Şefika Kutluer Festivali 24 Kasım'da başlıyor
Şefika Kutluer Festivali 24 Kasım'da başlıyor
Dünyanın en pahalı muzu
Dünyanın en pahalı muzu
Mehmet Ali Erbil hakkındaki iddianame
Mehmet Ali Erbil hakkındaki iddianame
Uğur Dündar'a açılan babalık davası
Uğur Dündar'a açılan babalık davası
123456789
Şefika Kutluer Festivali 24 Kasım'da başlıyor
Şefika Kutluer Festivali 24 Kasım'da başlıyor
Dünyanın en pahalı muzu
Dünyanın en pahalı muzu
Mehmet Ali Erbil hakkındaki iddianame
Mehmet Ali Erbil hakkındaki iddianame
Uğur Dündar'a açılan babalık davası
Uğur Dündar'a açılan babalık davası
123456789

Felsefeci Prof. Göçmen'den "insan" odaklı bir deneme

AZE Haber Ajansı

Dokuz Eylül Üniversitesi Felsefe Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Doğan Göçmen, beş yüz yıl sonra yaşayacak insana bugünü anlatmak üzere zor ve zahmetli bir konuda çok çarpıcı bir yazı kaleme aldı: "İnsan nedir? İyi midir? Kötü müdür?" başlıklı bu çok özel yazıyı sunuyoruz:  

Bu bir mektup değil

Aşağıda kaleme alacağım, bir mektup olmayacaktır, çünkü mektup belli bir kişiye, belli bir gruba veya belli bir kitleye hitaben kaleme alınır. Mektup ancak bir diyalog formunda olabilir ve serbest bile olsa bilgilendirme amaçlı olduğu için ancak belli sorunlar etrafında dönebilir. Beş yüz yıl sonraki insanın (eğer hala var olursa) insan olacağını biliyoruz. Fakat beş yüz yıl sonra yaşayacak olan insanın nasıl bir insan olacağını bilemiyoruz ve yaşayacağı koşulların neler olabileceğini şimdiden kestiremiyoruz. Bu nedenle böyle bir diyalog ancak fantezide kurgulanmış olan bir insanla olabilir ki, böyle bir diyaloğun anlamı kesinlikle tartışmalıdır. Bu nedenle bu yazı daha çok bir deneme tarzında olacaktır. Fakat yine de deneme tarzını belki de şimdi olan insan ile mevcut durum ve gelecekte olabilecek üzerine olan serbest bir ‘diyalog’ ile destekleyebiliriz.

Yazı önerisini ilginç kılan, geleceğin insanına bugünü anlatma çabasıdır. Genel olarak tersi bir eğilim içinde oluruz. Bugünün insanına içinde bulunduğu ve çoğu kez ahlaken iyi olmayan durumdan çıkış perspektifi sunmak için, fantezi ve tasavvur gücünü desteklemek amacıyla mümkün bir geleceği anlatmak isteriz. Bu yöntem çocuklarda düşünme gücünü geliştirmek, yani bağlantılar kurma, soyutlama, dolayımlama, öngörme, nedensel, sonuçsal ve süreçsel düşünme gibi güçlü hayal kurmayı içeren düşünsel yeteneklerini artırmak için muhakkak öğreticidir. Fakat mevcut toplumsal durumun bir eleştirisi olarak fantezide mümkün bir gelecek durum betimlemesinin bir çıkış sunmadığını, tersine, hatta insanın gerçeklik duygusunun kaybolmasına yol açtığı için daha çok yıkıcı vahim etkilerinin olabileceğini Nicolò Machiavelli ve Baruch de Spinoza’nın konuya ilişkin açıklamalarından beri biliyoruz. Prens okunurken hemen hiç dikkate alınmayan, fakat eserin anlaşılması için yaşamsal öneme sahip bir pasajda şöyle diyor Machiavelli:

“Çokları, gerçekte hiçbir zaman var olmamış cumhuriyetler ve hükümdarlıklar hayal etmiştir. İnsanın nasıl yaşadığı ile nasıl yaşaması gerektiği arasında öylesine büyük bir uçurum vardır ki, yalnızca olması gerekeni görenler ve gerçekte ne olduğunu görmeyenler, varlıklarını sürdürmekten çok çöküşlerini yaşarlar.”

