün kılar. İnsanın tüm zayıf yanları toplum tarafından telafi edilmektedir. İnsanın, toplumda yaşıyor olmasından dolayı gereksinimleri daha da artmaktadır, fakat bu gereksinimleri giderecek kapasitesi daha çok artmaktadır. Bu nedenle insan toplum içinde tüm gereksinimleri bakımından tatmin ve mutluluk bulmaktadır. Aynı tatmini ve mutluluğu vahşi koşullarda ve tek başına bulması mümkün değildir. İnsan toplumdan ayrı tek başına çalışırsa yeterince üretemeyecektir. Ayrıca insanın gücü her zaman aynı değildir. Çalışamadığı zamanlarda ona toplum bakmaktadır. Tek başına toplumdan ayrı çalışıyor olursa bu durumda ona bakacak kimse olmayacaktır.
Toplum içinde güçlerimiz tahmin edebileceğimizin çok üstüne çıkmaktadır. İş bölümü ve iş birliği sayesinde yetenek ve becerilerimiz artmaktadır ve ancak toplum içinde mümkün olan karşılıklı yardım sayesinde kaza ve talih kurbanı olmak daha az olasıdır. Gereksinimlerin giderildiği daha kalıcı ve güvenilir bir yaşam ancak toplum içinde mümkündür.
David Hume’un giyim konusuna değindiği yerde giyimin dış hava koşullarının insan bedenine vereceği zararlara karşı bir önlem olduğuna dikkat çekmesi çok anlamlıdır. 18. yüzyılda Hume’un dikkat çektiği bu konu, M.Ö. 8. yüzyılda Hesiodos’un dikkat çektiği konudur hâlâ. Giyinmenin bu işlevinin yanında estetik ve Millar’ın dikkat çektiği ahlaki anlamı da ancak toplum içinde oluşabilir. Zira insanda estetik kaygı ve ahlaki duygu ancak toplum içinde oluşabilir.
İnsan giyim ve kuşamıyla diğerlerinin karşısında saygı uyandırmak istemektedir. Saygı insanın arzuladığı ve insan olmasından dolayı hak ettiğidir. Ve örtünmekle -ki söz konusu olan insanın tüm bedenidir- ahlaki duygularının yaralanmasını engellemek, onurunun kırılmasına mani olmak istemektedir. Saçın ahlaki değeri değil, ancak estetik değeri olabilir ve bu değer güzelce gösterildiği, sergilendiği zaman gerçekleşebilir. Her şeye rağmen kendisi aslında doğal bir örtü olan saça hala ahlaki değer yükleniyorsa ve örtünmesi isteniyorsa bu ancak kişisel bir tercih olabilir ve bu da bireysel özgürlük çerçevesinde görülmelidir. Kimseye yasaklanamaz ve kimseye dayatılamaz. Kimse başörtülü olduğu veya olmadığı için kınanamaz. Bu nedenle başörtüsünü politikleştirmek de ahlaki suçtur, çünkü bu, bu konuda samimiyetsizliğin belirtisidir.
Sophokles veya İnsanın Kendisine İnsan Olmayı Öğretmesi
Adam Smith, Hume’un doğanın insana karşı üvey evlat gibi davrandığına dair tezini üstlenir. Aşağıda daha yakından göreceğimiz gibi doğal bir varlık olan insan giyim ve kuşamı da dâhil olmak üzere her şeyini kendisi yaratmıştır. Smith'in bu tezinin ilk tanımlayıcısı Sophokles’tir. Smith'e göre, insan “herhangi bir hayvan” ile kıyaslandığında daha “yaşamın desteklenmesi ve rahatlığı bakımından biçare ve muhtaç durumda” bulunmaktadır. Fakat, diyor Adam Smith, insana, doğa, akıl ve yaratıcılık, sanat buluş gücü ve diğer hayvanlarda olduğundan çok daha üstün iyileştirme kapasitesi vermiştir. Sophokles, “Antigone” adlı tragedyasında insanı söz konusu iyileştirme kapasitesinden dolayı hayran olunası bir varlık olarak betimler.
Fransız filozof René Descartes, hayranlık tutkusunu tüm tutkuların ilki ve böylece en temelde olanı olarak alıyor. Descartes’a göre, herhangi bir şey veya bir kimse karşısında hayranlık duygusu o şeyin veya o kimsenin faydalı olup olmadığına bakılmaksızın hissedilir. Bu nedenle onun tabiriyle ‘hayranlık tutkusu’ en temelde olan duygudur. Öyleyse insan en temelde faydacı ve çıkarcı bir varlık değildir Descartes’a göre. Ama “bu dünya” bağlamında ahlaki kaygılarla dahi olsa ahiret için giyinmek faydacı bir yaklaşımdır.