“Fakat ben bilgi sahibi olanlar için bir şey yazmak istediğim için, benim açımdan eşyanın özüne yönelmem onun hayali tasavvuruna yönelmemden daha iyi olacaktır (Prens, § 15).”

Machiavelli burada yeniçağa has olan ve astronomiden felsefeye ve toplum bilimlerine kadar tüm alanlarda yaşanan ve hatta günlük hayata yansıyan epistemolojik devrimin, yani ereksel düşünme tarzından gerçekçi düşünme tarzına geçişin ilkelerini antropolojiye, tarih, toplum ve siyaset bilimine uyguluyor. Bu nedenle Spinoza bize insanları olmaları gerektiği gibi değil de oldukları gibi almayı salık vermektedir. Yazıda beş yüz yıl sonra yaşayacak olan insanlara bugünü anlatırken burada söz konusu olan epistemolojik gerçekçilik ilkesinden hareket edilecektir ve böylelikle insanlık halimizi bugünün insanı için de teorik bakımdan eleştirel olarak betimlemiş olacağız.

Fakat beş yüz yıl sonra yaşayacak olan insanlara bugünü, mevcut durumu bir sorun eksenli anlatmak, o günün insanının kendi gerçekliğine dair duygusunu güçlendirecektir. Zira böyle bir anlatı beş yüz yıl sonraki insana kendi durumuna dair de tarihsel bir bakış açısı kazandırabilir.

İnsan nedir?

Bugün beş yüz yıl sonra yaşayacak olan insana bugüne ilişkin çok şey anlatılabilir. Fakat yazının başlığında duyurdum soru, yani “insan nedir?” sorusu o günün insanına hem kendisini anlamaya yardımcı olabilir hem de neredeyse bütün bir yazılı insanlık tarihinde insanını meşgul eden bu sorunun bugünün insanını, yani modern insanı hangi bakımdan ve nasıl meşgul ettiğini görmesini sağlayabilir. Öyleyse beş yüz yıl sonraki insana yazılan bu yazı doğal olarak bugünün insanıyla da bir sohbet olmak zorundadır.

Nedir öyleyse insan? İyi midir? Neden kötüdür eğer kötüyse? İnsan kötü olsa bile, bu, onun doğasından mı kaynaklanmaktadır? Bencil midir? Yoksa özgecil midir?

Bu sorulara modern felsefe dikkate almaya değer önemli yanıtlar üretmiştir. Aşağıda 4 veya 5 sayfa ile sınırlı bir yazı çerçevesinde verilen söz konusu yanıtların ana hatlarını sunmaya çalışacağım.

İnsan kötüdür argümanı 

İnsanın doğası gereği bencil ve dolayısıyla (en azından ilkesel bir eğilim olarak) kötü olduğu inancı çok yaygındır. Bugün yaygın olan bu kanıyı yüzyıllar sonra tasavvur etmek bile belki çok sıkıcı olacaktır, belki mümkün bile olmayacaktır. Çağımız olarak adlandırdığımız modern çağda insanın kötü olduğuna dair düşünceyi en radikal bir şekilde Friedrich Nietzsche dile getirmiştir. Nietzsche, 1880’li yıllardan olan bir aforizmasında: “‘İnsan kötüdür’; bilgelerin tüm bilgeleri böyle söylüyordu - bana teselli olarak” diyor. Buna uygun olarak her bir insanın tözünü oluşturan insanlık, Nietzsche’ye göre, “sapık olanın devasa atıntısıdır”. Öyleyse insan değersiz bir varlıktır, çünkü onun tözünü oluşturan insanlık kötü olanın fazlalığıdır (“atıntısıdır”).

İnsanın ilkesel olarak veya doğuştan kötü olduğu ön kabulü, bu ön kabulden hareket eden açısından, mantıksal tutarlılık durumunda, diğer tüm insanları ilkesel olarak araçsallaştırmaya götürecektir. Zira herkes varlığını sürdürebilmek için diğer insanlarla ilişkilenmek zorundadır. Diğer insanlarla nasıl ilişkileneceğiz? Onlarla ilişkilenirken hangi ilke veya ilkeleri temel alacağız? Gelecek yüzyılların insanı açısından insanın insan tarafından araçsallaştırılması ve sömürülmesi belki anlaşılmayacak ve tasavvur bile edilemeyecek bir durum olacaktır. İnsanın ilkesel olarak kötü olduğu fikrinden hareket edip, kendisinden başka tüm insanları araçsallatıran yaklaşıma da yine Nietzsche iyi bir örnek oluşturur. Nietzsche açısından kitleler bir “sürü” olmaktan başka bir şey değildir ve kitle, ona göre, basit bir “araçtır”, “daha fazlası değil”. Nietzsche’nin kendisinden başka tüm insanları imlemek için aşağılayıcı anlamda “kitle” kavramını kullanması mantıksal bir zorunluluktur. Tabi bu durumda, yani kitle nihilizmini temel alınca kendisini kitlelerin dışında tutması ve onlara yukarıdan bakması da mantıksal olarak kaçınılmazdır.

Kadının şeytan olduğu inancı...

Modern kuramcılardan insanın kötü olduğunu düşünenler fikirlerini doğaya veya basit bir şekilde kabul ettikleri bir hipoteze dayandırıyorlar. Bugün de hala birçok insanın inandığı gibi, çok değil altı veya yedi yüz yıl kadar öncesine kadar insanın kötülüğünün bir Tanrı vergisi olduğu ciddi bir şekilde hâkim öğreti halindeydi. Hatta kadının kötü oluşundan dolayı ebediyete kadar Tanrı tarafından cezalandırıldığı ileri sürülürdü. Kadının şeytan olduğu inancına dayanarak az cadı kazanı kaynatılmadı ve bu sırada az kadın katledilmedi.

İnsanın, hangi nedenden dolayı olursa olsun, kötü olduğu fikrine dayanan birisi diğerlerini ilkesel olarak kendisine kötülük yapma eğiliminde olanlar olarak görür. İlkesel olarak kötü olandan iyilik beklenemeyeceği gibi ona iyilik de edilmez. Eğer benden, yani Nietzsche’den başka herkes kötü ise, diğerleriyle ahlaki değerler ve kurallar çerçevesinde ilişkilenmek mümkün olmayacaktır. Bu durumda diğerleri, eş deyişle tüm insanlık Nietzsche’nin gözünde basit bir araca dönüşecektir ki, mutluluk kuramı çerçevesinde ancak diğerlerine kendi gücünü dayatabileni mutlu saymaktadır. Onun için mutluluğun kıstası “güç istenci”dir. Yukarıda işaret ettiğim gibi Nietzsche “sürü” olarak tanımladığı kitleyi basit bir şekilde “araç” olarak tanımlıyor. 1880’li yıllara ait başka bir aforizmasında insanlığı daha açık bir şekilde araç, hatta “deney malzemesi” olarak tanımlıyor: “İnsanlık bir erek olmaktan çok daha fazla bir araçtır”, yani “insanlık yalnızca deney malzemesidir” (Eserler, c. 3, s. 791).

Güç istenci

Nietzsche’nin insanlık kavramına saldırısının nedeni ahlakı askıya almak ve böylelikle herkesin fütursuzca herkesin tepesine çıkma mücadelesi anlamına gelen “güç istenci” öğretisini gerekçelendirmektir. Böylelikle gücü kutsayan ve kendinde bir amaca dönüştürülen güç ve iktidar için ‘her şey mubahtır’ görüşü de ileri sürülmüş olacaktır. Siyasette bu yaklaşım Nietzsche’nin temel edindiği bir yaklaşımdır. Yanlışlıkla Machiavellı’ye atfedilir. Oysa bu yaklaşımın tarihsel olarak dayanabileceği bir kaynak bulunmadığı için temelsizdir. 1880’li yıllarda Güç İstenci adlı çalışması için ilk kaleme aldığı aforizmalardan birisinde bütün bir projesini şu şekilde açıklar:

"İnsan tipinin hangi şekilde kendi büyük görkemine ve güçlülüğüne yüceltilebileceği üzerine düşünen her kim ise onun her şeyden önce kendisini ahlakın dışında konuşlandırmak zorunda olduğunu kavramak zorundadır: Çünkü ahlak özü itibarıyla buna karşıt olana, söz konusu görkemli gelişmeyi, nerede hareket halindeyse onu durdurmaya veya yok etmeye yönelmiştir. Bu türden bir gelişme gerçekten de öyle bir devasa sayıda insanları kendi hizmetinde tüketir ki, karşı yönde bir hareket yalnızca çok doğaldır: Zayıflar, zarif olanlar, ortalama var olma tarzları yaşam ve kuvvetin zaferine söz konusu karşı parti oluşturmak zorundadırlar ve bunun için kendilerine dair yeni bir değerlendirme kazanmak zorundadırlar; bunun aracılığıyla yaşamı bu en üst gürlüğünde mahkûm etmek ve muhtemelen yıkmak ister. Bu nedenle yaşam düşmanı bir yönelim, yaşam tiplerini yenmek istediği için ahlaka özgüdür.”