İnsan neden hayran olunasıdır, onun neyine hayran olunmalıdır? İnsan geçilmez sanılan denizleri ve deryaları aşar. İnsan köpüren derin ve kabarık devasa dalgaları geçer de gelir. İnsan toprağı işleyerek “tanrıların anası” Gea’yı, “yıpranmaz ve yorulmaz” yeryüzü tanrıçasını “atların çektiği kara sabanını” “ileri geri sürerek” dize getirir. İnsan gökyüzündeki kuşu, yeryüzündeki “vahşi hayvan milletini”, “denizin envai mahlûkatını avlar”. “Cin gibidir” insan. Kurnazlığıyla “dağın yabanlarını” kandırıp evcilleştirir, kendine bağımlı hale getirir, onları kendisi için çalıştırır.
Özgürlük tutkunu “uzun yeleli” atları da dize getirir, yorulmak bilmez dağ gibi boğaları dahi boyunduruk altına alır. İnsan doğal dilin ötesinde tamamıyla toplumsal bir kurum olan yeni bir dil geliştirdi ve bununla “rüzgâr kadar hafif düşüncelerini geliştirdi”, dile getirdi. İnsan, bugün uygarlık denen kentleri de kurdu. Yerleşik hayata geçtikten sonra sayısız yeni dertler de üretti insan toplumu. Ama insan her derdine çare bulmasını da biliyor zamanla. Çaresiz değildir insan. Her derdine çare bulmaya muktedirdir insan. Yarınlar gittikçe daha çok güven altına alınıyor ve böylece insan kaderin “gafil” avlamasından giderek daha çok kurtulabiliyor.
Sophokles’e göre insan “(a)kla hayale gelmez icatlar tasarlayacak kadar zekâsı” olan bir varlıktır. Bu zekâsı ve icatları sayesinde insan, doğanın kendiliğinden sunduğu şeylerin ötesinde barınak yapmış, hayvan derisinden, bitkiden ve ağaç kovuğundan elbise yapmış ve böylece Hesiodos’un uyardığı “kışların dondurucu ayazından” ve “inatçı yağmurun oklarından korunmayı başardı.” Ama, diyor Sophokles, zekasıyla insan doğanın yasalarına kafa tutup icatlarıyla kendisine özgürlük alanı yaratınca “nedense bir kötüye bir iyiye meyleder” oldu.
Bu bağlamda Sophokles’in, insanlık tarihinin belki de en anlamlı ve en derin sözlerinden biri olarak görülebilecek sözünü ifade ettiğini hatırlatalım: “İnsan, kendine insan olmayı öğretti.” Ve bu nedenle insan “insanların yasalarıyla” ve “tanrıların yeminleriyle korunan” doğruluğa/adalete “saygı gösterirse”, “yükselir kentin içinde”. Ama insan “bilinçli olarak kötüyü seçmeye cüret ederse kentsiz kalır.” Ve Sophokles, bilerek ve isteyerek kötüyü tercih edeni sofrasında istemez. İnsan sofrasında yeri yoktur kötü insanın. Öğretmenlik de öğrencilik de bitmiyor. İnsan kendisini yaratmaya devam ediyor.
İki şeye çare bulamadı insan tüm zekâsına ve bunca yıldır yaptığı icatlarına rağmen. İnsan deryaları, denizleri geçti. Dağı taşı aştı, toprak anayı dize getirip ekmeğini taştan çıkardı. Tarla sürmek için traktörü yokken hayvanı evcilleştirip çalıştırdı. Taşıyamadığı yükü hayvana taşıttı. Tekeri icat etti hareket gücünü artırdı, yani özgürlük alanını genişletti. Soğuktan ve sıcaktan korunmak için vücudunu sarıp sarmaladı. Bazen üşümemek, bazen güneşin sıcağından derisi kuruyup çatlamasın diye. Ev ve barınak yaparak can güvenliğini sağladı. Fakat iki şeye çare bulamadı. Bunlardan biri Hades’e, yani insanın ölümlü oluşuna. Diğeri Dike’ye, yani insanın zekâsı ve icatlarıyla yarattığı uygarlığın bir gereksinimi olarak oluşan doğruluk, ahlaklılık ve adalet gereksinimi.