Nietzsche burada yaşamı temsil ettiğini düşündüğü “güçlü olan” ile ahlakı temsil eden ve yaşam düşmanı “zayıf olan” arasında ayrım yapıyor ve güçlü olanın “hizmetinde devasa sayıda insanın” kurban edilmesini teorik olarak mümkün görüyor ve pratik gerekli olduğunu savunuyor. Onun “güçlü” ve “zayıf” ayrımına dayanan bu yaklaşımı belki beş yüz yıl sonra “güçlü-güçsüz” ayrımına değil, fakat farklılık ayrımına dayanacak olan bir kültürde belki hiç anlaşılmayacaktır. Fakat onun tüm öğretisine temel oluşturan ‘insan kötüdür’ öğretisinin sonucunu çözümlemek gerekmektedir.

Nietzsche’nin “insan kötüdür” tanımını hangi açıdan ele alırsak alalım, nereye evirirsek evirelim, nasıl çevirirsek çevirelim hep bir ‘ben ve diğerleri’ veya ‘ben ve toplum’ veya ‘ben ve kitle’ veya ‘ben ve insanlık’ ikilemi ile karşılaşılmaktadır. Nietzsche’nin ‘beni’ mutlaklaştıran kitle nihilizminin ve yaklaşımının sonunda “güç istenci” ilkesiyle birleştirilince “sosyal Darwinist” bir öğretiye dönüştüren, seçkinlerin üstünlüğünü ve hâkimiyetini gerekçelendiren “üstün insan” (Übermensch) kavrayışının kaynağı bu basit inançtır. Fakat insan ancak insanlık içinde insan, kitle içinde birey olabilir.

Çağımızda insana dair...

Modern çağda ‘insan nedir?’, ‘insan bencil midir?’, ‘insan iyi midir yoksa kötü müdür?’, ‘insan kendi başına bırakıldığında akılı ve ahlaklı olabilir mi?’ gibi sorular gündemimize Ortaçağ’ın insanları tebaalaştıran siyasi bir rejim olan monarşiden çıkıp geliyor olmamızdan kaynaklanıyor. Bu, Batı insanları için de geçerli Doğu insanları için de. Platon gibi büyük filozoflar bile insanları başlarında çobana ihtiyacı olan sürüye benzetirler. Ve Aristoteles gibi ciddi ciddi doğuştan köle olan insanlar olduğunu ve bunun da doğal olduğunu savunan devasa filozoflarımız bile olmuştur. Aristoteles’e göre örneğin kadın erkeğe göre daha az değerli olduğu için kadının karnında sol tarafta büyüyüp dünyaya gelmektedir. Bunun diğer anlamı ancak seçkin bir grup insanın, yani aslında seçkin bir grup erkeğin özgür olabileceğidir. Diğer insanlar, yani toplumun ezici çoğunluğunu oluşturan kitleler, bu anlayışa göre çoban olmaya mahkûmdur. İşte, modern akıl, Nietzsche’de en radikal temsilcisini bulan bu zihniyetin eleştirisidir. Modern tartışma her bir insanın akıllı, ahlaklı ve ahlaki bakımdan sorumlu olabileceğini göstermeyi, yani tüm insanlığın çobansız yaşayabileceğini kanıtlamaya çalışmaktadır ki, bu, merkezi bir idari sisteminin gereksizliği anlamına gelmemektedir.

Modern yönelişin ve buna karşı Nietzsche’nin öfkesinin geri planı bu tartışmadır. Konunun yirmi birinci yüzyılın insanının gündemine gelmiş olmasının başka bir nedeni daha vardır. Doğrudan insanın üremesini ilgilendiren bilimin ve tekniğin ve teknolojinin gelişiminin gelmiş olduğu düzeyi, doğacak insanın hemen her özelliğine müdahale etme olanağı sunuyor. Bu gelişme doğal olarak insanın doğası ve insanın doğasına müdahalesinin sınırı üzerine olan tartışmayı beraberinde getirmiştir. İnsan, insanın doğasına, yani insanın doğal kuruluşuna ne kadar ve nereye kadar müdahale edebilir? Büyük modern sorumuzun yanında yirmi birinci yüzyılın ilk çeyreğinde bizi bugün meşgul eden ve biyoetiği bugün güncelleştiren diğer büyük soru budur. Biyoetiği 19. yüzyılın son çeyreğinde güncelleştiren ve 20. yüzyılın ortalarına kadar gündemde tutan büyük soru da bugünkü sorudan farklı olsa da insanın doğasını ilgilendiren büyük soruydu. Sosyal Darwinist yaklaşımların kökeninde bunun etkisiyle oluşturulan biyolojist bakış vardır ve bu etkisini bugüne kadar hem “sağ” hem de “sol” içinde, yani hem seçkinciler hem de eşitlikçiler arasında sürdürmektedir.

Yukarıda formüle ettiğim modern felsefenin büyük sorusuna yanıt bulma çabası birbirini tamamlayan dört çözüm önerisi üretmiştir. Nicolò Machiavelli’nin siyaseti kavramlaştırmasının temelinde insanın doğasına dair herhangi bir belirleme yatmamaktadır. Bunun tersi anlatıladursa da Antonio Gramsci gibi meseleyi daha iyi bilen filozoflar onun amacının daha çok siyaseti yalnızca dünyevi gözlemlerle ve araçlarla açıklamak olduğunu belirtiyor. Modern dünyada siyaset güç ve iktidar uğruna mücadele olarak şekillenmektedir ve bu amaç için her şey mubah olarak görülmektedir. Real politikanın bu ilkesi Nietzsche ve Carl Schmitt’te güçlü temsilcilerini bulmuştur. Fakat Machiavelli güç ve iktidar uğruna mücadelenin, yani siyasetin perspektifine Nietzsche gibi gücü kutsayan güç istencini değil, siyasetin ereği olarak birliği ve özgürlüğü belirlemiştir. Diğer bir deyişle Machiavelli tüm insanların, gerekli koşullar sağlandığında birlik ve beraberlik içinde özgürce yaşayabileceklerinden hareket etmektedir. Beş yüz yıl sonra birlik ve beraberlik içinde özgürce yaşama durumu muhtemelen çoktan sağlanmış olacağı için modern insanın bunun mümkün olup olmadığı üzerine tartışmış olmasını bile komik bulabilir.

Özgürlük sorunu...


Machiavelli gibi tüm Renaissanceçılar insanlığın ilerleyebileceğinden, insanın kendisini pekâlâ çok yönlü geliştirip evrensel ve özgür bir varlık olabileceğinden hareket etmektedirler. Bu nedenle onlar için mesele insanın iyi mi yoksa kötü mü olduğu sorusundan çok insanın nasıl özgür olabileceğidir. Onlar daha çok bu soruya dair düşünce geliştirmeye çalışmışlar ve bu düşüncenin gerçekleşmesi için olanakların nasıl sağlanabileceği üzerine kafa yormuşlardır.

Thomas Hobbes söz konusu Renaissance hareketinin en tipik temsilcilerindendir. Hobbes’un sorusu, insanın iyi mi yoksa kötü mü olduğu değildir. Genel olarak onun insanı insanın kurdu olarak tanımladığı bilinir. Bu kilisenin çok uzun onlarca yıl süren ısrarlı bir politikasının sonucudur. Kilise Hobbes’u karalamak için onun öğretisini çarpıtarak sunmuştur. Bunun etkisinde kalınarak onun öğretisi bugüne kadar tek yanlı kavranmıştır. Oysa Hobbes’a göre ‘insan insanın kurdu’ değildir. Tersine, Hobbes, ‘insan insanın kurdu da olabilir tanrısı da’ diyor. Eş deyişle insan ne iyidir ne de kötü. Nietzsche insanın ilkesel olarak kötü olduğuna dair öğretiye geri dönmekle aslında kutsal metinlerin insanın doğuştan kötü olduğuna dair öğretisine geri döner. İnsan içinde doğup büyüdüğü koşullara göre iyi de olabilir kötü de. Bu nedenle Hobbes modern insanları birbirleriyle savaşır, birbirlerini kurtlar gibi parçalar halde görünce bunun toplumsal nedenlerini araştırmaya girişir ve kıtlığı savaşın temel nedeni olarak belirler.