İnsan, insanın ölümlülüğüne çare bulamamış olsa da insanın ortalama yaşamını uzatabileceğini kanıtladı. İnsanlar artık kırkından sonra bir ayağım mezarda demiyor. Aynı şekilde adalet konusunda da büyük adımlar atıldı. İnsanlar hala dünyaya “adaletin bu mu?” diye isyan etse de adaletin ne olduğu ve nasıl sağlayacağı konusunda da büyük ilerlemeler sağlandı. Artık kimse “dişe diş, göze göz” demiyor; en azından açıkça. Peki, giyim konusunda kavganın anlamı var mı? Belki bu konuda Adam Smith’in yazdıklarını okuyunca zihnimiz biraz olsun aydınlanır.
Adam Smith veya Vücudu Etrafında “Atmosfer” Oluşturan İnsan
Doğanın donanım bakımından bir “üvey evlat” gibi davrandığı insan zekâsıyla ve icat yeteneği ile doğaya karşı kavga vererek diğer canlılar karşısında eşitlik hatta üstünlük elde etti. Adam Smith’in “Hukuk Felsefesi” adlı eserinde belirttiğine göre diğer tüm “hayvanlar yemlerini arzuladıkları şekilde buluyorlar”. Ya insan? İnsan daha “kırılgan” bir yapıya ve daha zayıf doğal bir “kuruluşa” sahip. İnsanın gereksinimi olan çok az şey doğa tarafından hazır olarak sunuluyor. İnsanın gereksinimlerini gidermesi için emek harcayarak, örneğin pişirerek, soslar hazırlayarak hazmını kolaylaştırması gerekmektedir. Bunun insanın “zayıf ve cılız midesi” için daha iyi olduğunu deneyim göstermiştir ve bu şekilde beslenme aynı zamanda insanı birçok hastalıktan da kurtarmış ve korumuştur.
Diğer hayvanlar gereksinimlerini gidermek için gerekli olanları doğanın ürettiği şekilde olduğu gibi kullanmaktan memnunlar. Smith’e göre diğer hayvanların doğal ürünleri emekleri ile geliştirebileceklerine dair bir kavrayışları bulunmamaktadır.
Gerçekten bugün, yani 18. yüzyılda hâlâ varlığını sürdüren bazı “vahşi” insan topluluklarının pratiklerine bakınca insanın da eskiden doğada diğer canlılar gibi doğal halde dolaştığını ve pişirmeden yediğini görüyoruz. Demek ki insan da bir zamanlar pişirmeden yiyordu, onun midesi de pişirmeden yeneni hazmedebiliyordu. İnsan uygarlığının kökeninde ateşin kullanımı var. Kendisini insanlık tarihinin “bebeklik devrinin düşünce tarihçisi” olarak tanımlayan Arkeolog Neriman Deniz’in dikkat çektiği gibi mitolojide de ve Adam Smith’in işaret ettiği gibi gerçek uygarlık tarihinde de insanın ateşi kullanımı birçok kötü şeye vesile olsa da kültürün yaratılmasında önemi ne kadar çok vurgulansa o kadar azdır.
Charles Darwin, “İnsanın Türeyişi” adlı eserinde 200 bin, belki de daha uzun bir süre önce insana benzer varlıkların tüylü olduğunu belirtiyor ve bu güncel araştırmaların sonuçları bakımından da çok yanlış değildir. Friedrich Engels, “Doğanın Diyalektiği” adlı eserinde emeğin tarihteki rolünü betimlerken “İnsanın Türeyişi”ni çıkış noktası olarak alır. İnsandan farklı olarak giyinmeyi bilmeyen birçok varlık da doğal koşullara bağlı olarak kıllanabiliyor veya kıllarını dökebiliyorlar. 9 bin yıl öncesine tarihlendirilen Çatalhöyük’te yapılan kazılarda ortaya çıkan duvar resimlerinden birinde bir avcının kalçasının etrafı örtülü ve örtü muhtemelen leopar derisinden yapılmış bir kemer ile bağlanmış. Avcının bedeninin geri kalan kısmı çıplak. Demek ki farklı coğrafyalarda farklı dönemlerde farklı giyinme kültürleri oluşmuştur.
Smith, ilgili eserinde diğer hayvanlar ile insanı karşılaştırmaya devam ediyor. “Havanın doğal sıcaklığı/soğukluğu diğer hayvanların koşullarına uygundur”. Onların hava değişikliklerinden çok rahatsız olmuyorlar. Fakat “bu yumuşak ve ince akışkan” dahi “onun zarif ve kırılgan yapısı için ağırdır.” Smith’in devamında yazdığı birkaç cümle doğrudan konumuzla, yani insanın geliştirdiği giyinme kültürü ile ilgili olduğu için doğrudan çevirip aktarmak istiyorum. Şöyle diyor Smith, Sophokles’i de andırırcasına:
“Birisi bu ince ve uçuşan elementin insanın elinden gelen bir değişime tabi olmayacağını düşünebilir; fakat o, kendi kendisine vücudunun etrafında bir çeşit yeni bir atmosfer oluşturuyor, çevreleyen genel havadan daha yumuşak, daha sıcak ve daha rahat. Bu amaçla kendi kendisini bedenine sardığı elbiselerle donatıyor; bu atmosferi genişletmek için kendisini çevreleyen duvarlarla ev yapıyor. Bunlar başka hiçbir hayvanın ihtiyaç olarak hissetmediği buluşlardır.”
İnsan kendisine elbiseler yapıyor ve böylece bedeninin etrafında bir korunak oluşturuyor. İçine girip yaşayacağı ev yapıyor. Ev hem dış hava koşullarına karşı koruyor hem de can güvenliği sağlıyor. Bunu soğuk coğrafyasında olanlar da yapıyor sıcak coğrafyasında olanlar da. Hatta Alman filozofu Hegel’den hareketle denebilir ki, insanın dünyada varlığını sürdürmesi için giyinmesi, ev yapması yetmez. İnsanın dünyada insan olarak varlığını sürdürebilmesi için nasıl ki kendisini ve ilişkilerini ahlaki bakımdan ve estetik olarak düzenliyorsa tüm dış dünyayı da estetik olarak düzenleyip, kırılganlığını almak zorundadır. Bu aynı zamanda onun ahlaki varlık olarak da var olmasının doğal çevresel koşuludur.
Şimdi, yukarıda tüm söylenenleri bir kültür tarihçisi olan Gordon Childe dönerek derlemek gerekiyor. Childe’a göre, diğer canlılardan farklı olarak “(i)nsan türü fizyolojik olarak kendini hiçbir özel çevreye uydurmuş değil.” Fakat diğer canlılar kendilerini “özel iklim, toprak ve bitki örtüsü koşullarına uydurmuş olarak” yaşamaktadırlar. Fakat insan, yukarıda da gösterdiğim gibi, daha çok çevreyi kendisine uyduran bir varlıktır. Bunu Childe’ın sözleriyle şöyle de ifade edebiliriz:
“İnsanın çevreye uyması, bedeninin bir parçası olamayan aletler, giysiler, evler ve benzeri donatımlarla sağlanır. Bulunduğu çevreye elverişli donatımlar yaparak bir insan toplumu, kendini hemen her türlü koşula uydurulabilir. Ateş, giyim, kuşam, barınaklar, uygun yiyecekler, insanlara kuzey kutbunun soğuğu kadar tropik bölgelerin sıcağına da dayanabilme yeteneği verir.”
Childe bu kısa pasajda nerdeyse tüm insanlık tarihini özetler gibidir. Childe'a göre, görüldüğü gibi giyimin de parçası olduğu “maddi kültür” insanın çevreye göstermiş olduğu tepkiden doğar.
Fakat maddi kültürün yaratılması çok ağır bedellerle mümkün oldu kuşkusuz. Anaerkilden ataerkile geçiş aynı zamanda kadının insan olarak değersizleştirilmesi anlamına geliyor. Monogami kadının uymak zorunda olduğu bir ilişki biçimidir. Bu, erkek için geçerli bir kural değildir. Bu kendi başına bir araştırma konusudur. Fakat bilmek gerekir ki bu geçiş ile birlikte kadının giydiği çoğu şey aynı zamanda erkeğin onun üzerinde kurduğu hâkimiyetin aracına dönüşüyor. Bizim toplumumuzda insanın kendisini unutmuşluğunun, insanın kendisine yabancılaşmışlığının bir sembolü olarak başörtüsü erkeğin kadın üzerindeki tahakkümünün son sembolüdür.
Joeby Ragpa
This template is so awesome. I didn’t expect so many features inside. E-commerce pages are very useful, you can launch your online store in few seconds. I will rate 5 stars.
ReplyAlexander Samokhin
This template is so awesome. I didn’t expect so many features inside. E-commerce pages are very useful, you can launch your online store in few seconds. I will rate 5 stars.
ReplyChris Root
This template is so awesome. I didn’t expect so many features inside. E-commerce pages are very useful, you can launch your online store in few seconds. I will rate 5 stars.
Reply