Hobbes’a göre bolluğun sağlanması herkesin herkese karşı yürüttüğü savaşın son bulmasının ve insanlık tarihinde “ölümsüz barış”ın nihayet kurulmasının maddi koşulları da sağlanmış olacaktır. Mutlak egemenlik önerisi ölümsüz barış koşullarının hazırlanmasını hızlandırmak için düşünülmüştür. Fakat maddi koşulların sağlanması toplumsal koşulların oluştuğu anlamına gelmemektedir. İnsanlık tarihinde kısa anlardan çok daha fazla olmayan barışçıl toplumsal koşulların olduğu bir durumda elbette ölümsüz barışın toplumsal koşullarının tam olarak ne olabileceği ancak deneyerek bulunabilir.

İnsanın doğası nedir?

Jean-Jacques Rousseau, bir yanlış anlamadan ve dönemin Hobbes algısının etkisinden hareketle de olsa, Hobbes’a karşı insanın doğadan kötü olmadığını kanıtlamaya girişerek, insanın kökeninde kötülüğün olamayacağını gösterdi. Hobbes mevcut modern toplumsal durumu ‘herkesin herkese karşı savaş’ durumu olarak tanımlamıştı. Onun bu durumu “doğa durumu” olarak tanımlamasının nedeni, bu durumu akıl dışı veya saçma olarak tanımlıyor olmasından kaynaklanıyordu. Bu nedenle Hobbes, kendiliğinden oluşmuş olan bu savaş durumunun ancak akla göre düzenlenecek olan bir toplum durumunda aşılabileceğini ileri sürmüştür. Hobbes’un mantıksal bir kurgu olarak tasarladığı “doğa durumu” Rousseau tarafından kelimesi kelimesine alındı ve bundan hareketle doğa tarihinde bir ilk insan hali tasavvur edildi.

Bu ilk doğal durumda insanların her hangi bir mülkiyet ilişkisi geliştirmiş olamayacağından hareketle, Rousseau, bu durumda insanların kötü olamayacağını mantıksal olarak kanıtladı ve tezini tarihsel olgularla da destekledi. Bu ilk durumda, diyor Rousseau, insanlar herhangi bir mülkiyet ilişkisi geliştirmediği için birbirlerine yalan söylemelerinin bir nedeni yoktur. Birbirine yabancılaşmanın bir belirtisi olan yalan söyleme ancak çarpık mülkiyet ilişkilerinin oluşmasıyla başlamıştır. Rousseau’nun belirlemesini Voltaire yanlışlıkla “vahşete çağrı” olarak alıp eleştirmiştir. İlginç olarak yirminci yüzyılda bu yanlış kavrayış olumluya dönüşmüş ve kaba bir uygarlık eleştirisine dönüşmüştür. İlk duruma, doğa durumuna, vahşete geri dönerek insanlığın içinde bulunduğu uygarlık krizi aşılabilir diye düşünülmüştür. Fakat bu ilk durumda insanlar Rousseau’ya göre iyi de değildir. Olsa olsa en fazla naif olabilir insanlar bu durumda. Çünkü insanın iyi veya kötü olabilmesi için insanların tasavvur güçlerini kullanarak birbirleriyle empati ve sempati kurabilmeleri gerekmektedir. Fakat insanların bu ilk durumda henüz tasavvur güçleri gelişmemiştir.

Bu ilk durumdan farklı olarak modern çağda insan artık çoktan tasavvur gücünü geliştirmiştir. Ve insan ilkesel olarak iyi ve ahlaklı bir varlık olabilmesinin maddi koşullarını da oluşturmuştur. Fakat mülkiyet ilişkileri çarpık olduğu için insanlar birbirlerine yabancılaşmışlardır. Bu nedenle erdemin ne olduğu herkes tarafından bilinmektedir. Fakat kimse erdeme sahip çıkmamaktadır. Bu nedenle vicdan ve erdem ayaklar altında paramparçadır. Erdem ayaklar altındadır. Vicdan paramparçadır. Herkes tarafından ayaklar altında çiğnenmektedir. Rousseau bu sorunu önermiş olduğu Karl Marx’a da perspektif sunan yeni tip bir politika anlayışıyla ve eğitim kuramıyla aşmayı amaçlamaktadır. Amaç tüm insan ilişkilerinde fiziksel gücün hiçbir şekilde etkin olmadığı ahlaki koşulların sağlanmasıdır. Beş yüz yıl sonra belki sen erdemin geçerlilik kazandığı bir durumda yaşadığın için, erdemin geçerlilik kazanması için çaba göstermenin, hatta bunun kuramını geliştirmiş olmanın ne anlama geldiğini bile anlamakta zorlanıyor olabilirsin.

Ekonomi politiğin eleştirisinin anlamı

On dokuzuncu yüzyıl pratik felsefesi Machiavelli’den Rousseau’ya uzanan üç yüz yıllık bir süreç sonunda oluşturmuş olduğu birikim, ahlaklılığın mantıksal olarak zorunlu ve tarihsel olarak mümkün olduğunu gösterdi. Nietzsche tüm entelektüel çabasını bu mirasın yıkımına vakfetmiştir. Bu ancak psikolojik açıdan ve fantastik olarak, kısacası öznelci bir açıdan yapılabilirdi. İnsanın ilkesel olarak kötü olduğuna dair ön kabulü hiçbir şekilde temellendirilmemiştir. Güç istenci, örneğin Schopenhauer’in istem teorisinde olduğunun tersine metafiziksel olarak temellendirilmeye girişilmemiştir bile. Değerlerin tersine çevrilmesi talebi, yakından bakılınca aslında değişimin ontolojik temellerini dikkate almadığı görülmektedir. Ve insanı yüceltmeyi amaçlayan edebi “üstün insan” projesi, modern insan ilişkilerine hâkim olan rekabet ilişkilerinin nedenlerini dikkate almadığı için günlük hayatımızda zaten süren güç ve iktidar kavgalarının kuramlaştırılmasından öte gitmemektedir. Nietzsche’nin büyük bir filozof olması ileri sürdüğü felsefi kuramlarının (her şeyden önce ekonomik olarak, yani ontolojik olarak) yeterince temellendirilmemiş olduğu gerçeğini gizleyemez.

Nietzsche’den farklı olarak Karl Marx modern miras ile yalnızca tek yanlı negatif bir ilişki kurmuyor. Tersine, Hegel’in “kapsayıp aşma” kavramından hareketle yalnızca söz konusu tarihsel miras ile değil, tüm tarihsel miras ile aynı zamanda pozitif ilişki kurabilmektedir. Marx ekonomi politiğin kategorilerinin eleştirisini aynı zamanda varlığın eleştirisi olarak almaktadır. Modern toplumsal varlık ekonomik determinizmin hâkim olduğu bir varlıktır. Marx’a göre bu ekonomik determinist varlığın eleştirisi ahlaklılığın gerçeklik olmasının ve geçerlilik kazanmasının ön koşuludur. Marx’ın eleştirisinin merkezinde “ücretli emek” kavramı bulunmaktadır, çünkü emek kavramı toplumsal ontolojiyi temellendiren kavramdır. Emeğin ücretli halinde kurtuluşu aynı zamanda toplumsal ontolojinin özgürleşmesini de beraberinde getirecektir. İşte, bu, Marx’a göre ahlaklılığın gerçeklik olması ve geçerlilik kazanmasının da önünü açacaktır.

Çağdaş felsefede süren tartışmanın içeriği ve anlamı da yukarıda söz konusu olan ahlaklılık arayışı üzerinedir. Yirminci yüzyılda süren onca ontoloji tartışmasının da, bugün süren modernizm-postmodernizm tartışmasının anlamı da anlamı ahlaklılığın gerçeklik olmasını ve geçerlilik kazanmasını ilgilendirmektedir. Jürgen Habermas’ın işaret ettiği modernliğin diskursunun gelip bir ahlak diskursuna dayanmış olması boşuna değildir. Zira bugün bütün insanlık bir ahlaklılık arayışı içindedir.

Evet, geleceğin insanı, bizim çağımız ahlaklılık arayışının insanlık tarihinde en şiddetli olduğu çağdır. Umarım sizler binlerce yıllardan beri süren bu arayışın nihayet meyvelerini yiyebiliyorsunuzdur.